Ve bir Cuma günü daha yola çıkıyorum. Gündüzleri sokaklar yarı boş sayılır. Amman sokaklarında öyle spor yapan birilerini görmekte oldukça zor. Yola biraz da erken bir saatte çıkınca da etrafta kimsecikler yok diyebilirim. Ürdün’de yaptığım seyahatte de Lut Gölüne doğru giden yolu tercih etmiştim. Direkt yokuş aşağı salıyorsun bisikleti. İsrail’e geçmek için de aynı yolu kullanmak gerekiyor. İrtifa tam 0 metreye geldiğinde bir kontrol noktası var. Hah işte o kontrol noktasının orada bir yol ayrımı var ki Filistin – İsrail istikametini değil de diğer yolu takip edersen zaten -400m’ye kadar iniyorsun. Sola kaptırıp aşağı doğru inildi mi levhalar sınır kapısına kadar götürüyor. Gerçi az bir alan pedallayacağım fakat Ürdün’de bu alanda daha önce pedallamamıştım. Ürdün Nehri üzerine kurulmuş yüzlerce tarım arazisi ve sera görmek mümkün. Ürdün’ün güneyine nazaran buralarda verimli toprak daha fazla. Su konusunda bölgede yıllar içinde çıkan savaşın haddi hesabı yok. Şu an da bölgenin su kaynakları İsrail’in elinde. Fakat gel gör ki İsrail’in elindeki bu su kaynakları kendine de yetmiyor. Denizden arıtılmış sularla ülkenin güneyindeki tarım alanlarını ancak sulayabiliyorlar. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin eminim ki haberi vardır fakat civardaki ülkelerin bölgedeki su rezervleri üzerine toplantılar görüşmeler yapıldığında Türkiye’nin Fırat ve Dicle üzerine yaptığı barajlar hep söz konusu oluyor ve Türkiye’yi ağır top atışına tutuyorlarmış. Katılımcılardan aldığım bilgiler bu yönde.
Bu arada İsrail ve Filistin yan yana batıdan doğusu 150 kilometre, kuzeyden güneyi 500 kilometre. Ülkede 6-7 milyon insan var. Tatlı su kaynakları için yıllarca yapılan bu savaşlarda insanların birilerini öldürdüğünü düşününce Türkiye’nin tatlı su kaynaklarını çok daha dikkatli kullanması gerektiğine olan inancım daha da artıyor. Sudan tasarruf etmek için Türkiye’de de çeşitli uygulamalar yapılmalı. Bu konuda da hükûmetin çok ciddi çalışmalar yapması lazım. “Var abi yapıyorlar zaten” diyecek biri 🙂 He la he yapılıyor 5 sene önce Japonya’da gördüğüm onca şeyden daha bir tanesinin yapıldığını sanmıyorum. Gerçi ülkeden ayrılalı da 3 sene oldu? Çok şey değişmiş olabilir. Acaba Melih Gökçek döndüğümde de Belediye Başkanı olur mu?
Daha önce de dediğim gibi Amman’dan Ölü Deniz istikametine doğru gittiğimde hatrı sayılır bir yokuş aşağı inişi vardı. 900 metrelerden -400 metrelere kadar indim. Bisiklette 60kg yük varken hâliyle aşağı inişler biraz sıkıntı oluyor. %10 eğimle aşağı doğru inerken durdurmak hiç kolay değil. Boş bisikletin jant yüzeyine uyguladığı basınç ile benim bisiklete uyguladığım basınç arasında fark var. Hâliyle uygulanan bu basınç jantı fazlasıyla ısıtıyor. Karlı ve yağışlı alanlarda bu jantın ısınması veya fren basmayı bıraktığım andaki soğuması daha hızlı oluyor. Peki, jant ısınınca ne oluyor? İç lastik adi bir markaysa BOOOM. Ya tam ek yerinden patlatıyor ya da sibobun oradaki ek yerini içerdeki ısı ile açıyor. Bu durum bir iki defa başıma geldi. ( “Abi disk fren kullan” muhabbetine artık girmeyelim rica ediyorum neden bu fren sistemini kullandığım ve tercih ettiğim ekipman sayfamda yazıyor). Ulan ister misin şimdi lastik patlasın. En son lastiğimi Enes Şensoy yanımdayken taaa Fas’ta patlatmıştım. Hazır Enes Şensoy demişken yol anılarımızdan Fas ayağının son yazısını yayına koymuş. Sayfasına bir gidin bakın bakalım Fas’ta neler yapmışız. Ben de yakında Fas’ın son yazısını yayınlarım.
Yokuş aşağı 40 kilometreden biraz daha fazla bir hızla inerken, Sağlam bir sesle lastik patladı. Teker bir anda janta yapıştı, asfalta oturunca da lastiği sıyırdı attı. Yükü kaldıramayan jant telleri kırılma sesi kulaklarıma öyle şiddetli geldi ki. Hasiktir bu sefer hızlı düşeceğim dedim ve jant kadronun arasına sıkıştı. Arka kontrolü kaybettim. Pedallarda kilitli olan ayaklarımı kurtarmam lazım, işte düşme anı başladı. Yüz üstü düşerken kollarımı öne attım ilk darbeyi alsınlar. Artık nasıl bir şiddetle çarptıysam. Hah kırılma sesi de tanıdık geldi ve ardından kafayı çarptım. İyi en azından kafam sağlam kalacak (kask vardı).
Hımmm yok yok büyük ihtimal tekerlek gidona sıkıştığında ağırlığın fazla olduğu yere doğru düşersin sağ tarafta o sıra ekstra meyve taşıyorum. Veya pedalı çıkarırken bu durum değişebilir. O açıda kolumu kırmam zor gibi? Kırar mıyım? Iııı hayır.. Bisikletten düşme konusunda bu yükle hatrı sayılır derecede tecrübelerim var. Özellikle karlı alanlarda Ukrayna’da bir günde 19 defa düştüğümü hâlâ hatırlarım. Bacağım, dötüm, kolum çürümüştü.
Dur bakayım bir yavaşlayıp şu lastiklerin durumuna bakayım. Ne olur ne olmaz arkadaş. Çok uzun zaman oldu. Ön lastik taa nereden beri yarık 10 bin kilometreyi geçti. Dış lastik yaması ile yola devam ediyorum. Epey iş görüyor. Arka lastiği de İspanya’da takmıştım. İç lastikler de Schawalbe. Lastiklerin durumu iyi gözüküyor ya hu. Ulan ne hayal kurdum ha 2 dakikada haha 🙂
Haydi bakalım devam edim. Booooooooooommmmm. Hasiktir lan harbiden patladı. Ohaaaa. İlla içime kurt düşüreceksin yani. Vay vay vay vay . Ulan demin 40 km gidiyordum yahu. Durunca patladı iyi mi? Löp diye de oturdu ha asfalta. Bugün birlikteyiz yani iyi iyi sevindim. Lastiği açıp bakıyorum. Tam düşündüğüm yerden. Sibop yeri sıcaktan kendini ek yerinden açmış. Eh bu iç lastik de 10 bin km devirmişti. Normal normal sıkıntı yok. Yedeği çıkartıp yola devam 🙂 Ama dediğim gibi oldu.
Ürdün içinde kısa bir süre pedalladıktan sonra tam Lut Gölünün (Ölü Deniz) kuzeyindeki sınır kapısına geliyorum. Wuhuuuuu bu ne kalabalık yahu? Ana baba günü ortalık! Eee hani Müslüman veya Arap kimse gitmiyordu? Yok canım bu kadar insan Filistin’e gidiyordur, sanmıyorum İsrail’e geçtiklerini. Sonuçta sınır kapısı Filistin Batı Şeria’ya açılıyor. 130 km kadar daha kuzeyde direkt İsrail ile Ürdün arasında bir sınır kapısı daha var. (Dönüşü o kapıdan yaptım.) Bu arada bu geçen kişilerin elinde bir çeşit Filistin kimliği olduğunu öğreniyorum. Pasaport değil!
Aha turistler! Bisikleti şuraya bırakayım nasıl olsa kimse burada dokunamaz artık. JKim alıp nereye kaçacak girdik bir kere içeri.) Baba bu ne kalabalık ya ohoo. Neyse 15 dk içinde sıra bana geldi. Pasaportu verdim. Sonrasında İsrail Devletinin A4 kağıt parçası içinde bana verdiği vizeyi kendilerine sundum.
Malum şimdi biliyorsunuz ki İsrail vizesi pasaporta vurulduğu anda bazı ülkeler İsrail vizesi veya giriş çıkışı olan pasaport sahiplerini ülkeye kabul etmiyorlar. Tunus’tan Ürdün’e geldiğimde İsrail ve Filistin açık söylemem gerekirse rotamda yoktu. Rotaya sonrasında aldım. Sebebi çok basit yaklaşık 5 aydır Suudi Arabistan’dan vize bekliyorum ta Tunus’ta başvuru yapmıştım. Üstüne Ürdün’de de başvuru yaptım sonrasında ülkeyi gezdim. Ee Amman’a döndüm hala ses seda yok. Eh olmadı bir de İsrail – Filistin yapayım dedim. Fakat bu noktada bir sıkıntı var 🙂
Şincuk, Ürdün ülkesine girerken pasaport kontrol noktasına geldiğinizde pasaporta mühür vurdurmak istemiyorsanız orada bazı kağıtlar göreceksiniz. Özellikle İsrail’e geçecekseniz işte o kâğıtları alın doldurun ve Ürdün’e öyle girin! Ürdün’ü gezdim, sınıra geldim A4’teki vizeyi gösterdim fakat Ürdün’e giriş damgam pasaportta olduğu için, çıkış damgasını pasaporta vurdurdum.
Sonra kuzeydeki İsrail sınır kapısından çıkarken Ürdün’e giriş işlemi için vurulacak olan damgayı pasaporta değil kâğıda vurdurdum. Evet biliyorum kafalar karıştı… Şimdi burada ufak bir pürüz var. Ürdün’den çıkış yaptığım nokta Filistin-İsrail sınırı. Pasaport incelendiğinde İsrail’e girdiğim gözüküyor. Bakalım neler olacak. Yolculuğumda böyle durumlarla karşılaşıyorum. Mesela Avusturya’ya Schengen vizesi olmadan girip gezdim (Biliyorum bu dediğim çok anlamsız geldi şöyle diyeyim daha mantıklı gelecek: Bir ülkeyi vizesiz gezdim.) veya Fas’tan vizem bittikten 4 gün sonra çıktım veya iki ülke arasında 1 hafta kaldım alışığım yani. Böyle ufak denemeler yapmak da iyi oluyor.
Ürdün ülkeden çıkış parası istiyor 37TL (10JD). Sonracığıma Filistin, Ürdün arasındaki sınır geçişini araçla yapmak zorundasın onun için de 37TL (10JD) istiyor. Gider ayak 74 TL itelediler.
Araca koydum bisikleti ve turistlerin bindiği otobüse bindim. İki sınır arasında iki defa otobüs içinde pasaport kontrolü yapıldı. Filistin yani Batı Şeria kapısına geldim ve İsrail askerleri gözüktü. Evet, bu ülkeye kara yolundan iki noktadan geçiş var. Her iki noktayı da İsrail askerleri kontrol ediyor. Bizim otobüsümüzle birlikte en az 10 otobüs daha var. Valizler aşağı indiriliyor bisikleti çıkartıyorum. Eşyaları üstüne yüklüyorum. Sonra sıraya geçiyorum. Önce kapıda pasaportuna bir barkod yapıştırma sırası var. Sırada en az 400 kişi. Tam o sıraya girdim iki kadın asker yanıma doğru yürümeye başladı.
Yeminle aklıma Moldova geldi. Gülme Gürkan gülme şimdi gene bok yoluna gideceksin GÜLME (çok güzeller haaaaa)
– Türkiye?
– Evet.
– Bisikletle Türkiye’den mi geliyorsun?
– Eveeeeeeeeeet. Ama sınırı otobüsle geçtim.
Kızlar güzel ya bendeki İngilizce aksanı göreceksin (Yeaaaaaaaa)
– (gülümsüyor) Hoşgeldin, geçen yaz Türkiye’deydim.
– Aa ne güzel. Nerelere gittin?
Dedim ama iplemedi.
– Ne var çantalarda?
– Yazlık kışlık kıyafetler, çadır, kamp malzemeleri, yedek parçalar…
– Silah var mı?
– Yok tabi ki de (Tebessüm)
– Sıraya girip pasaporta barkod al. Bisiklet burada kalsın, çantalarını X-Ray’den geçireceğiz.
Çantaları X-Ray cihazına verip sonrasında sıraya girmem gerekiyor. Çantalar bu arada farklı bir odaya geçecek oradan kim alacak belli değil. Bagaj alımı için özel bir yer yapmışlar. Ee, onca kişinin arasına bisikletle de giremeyeceğime göre. Pasaportu görevliye verip içindeki kağıdı okumasını rica ettim. Kağıdı okuduktan sonra. Önce Pasaport kuyruğunun önüne oradan barkodu almaya, sonrasında da vize sırasının önüne, arka tarafa ve dışarıdayım. Muhabbetlerle birlikte 15 dakikada sınırı geçip Batı Şeria’ya girdim. Tamamdır hedef Kudüs. Hadi bakalım, tam pedallayacağım. Arkamdan bir ses:
– Hey hey!
– Efendim?
– İkinci kapıya kadar otobüse binmen gerekiyor.
– Fakat yol var. Bisikletle gitmek mümkün sanırım?
– O alanı bisikletle veya yürüyerek geçmezsin, yasak bölge.
Bu yarma askerlere karşı şansımı pek zorlamak da istemiyorum. Otobüse bindim, şoför 10 Şekel diyor. Dışarı çıkmadan önce para birimlerinin söylenişinin “şekel” olduğunu da öğrendim. Yoksa “Ne diyor lan bu herif şeker meker” derdim. Evet Para birimleri “Şekel”. 1 Şekel yaklaşık olarak 1.7 TL. Öyle fazla fark yokmuş gibi gözükse de ülkedeki fiyatlar pahalı. Bir meyve suyu bir poğaçaya 15 şekel istediklerinde baya uzun uzun küfür ettim.
Otobüse bindirip bir iki kapı geçirdikten sonra yolun kenarında indirmelerini söyledim ve indirdiler. Dur bakayım Kudüs ne tarafta? Hah buldum. Yardır Gürkan -300m’den 600m bir tırmanış beni bekler. Yol oldukça iyi. Yolun yan tarafında genişçe bir emniyet şeridi var 🙂 Arabalar oldukça uzağımdan geçiyor. Ulan eğer tüm yollar böyleyse var ya süper. Nitekim Filistin ve İsrail tarafında gezdiğim süre boyunca çok rahat bisiklet sürdüm ve hiçbir aracın tacizine uğramadım. Özellikle İsrail bisiklet kullanımı konusunda oldukça kendini geliştirmiş durumda.
Kudüs’e Arap bölgesinden girip İsrail bölgesine kadar ilerledim. Hımm fark hemen anlaşılıyor. Aslına bakarsınız 4 yıllık seyahat hayatımda kültürel ve etnik değişimi hiç bu kadar hızlı yaşamamıştım. Amman’dan Küdüs’e 107 kilometrelik bir mesafe var. Göze ilk çarpanları hemen sıralayayım:
1- Işıklarda herkes duruyor.
2- Yaya ve bisiklete öncelik veriliyor.
3- Arap bölgesi hariç ortam temiz. (Belediyelik bir durum yok! Halk kendi çöpünü çöpe atıyor!)
4- Arap bölgesinde bangır bangır müzik sesleri gelirken Yahudi tarafından ses yok.
5- Toplu taşıma araçları ve tramvaylar var.
6- Geri dönüşüm için plastik toplama alanları mevcut.
7- Çöp kutuları var.
Yahu say say bitmez. Şimdi Amman’da yaşayanlar fakir mi? Şehir pahalı arkadaş. Yani Amman’da keyfe göre iş yapan taksiciler var! Çalışma saatleri ortada! Turist kazıklama politikası mevcut. İtiraz ettiğinizde de sen bilirsin götürmüyorum veya satmıyorum diyeni de var. Ortada bir anormallik var. Amman dışına çık, durum farklı. Ya hu insan Hicaz Demir Yolu’nu tamir eder de kullanır, yolcu taşır be kardeşim! Yuh size! Ürdün’de toplu taşıma aracı nerdeyse yok. Ürdün’de düzenlenen sözde Türk Günlerinde Ürdün Devlet Demir Yolları Müdürü ile tanıştım ve kendisine sordum:
“Neden Hicaz Demir Yolu’nu yapmıyorsunuz?” Adamın verdiği cevabı aynen yazıyorum “Burası sizin demir yolunuz. Gelin yapın!” O kadar hibe edilen para var ülkenize ben oradayken 4 milyar dolar geldi Suudi Arabistan’dan, eee bir zahmet onu da siz yapın!
Kudüs Abraham Hostel’de 4 gecelik yerimi ayırttım. Hostelde bisikleti koyabileceğim bir depo var. Sabah kahvaltısı oldukça iyi. Odalardan internet çekmiyor. Ortam güzel, arkadaş edinirsiniz. Sabahları 9:30’da Kudüs eski şehir önünden başlayan beleş turlara iştirak etmek mümkün. Beleş diyor da seni gezdiren kişiye 3 saatin sonunda birkaç kuruş para veriyorsun. Mesela ben 10 Şekel vermiştim. Hem gezdirdi hem anlattı. Kapıdaki bedava turlardan kırmızı olanı seçerseniz, fotoğraf çekmelik çok güzel noktalara da götürüyorlar.
Ermeni ve Yahudi tarafları genellikle sessiz sakin. Baba Hristiyanların alana bir geliyorsun ortam şenleniyor, Arap bölgesindeyse kopuyorsun. Kudüs içinde Arap bölgesinde gezmek oldukça keyifli.
3 günümü bu şehrin sokaklarına ayırdım. Yürümekten nefret eden biri olsam da Kudüs sokaklarında gezmek oldukça keyifliydi. Hep sağdan soldan duymuştum “Baba, Arap bölgesine belediye bakmıyor pislik içinde” İyi de arkadaş sen kapının önünü temizlemiyorsun ki. Yerler çöp, tezgaha yerleştirdiğin meyvelerin çürükleri sokakta ki özel çöp arabası ile gezen 3 adamı sadece Arap bölgesinde gördüm. Yani sen önce bir kapının önünü temiz tutacaksın sonra belediye çalışmıyor diyeceksin. Diğer bölgelerde bu çöpçüler yoktu ha! Yoktu, çünkü temizleyecekleri ortam yok. Tunus için de “Arap baharından önce temizdi, sonra pislendi” diyenler aklıma geliyor. Dostum geç bunları lafı evirip çevirip durma. Kapınızın önünü temizleyemiyorsunuz, önce oradan başlayacaksınız. Ya hu Cezayir’deki atık toplama işini Türk iş adamları yapıyor, daha ne diyeyim? Hani Arap coğrafyasının tamamını gezmesem eyvallah diyeceğim. Gözünü seveyim sallama, ama şöyle ama böyle diye sallama, git gör.
(Sağda beyazlı olan)
Şehri birlikte gezdiğim kafile içinde bir çocuk, yanında gece görüş dürbünü olan uzun namlulu bir M-16 taşıyor. Baya baya M-16 lan. Askerde Akrep, G3, Sarsılmaz, MP5 hepsini gördüm, kulandım. Şu silahı yakından görmek hep istemiştim, olmamıştı.
– Selam!
– Merhaba.
– Bizimle mi gezeceksin?
– Evet, annem ve babam da grup içinde.
– Yakın koruma yani he?
(gülümsüyor)
– Sana bir iki soru sorsam rahatsız olmazsın degil mi?
– Olmam.
– Kaç yaşındasın?
– 17.
– Askersin değil mi?
– Evet.
– Ne zaman bitecek askerlik?
– 3 sene sonra.
3 sene kızlı erkekli tüm ülke askere gidiyor. Yaşlar 17. Çocuk yanımda uzun namlulu silahla geziyor. Açık söylemem gerekirse kendimi hiç güvende hissetmiyorum. Bu hâlde gezen yüzlerce kişi var, özellikle Kudüs surlarının içinde. Bu askerler ile ilgili şöyle kısa bir bilgi daha vereyim. Askerlik sonrasında 6 aylık bir kamu çalışmasıyla devlet her birine yaklaşık 15.000$ para veriyor. Parayı alan Yahudi vatandaş hemen tatile çıkıyor. 3 ay 6 ay 1 sene ülkesine dönmüyor. İsrail’de yaşayan hangi Yahudi ile konuşursanız konuşun mutlaka seyahat etmiştir. Döndüklerinde yaşları oluyor 20-21. Hemen üniversiteye. Devlet diyor ki sen askerliğini yaptın ben de senin 1 senelik yurt veya ev kirası paranı karşılıyorum. Üstüne burs veriyor. 40 yaşına kadar askere çağırılıyorlar. Fakat kadınlar doğum yaparsa muaf tutuyorlar.
400 sene Osmanlı İmparatorluğunun surlar içinde kılıçlı askerleri ile güvenliğini sağladığı bölgede şimdi İsrail askeri var.
1968’de bir Yahudi Mescid-i Aksa’ya girip yakmaya kalkmış. Hâliyle Müslüman yönetimi de o gün bugündür Müslüman olmayan herkese Kubbetü-s Sahra ve Mescid-i Aksa’nın girişini kapatmış ve camiye almıyorlar.
Kapıya gidiyorsun, İsrail polisleri var. Bakıyorum adama ama İsrail tipi yok, bildiğin Arap. Tabi ben kafada yıllarca kodlanmışım. Arap dediğin insan sadece Müslüman olur. Geldik gördük baba. Hıristiyanı var, Yahudisi var, Dürzisi var, Ateisti var, ulan Budisti bile var! Hepsi bu topraklarda yaşıyor. Yani ortamda renkli bir mozaik mevcut. Bu kapıdakiler işte Dürzi olanlar. Bizim büyükbabalar çok küfür eder böyle “lan Dürzinin oğlu” diye. Dinsizin oğlu manasında denir. Fakat Dürzilerin de kendilerine göre dini var.
Neyse polisler girişte durdurdu. Turist giremez!
– Müslümanım yahu Allah’ın evine niye giremiyorum?
– Pasaportunu ver!
Verdik. Pasaporta baktı, bir daha bana bakıp:
– Türk müsün?
– Evet.
– Müslümansın yani?
– Evet.
– Kelime-i şehadet getir!
Kelim-i şehadet ile başlayan sözlü sınav, Fatiha ile bitti. Müslüman olduğuma inandılar. İçeri soktular. Vay arkadaş olaya gel. Kapıda şifre sorar gibi. Derken içerden bir rehberi çağırdılar. Ben gezdireceğim sizi diyor.
– Yok yahu ben rehber istemiyorum. Gerek yok. Ne kadara gezdiriyorsunuz ama öğreneyim.
– 300 Şekel. Her iki caminin tarihini de anlatırım.
– Oha! Ya hu tüm Kudüs’ü bedavaya gezdim. Ayrıca Türk ve Müslümanım, yapıların tarihi hakkında malumatım var. Teşekkürler.
Bu adamlardan uzak durun. Kazıklamaya hazır ve nazır sizi beklerler. Tabi ki bunlar da Dürzi Araplar. Bu arada turistlerin içeriye kabul edildiği, yani avluya kabul edildiği saatlerde girmedim. Turist kabul saatinde içeri gösterilen kapılardan girerseniz size kimse bir şey sormaz.
Neyse Kubbetü-s Sahra’ya girdim. Malumunuz beni bilirsiniz. Öyle 5 vakit namaz kılan biri değilim. Bu demek değildir ki namaz kılmasını bilmiyorum!! Lâkin buraya gelmişken abdest alıp şükür namazımı kılayım.
Muallak taşını gördün mü Gürkan? ( Hz. Muhammed’in Mirac’a yükseldiği nokta) Orta bölümü tadilata almışlar. Tüh… Taş havada mıymış diye sormayın! Evliya Çelebi”nin göremediği havadaki taşı ben nasıl göreyim?! Derken taşın altına inen merdivenleri buldum. O alandaki mihrabın karşısında Hz. Ömer namaz kılmış. Hah nokta burasıdır diyip şükür namazımı kıldım.
Yukarı geri çıkıp, içeride turluyorum. Çok ilginç yahu, öyle bir ortam var ki sanarsın evin oturma odasındasın. Herkes caminin içinde yayılmış yatıyor, uyuyanı, yemek yiyeni var. Kadınlar bir köşede dedikodu yapıyorlar. Bir başka köşede başka kadınlar. Her ortamda olduğu gibi camide de erkekten çok kadın var. Ben de kendimi halıların üzerine bırakıyorum. Halılar kokuyor mu ne? Valla kokuyor. Ama normal bunca insan girip çıkıyor da belli aralıklarla da temizleniyordur fakat bunu daha sık yapmaları gerekiyor! Bu arada içeride tavan fotoğraflarını çektiğimi gören görevli yanıma geliyor. Müslüman olup olmadığımı sorduktan sonra da camiye Kur’an-ı Kerim hediye edip etmeyeceğimi soruyor? Ee, alayım bir kitap ne kadar? 40$ diyince. Hiç ikilemedim OHAAAAA.
Burada imamın diyeceği söz “Gönlünden ne koparsa onu ver” olmalıydı. 40$ nedir arkadaş. Böyle adamları nasıl içeri sokuyorlar? Neden bu adamlar bu noktada çalışıyor ki?
Coğrafya’da kimin hangi dine inandığı veya hangi milletten olduğu öyle karışmış durumda ki bir yabancının anlaması hakikaten zor. Şimdi bu yazıyı Kudüs’te yaşayan Müslüman Filistinli okuduğunda
“Gürkan abi sana bu kitabı satmaya çalışan kişi Müslüman değil. O bir Dürzi veya İsrail vatandaşı olan bir Arap” deme ihtimali yüksek. Doğru olabilir fakat kim olduğunun bir önemi de yok!
İbadet yerleri her dinden her milletten herkese açık olmalı. Çünkü bu noktalara Allah’ın evleri olarak bakarız. İçeriye giren herkesin de bu ortamların adabına, kurallarına uygun olarak hareket etmesi beklenir. Ürdün’de Muhammed amcanın dediği aklıma geliyor. “İslam bu toprakları terk edeli çok oldu”.
Kudüs surlarının içinde Ermenilerin, Yahudilerin, Hristiyanların ve Müslümanların kendilerine ait ibadethaneleri ve yaşam alanları var. Osmanlı İmparatorluğu tarafından yaptırılmış 4 kilometrelik surların içinde yer alan insanlar kardeşçe yaşıyorlar demeyi çok isterdim.
Kudüs’te öyle bir noktaya geldim ki. Çıktığım noktada Kıyam Kilisesi gözüküyor, karşımda ağlama duvarı, sol tarafta Kubbetü-s Sahra, sağımda Mescid-i Aksa. Bu alana tam öğlen vakti gitmiştim ve çok güzel bir ana tanıklık ettim. Ağlama duvarında Yahudiler ibadetlerini yaparken, arkalarından Ortodokslar geçiyor. Bu arada Kıyam Kilisesinin çanları çalıyor ve Mescid-i Aksa’dan ezan sesi yükseliyordu…
Dünya turumda o kadar çok ana tanıklık etmiştim ki hani insan gözlerini kapatıp hepsini hatırlamaya çalışır ya, gözlerim açık o manzaraya bakarak bütün o anılarımı gülümseyerek seyrettim. İşte olması gereken buydu. O an işte bütün bu savaşları bitirecek bir güce sahip olmak istedim. Acaba böyle bir güce nasıl sahip olunurdu. Acaba dünyanın barış elçisi nasıl olunurdu? Aklımdan çok şey geçti o an. Sonra bir hüzün kapladı içimi.
Başka bir gün tekrar camilerin olduğu alana gittim. Avluda oturmuş insanları seyrediyordum. O gün turistlerin avluyu gezmeleri için izin veriliyordu.
Turistlerin girdiği alanda bir grup kadın oturmuş kendi aralarında sohbet ediyorlar. Ortadaki kadın vaazını bitirdikten sonra kadınlar tekbir getiriyor. Yabancılar da bu anın görüntüsünü çekiyor ve fotoğraflıyorlar. Eh dün aynı saatte bu noktaydım hiç böyle bir durum yoktu. Oturup seyrettim. Hakikaten içeriye turist kafilesi girdiğinde ve yanlarından geçerken konuşan kadın daha gür sesle konuşuyor, bir şeyler dediğinde diğerleri de hep birlikte tekrarlıyor. Abdest almaya giderken zeytin ağaçlarının altında oturan amcaları da biraz seyrettim. Hepsi kendi hâlinde. Yukarı doğru yürüyorum kapının o tarafta bir kadın Arapça çığlıklar atıyor. Lan, ne oluyor? Tempomu bozmadan yavaş yavaş yürüyorum. Beyaz çarşaflar içindeki kadın, polislerin durduğu kapıya doğru bağırıyor. Kapıdaki polisler hafif içeri doğru girmiş hepsi ayakta. Bu arada sesi duyan turistler de o kapıya doğru yöneliyor. 4 tane Yahudi genç içeri girmeye çalışıyor. Polis de önlerinde durmuyor. Önleri açık çocukların, hani isteseler içeri girebilirler fakat yemiyor belli. Bu arada bir iki Arap genç geliyor görüntü çekmeye başlıyor. Kameralarım yanımda fakat o an görüntü çekmek istemedim. Kadını ve adamları dikkatlice seyrediyorum. Ne zaman ki arkaya turistler de geldi, işte o zaman Yahudiler bir iki adım atıp kapının altına geldiler. Polisler hala bir şey yapmıyor. Kadının yanına başka kadınlar da geldi. Hep beraber bağırıyorlar. Yanlarına gelen Müslüman erkekler o anın görüntüsünü çekiyorlar. Arka tarafta 50 küsür kadar daha yabancı bu anı çekiyor.
O an kapıya görüntüleri çekmeye gelen Müslüman genç bana bakıyor “Khan how are you?” diyince şaşırıyorum. İyiyim diyip birbirimize sarıldık. Nerede tanıştığımızı hatırlamıyorum ama ne Kudüs’te ne de Ürdün’de tanıştım bu gençle. Çok garip bir andı. Khan adı ile bana seslenen bir ülke vardı, onlar da Cezayirliler. Bu arada görüntüyü çekmeye devam ediyor.
“Görüyorsun di mi işte bizi hep böyle kışkırtıyorlar”
Bu sırada turistler de arka planda yerlerini aldı ve oyun başladı. Yahudi gençleri beden dili kullanarak o elleri öyle bir yana açtılar ki:
“Bakın biz bir şey yapmıyoruz. Sadece içeri girmek istiyoruz. İşte görüyorsunuz, Müslümanlar nasıl bağırıp çağırıyorlar. Sizler özgürce gezebiliyorsunuz içerde ama biz gezemiyoruz”
Bu resmen yabancıların bu görüntüleri çekmesi içi yapılan bir şovdu.
Genç arkadaşa veda edip yanından ayrıldım. Kapıya doğru yürüdüm. O kapıdan çıkıp Arap bölgesinin içinde dolanacağım. Biraz önce bir Arapla selamlaşmıştım eh hâliyle o kapıya doğru yürüyünce de biraz tedirgin oldular. Polis de bana bakıyor. Fotoğraf makinem üstümde. Arap da değilim. Kapıdaki polis de Türk olduğumu biliyor. Peyotları öyle fazla uzun değil bu gençlerin. Çocuklar (Peyot Yahudilerin yan taraflarındaki uzun saçlar) altlarında kotları, sırtlarında çantaları, kafalarında kipaları (Yahudilerin taktıkları takke). Yanlarından geçip Arap bölgesinin sokaklarında gezmeye başlıyorum. Tam ara sokaklardan birine dalacağım, ön tarafımda 4 tane kız yürüyor. Arkalarından 4 tane genç, Arapça laf atmaya başladı. Kızlar hiç oralı değil. Yani taciz olayı da dünyanın her yerinde var. Arkadaş rahatsız etme kadını!
Kubbetü-s Sahra’nın arka sokakları o pazar alanın kargaşasına rağmen oldukça temiz. Sokaklarda hareketlilik, samimiyet hemen göz çarpıyor. Eminim bu caddeden bisikletle geçiyor olsaydım mutlaka evlerden birkaçına misafir olurdum. Şam kapısının o taraf kadar yürüdüm. Çok güzel ve otantik. Oturup bir şeyler içmelik mekânlar var. Onlardan birine oturup sokağın hareketliliğini seyrettim.
Bu arada Filistin ve İsrail’de Starbucks yok, Beytüllahem’de bir tane açmak üzerelerdi (Batı Şeria’da). İsrail’de Shell, BP, Total ne bileyim aklınıza hangi bezin markası geliyor bilmem bunların hiç biri yok. Hatta dünya genelinde popüler olup bu bölgede olmayan tonlarca marka var. Yani adamlar kendilerine karşı olan veya cart curt yapan her markayı şutlamış ülkeden. Öyle lafta bırakmamışlar boykot olayını. (Bu arada ülkeye mal göndermeyen ülke sayısı da az değil.) Türkiye her alanda mal gönderen bir ülke diyebilirim. Gıdadan, beyaz eşyaya, tekstile kadar her şey var. Filistin ve İsrail pazarında gayet rahat ulaşabiliyorsun.
Bir akşam Ayhan Komiserle bulup dışarı çıktım. Ülkenin Starbucks’ı sayılacak bir yere gittik. Harbiden adamlar birçok alanda kendi markalarını üretmişler. Ülkeleri de mekânlar da tıka basa dolu.
Falih Rıfkı Atay’ın ”Zeytin Dağı” eserini Kudüs’e gelmeden önce okudum. Kudüs seyahati yapacak kişilerin bu kitabı okumasını öneririm. Dönemin Osmanlı yönetimi, Cemal Paşa yönetimi ve daha bir çok detay gözünüze çarpacak. Kubbetü-s Sahra’dan Zeytin Dağı’na veya Zeytin Dağı’ndan Kudüs’e mutlaka bakın.
Gezmeye devam edelim bakalım daha neler göreceğim.