Şu sınır kapılarından bir kere de normal geçsem valla hayret edeceğim… La nerede Umman gümrüğü!? Pasaporta mühür vurulacak, ortada kapı namına bir şey yok. Birleşik Arap Emirlikleri’nden de çıktım. Hayır, geri dönüp sorayım diyeceğim, içeri almayacaklar. Kapıdaki adamlar İngilizce de bilmiyor. Aha şurada bir Arap var. Ona bir sorayım:
– Alo! Hemşerim bak hele bir! ( Arap coğrafyasında 2 sene gezince artık hemşerim tabi)
– Hoş geldin.
– Hoş bulduk. Yahu burada gümrük nerede?
– 50 km ileride burada gümrük yok.
Adam bunu deyince dalga geçiyor sandım. Nasıl yani?! Eee, şehre girdik! GPS’den bakıyorum Al-Buraime şehrinin içindeyim. Umman’a girmiş gözüküyorum fakat pasaportta mührüm yok. Pasaportta mühür yoksa giriş tarihin belli değil demektir. Bu da sıkıntı. Farz edelim bir hırsızlık oldu veya birileri ile kavga ettim. Fiziken ülkedeyim, fakat evrakta resmî olarak ülke içinde gözükmüyorum. Hemen girişin yanında bir otel vardı. Resepsiyona gittim. Denk geldi, otelin sahibi de oradaymış. Yardımcı oldu. Sınırı geçtikten sonra 50 km ilerideki gümrük alanına gidip mührü vurdurmam gerekiyormuş. Saat oldu öğlen 13:00. Valla hiiiiiiççç yardırıp pedallayamam. “Bana indirim yaparsanız bugün otelinizde kalmak istiyorum. Bisikletle Türkiye’den geldim.” dedim. Adam hemen otel fiyatında yarıya düştü ve 14 dolar aldı. Bana bir de taksi ayarladı. Onla da konuştu 80 km yola 6 Umman Dirhemi verdim. Maskat’ta taksi bu paraya 5 km götürmez. Bisikletimi otele bırakıp. Taksi ile Mahdah istikametindeki sınır kapısına gittik. Bu istikamet benim bisikletle gideceğim yol değildi. Damga vurdurup çıkacağız, işlem çok kısa. Görevlinin yanına gittim. Vizeyi inceledi. Tam damgayı vuracaktı; nedendir bilmiyorum içime doğdu ve “Bir aylık değil mi bu vize, bir yanlışlık yok?” dedim. “Hayır 10 günlük vizeniz var.” Dendi. Hahahah. Ulan nasıl 10 günlük vize var. Dubai’de dedim adamlara ben bir aylık vize istiyorum diye! Adam bana gitmiş 10 günlük vize vermiş!
– Tamam üstü neyse vereyim 1 aylık olarak uzatın.
– O şekilde olmuyor, yeni vize almanız lazım.
– Yahu vize var zaten damga şeklinde. Normal vize değil. Üzerine kara kalemle yazın.
– Hayır o şekilde yapamıyoruz.
Neticede yeni vize aldım. Gitti 200 Riyal. Taksiden, otelden yırttık derken meğersem parayı buraya vermek için yırtmışım. Vardır her işte bir hayır, bu geçişinde böyle olması gerekiyormuş. Geri dönüp otele yerleştim. Hazır fırsat bulmuşken şu bisikletle ilgileneyim. Bisikletin dinamosunda bir sıkıntı var. Ya elektrik üretmiyor, ya transistör bozuldu ya da bataryanın ömrü bitti. Bir türlü bulamadım. Suudi Arabistan’da kaza yaptığımda bisiklet ön tekerden çok ciddi bir darbe almıştı. O zamandan beri var bu sorun. Otelde kontrol kalemi bulamadım. Alet çantamdan bir metal çıkardım ikiye bölüp pozitif ve negatif uçlara değdirdim. Bu arada tekerleği de döndürdüm. Hımmm, akım var. O hâlde sorun başka noktada. O tarafları da ben yapamam, elektrikçi şart. Şehrin koca sanayisinde bu işi yapabilecek birini bulamadım. Hâliyle de yaptıramadım ve bu şekilde kaldı. Çantalar yırtıldı ve ek yerlerinden açılıyor , ön jantımın yanakları eridi, ayakkabımda delik var… 🙂 Neyi kastırıyorum ki? Yani bazı şeylerin değişmesi şart. Fakat bendeki inay du bakalım ne kadar daha gidecek. Patlayacaklar bir yerde belli.
Şehirde Maskat Bankasından para çekmeye gittim. 1 Umman Riyali 2.5$. Bir adet 1.5L su 1.5 TL. Maskat dışında fiyatlar ucuz diyebilirim. Tıka basa öğlen yemeği yiyorum, 2$ tutuyor. Yolda çoğunlukla makarna yaptım. Günlüğü arazide 5 dolara denk geldi Umman seyahatinin. Şöyle bir durum oldu: Bankamatikten sadece 20 Riyal para çekebildim (50$), daha üstünü çekemedim. Hesapta para vardı, fakat vermedi. Diğer kartlarımı denedim onlarla da alamadım. Kredi kartımdan denedim, ondan da 50$ çekebildim eh bu para yolda bana yeter, hatta bitiremem bile. Fakat para kartlarımın çalışmadığının bilinmesinde fayda var.
Konakladığım otelin resepsiyonundaki çocuk Mısırlıydı. Mısır hakkında biraz sohbet ettik. Ülkesindeki karışıklıktan dolayı üniversite sonrası yurt dışına çıkmış. Arapça ve İngilizcesi olduğu için de bu coğrafyaya gelmiş. Hedefi Dubai’deki otellerden birinde çalışmak. Hiç şüphem yok kısa bir zamanda orada iş bulacaktır. Tokyo’dan sonra inşaatın asla bitmeyeceğine inandığım ikinci şehir.
Kıyı şeridine inmeyeceğimden dolayı Al-Buraimi’den Al-Sunainah’a ve oradan İbri istikametine doğru devam edeceğim. Yaklaşık 160 kilometrelik bir çöl gözüküyor. Google Map’ten şöyle bir bakındım. Ulan gene bir halt gözükmüyor, ortamda bomboş. Tedarikli gideyim. Dubai’de verdiğim uzun aradan sonra hâlâ tam tur performansına ulaşamadım. Açık söylemem gerekirse o büyük aradan sonra vücudumda biraz ağrı sızı bekliyordum ama sıkıntısız yola devam ettim. Günde 70 km’de sabitledim durumu. Bu alanı da iki günde geçerim.
Bu arada Birleşik Arap Emirlikleri’nden çıktıktan sonra ortam da ciddi anlamda değişti. Yolun kalitesi olsun, mimari ve çevre temizliği olsun bir çok şey daha farklı. Fakat en önemli özellik Umman halkının çalışıyor olması. Arap Yarımadası’nda yerel halkı hiç taksici veya kasiyer olarak görmemiştim. Hatta sonradan öğreniyorum ki ülkede sadece Umman vatandaşları taksici olabiliyormuş. Her ailede mutlaka bir veya iki tane taksici var. Büyük şehirlerle köylerdeki fiyatlar arasında uçurumlar da var diyebilirim.
Arka yolu tercih ettiğimden dolayı yanımdan geçen araç sayısı da oldukça azdı. Kimse durmadı veya korna çalan da olmadı. Yola çıktıktan yaklaşık 50 kilometre sonra farklı bir gümrük kapısına geldim. Polisler beni görünce tabi hemen kenara aldılar. Pasaportumu göstermem için yolun yanındaki yapıya yönlendirdiler. Polis pasaportuma bakıyor ve Arapça “Yahu bu adam ta diğer kapıya gitmiş, vizesini oradan almış, buraya geliyor” diyor. Zaman içinde artık Arapçayı ufaktan ufaktan da anlamaya başladım. En azından konunun ne olduğunu anlıyorum. Geçiş damgasını vurup bisikleti ve beni gümrük alanına yönlendiriyorlar. Hadi bakalım şimdi neler olacak.
Çantaları açmam istendi. Önlerden başlıyorum ki arka çantaya belki bakmazlar hani… İnceliyorlar aynı zamanda tebrik ediyorlar. Taaaa Türkiye’den gelmişsin falan… Müdürleri de geliyor. Her türlü yardımı yapmaya hazır olduklarını söylüyor. Ülkelerine hoş geldiğimi dile getiriyor. Derken arka çantayı açmamı istediler. Arka çantayı açtım, tepede çadır var. Onu çekti çıkardı.
– Bu ne?
– Fotoğraf çekmek için.
– Bu ne peki?
– O da onun kumandası.
– Helikopter yani bu.
– Evet.
– İşte bu sorun!!
– Neden sorun olsun? Sebep?
Bilmemezlikten gelmek her zaman iyidir. Umman devletinin insansız hava araçları ile ilgili çıkardıkları bir yasa bile var ülkede.
– Askerî üstlerin yukarıdan videosunu veya fotoğrafını çekebilirsin.
– Askerî alanların fotoğraflarını çekecek kadar aptal biri değilim. Uzun yıllardır bu alet yanımda (Yalan daha yeni aldım). Onca ülke gezdim bir sorun çıkmadı.
Uzun bir sohbetin sonucunda adamları ikna etmeyi başardım. Aslında bu konu ciddi. İnsansız hava araçları ile öyle elini kolunu sallaya sallaya “Selam, ben geldim. Ülkenizi turist olarak gezeceğim.” Demek, üstelik hiçbir izniniz olmadan bu aleti de yanınızda sokmak çok zor. Zaten bu helikoptere büyük ihtimal bir ülkede el koyacaklar ve hatta kullanırken yakalanırsam tutuklanma ihtimalim bile var. Evet, diplomasi adabını bilirim. Evet, ağzım da iyi laf yapar. Fakat papaz her zaman pilav yemez.
Bu arada ülke değiştirdik diye sıcaklıkta bir değişiklik olmadı. Termometrem hâlâ 50 ile 57 arasında gidip geliyor. Fakat burada farklı bir tecrübe daha kazandım. Yorulduğum yerde veya uygun gördüğüm yerde durup çadırı kurardım. Bir gece gene aynısını yaptım. Ortam gayet uygun gözüküyordu. Açık gökyüzü, çok az kumluk, biraz taşlık bir alan. Çadırın tüm pencereleri açık olmasına rağmen geceleyin inanılmaz terledim. Hatta bir ara dayanamadım dışarıya çıktım. Dışarısı gayet iyi, pencereler de açık, içerisi niye bu kadar sıcak? Şişme mata oturdum. Arkadaş bu mat hala sıcak! Sanki üstünden yeni kalkmışım gibi. Matı kaldırdım elimi yere değdim. Farklı bir sıcaklık var. Çıktım dışarıya yerdeki taşları elime aldım. Heeee. Ulan bunlar volkanik taş. Şimdi anlaşıldı sıkıntı. Bu konuya da artık dikkat edeceğim. Daha önce taşlara hiç dikkat etmiyordum. 6 senedir gezerim. Kaç defa çadır kurdum, kamp yaptım sayısını hatırlamam imkansız. Yolculukta öğrenim süresi yolculuk boyunca devam ediyor. Yaşadıklarımı ve gördüklerimi paylaşıyor veya sohbet içerisinde kullanıyorum. Uzmanı olduğum bir konu yok.
Gene bir gün pedallıyorum hava da hakikaten çok sıcak. Ulan şuralarda bir yerde benzinlik olaydı iyi olurdu. Kıyafeti falan ıslatır serinlerdim dedim. 2 kilometre ya gittim ya gitmedim. Yol kenarında bir yapı içinde de elektrikle çalışan su sebili çıktı karşıma. Bir vatandaş çölde sondaj atmış, çıkan suyu filtreye bağlamış bölgeden geçen elektrik direğinden de kaçak elektriğini çekmiş. Buz gibi su akıyor. Sağ olasın. Bak bu şeye benzedi: Cezayir de ki yağmur olayına veya Türkmenistan’daki ekmeklere veya Finlandiya’daki kahveye veya, veya, veya, veya… (Bu paylaşımı Facebook’ta yapmıştım, Allah razı olsun demedim diye tepki veren vardı. Bir de beni bilen biri. Yani yazıları da takip ediyor, inançlı biri olduğumu da biliyor. O an orada bunu diyebileceğimi düşünemiyor, üstüne üstlük yazıya dökmedim diye de bozulup sitem ediyor. Yenilere güzel dille her şeyi izah ederken eskiyi kaybettik…)
İbri yoluna girdiğimde yol baya hareketlendi fakat hızlar sabit. Çünkü adamlar her 4 km’de bir radar koymuşlar. Güneş enerji panelleri ile çalışıyorlar. Hız limiti 120 km. Gene bu yol üzerinde tarihini bilmediğim dönemlerde yapılmış su kuyuları mevcut. Alanlar restore edilmiş ve günümüzde de hâlâ kullanılıyor. Birinin içine girmeye çalıştım fakat kapısı kilitliydi.
İbri şehrine vardığımda yol üstünde Turizm Bakanlığına ait bir bina görünce ilk oraya gittim. Hani belki bir misafirhaneleri vardır, ağırlarlar. Fakat bu sefer yemedi. Hemen bir yere telefon açıp otel fiyatı aldılar. Evine misafir eden, ağırlayan da olmadı. Gittim otelde kaldım. Orası da bisikleti görünce hemen yarı fiyatında indirim yaptı, sağ olsunlar. Portekiz kalesi olan İbri kalesine o gün giremedim fakat çevresindeki pazar alanını ve eski yapıları gezme fırsatım oldu. Pazar alanında ya terzi var ya da berber. Hele bir alan vardı. Yan yana en az 15 berber dükkanı. Bir yerde sordum yahu bu berber dükkanları bu ülkede neden bu kadar fazla? Dinî veya özel bayramlarda tüm erkekler berbere giderlermiş. Hâliyle var olan berber sayısı da bu duruma yetmezmiş.
Şehirden ayrılırken de teredütte kaldım. Gideceğim istikamette iki yol vardı. Acaba hangisini seçsem? 🙂 Gün içinde karar verip seçtiğim yolun ne kadar da doğru bir yol olduğunu yaşayarak gördüm. Çünkü beni Ahmed ile tanıştırdı. Şehirden çıktıktan tam 60 km sonra ilk markete denk geldim. Yol kenarında küçük bir bakkaldı. Hemen arka tarafında da eski yapılar vardı. Önce bakkaldan birkaç su ve yoğurt aldım. Marketteki genç çocuk benle gayet güzel İngilizce konuşuyordu. Şaşırdım ve gülümsedim. Aldıklarımla çıkıp hemen yandaki caminin avlusuna girdim oturdum. Biraz atıştırdım. Sonrasında betonun üzerine uzanarak biraz kestirdim. Uyandığımda tam öğlen namazı vakti gelmişti. Bir baktım o genç çocuk camiye doğru geliyor.
– Öğlen yemeğini yedin mi?
– Yedim sayılır.
– Eğer yemediysen buyur gel evimde birlikte yiyelim.
– Yemeğe değil ama çay ve kahveni içip sohbet etmeye evine gelirim.
– Memnun olurum.
Ahmed, Maskat Üniversitesi Deniz Bilimleri Fakültesinden geçen sene mezun olmuş. Hah şimdi neden bu kadar iyi İngilizce konuştuğu anlaşıldı. Maskat’ta iş bulamamış, köyüne geri dönmüş. Kuzeni ile bir market açmış, onu işletiyor. Köyün doğusunda yer alan Damm köyünde alabalık çiftliği kurmuş, balıkları yetiştirmiş ve satmış. Çok uğraş ve zaman aldığından devamını getirmemiş. Bu arada devletten bir sene boyunca da 500$ işsizlik maaşı almış. Arap misafirliğinde artık alışık olduğum, evin yan tarafında yer alan meclise yani büyük salon kısmına geçip yere oturduk. Önce kardeşlerini getirdi, tanıştırdı. İçerde ailesine benden bahsetti ve yemek hazırlanmasını istedi. Yemek hazırlanırken kardeşleri de bana çay ve kahve ikramında bulundular. Muhabbetimize ilerleyen dakikalarda babası da katıldı. O da gayet iyi İngilizce konuşuyordu. Kendisi bölgedeki Shell firmasının kamyon şöförlerinden biri. Türk olduğumu bildiğinden:
– Cumhurbaşkanınız Erdoğan… Nasıl, beğeniyor musun?
– Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanıdır. Çok uzun süredir ülkede değilim. Siz neler düşünüyorsunuz?
Bu şekilde konuşmamın sebebi onun bana anlatacaklarını dinlemek. Benim görüş ve düşüncelerimin bir önemi yok. Ummanlı bir vatandaş ne düşünüyor. 10 Arap devletinde de Tayip Erdoğan’ı halktan dinledim. Seveni de var çok fazla, sevmeyeni de var.
– Savaşı bitirmesi lazım. Eskiden onu çok severdim fakat Türk halkına, Kürt halkına ve Suriye’ye yaptıklarından dolayı artık sevmiyorum. Bölgede savaşın ve gerginliğin sebebi kendisidir. Türkiye geçmişte de olduğu gibi istese bu bölgeye huzuru getirir.
Kahveden bir yudum aldım ve hemen önümde duran hurmalardan birinin tadına baktım. Güzeldi. Bu sırada evin dekorasyonunu inceliyorum. 10 sene öncesine kadar oturma takımları yokmuş. Sadece misafir geldiğinde orada otururlarmış. Yoksa hâlâ şu anda oturduğumuz gibi yerde oturuyorlar. Ne konuşuyorduk: Cumhurbaşkanı Erdoğan. 5 senedir bisikletle dünyayı geziyorum ve Türk dış politikasının bu süreç içinde nerden nereye geldiğini dışarıdan gözlemledim. 42 ülke gezmişim yerli yabancı kaç diplomatla tanışıp sohbet ettiğimi hatırlamıyorum. Yolculuğumda edindiğim tecrübe, Dış İşleri Bakanlığı ile olan yakınlığım, gittiğim ülkelerdeki devlet yetkilileri ile olan diyaloglarım, politikaya, siyasete, halklara ve sınırlara bakış açımı değiştirdi. 5 senelik seyahat hayatımın sonunda bazı tecrübelerden ve bilgilerden de rahatsız olmaya başladığımı söylememin bir sakıncası yok sanırım. Konuşacak, anlatacak çok şey var fakat her zaman olduğu gibi o anda da susma hakkımı kullanıp Ahmed’in babasını dinledim. Kendi doğrularımı veya bildiklerimi paylaşmam bir şeyi değiştirecek mi? Hayır
– Gürkan bugün burada kalırsan seni Bat’taki anıt mezarlara götürürüm. UNESCO orayı koruma altına aldı ve bazı mezarları düzenledi.
– O mezarları Al-Ayn’da diye biliyordum.
– Hayır iki yerde var.
– Tamam o hâlde. Tabi ki de kalırım, bir acelem yok.
Arabayı getirmesi için kuzenine bir telefon açtı, sonrasında birlikte yola çıktık. Madem böyle bir yere gidiyorum, o hâlde şu Drone’u da alıp bir uçuralım bakalım. Biliyorsunuz ki arka çanta değişti. Arka çantanın değişmesinin sebebi artık bisikletin arkasında bir insansız hava haracının bulunması 🙂 Yavaş yavaş yeni aldığım ekipmanları da kullanmaya başladım.
Arabada giderken bölge halkı hakkında sorular sormaya devam ediyorum. İlk sorum gene eğitim sistemi ile ilgili oldu. Umman’da öğrencilere aylık 500$ gibi bir para veriliyormuş. Eğer kız öğrenciysen ve kampüs içindeki yurtlarda kalırsan konaklaman, yediğin-içtiğin her şey bedava. Bu Arap ülkesinde kız ve erkek öğrenciler birlikte eğitim alıyor. Böylelikle Fas, Cezayir, Tunus, Ürdün, Filistin, Bahreyn ve Umman’da eğitim sisteminin karma olduğunu öğreniyorum. Fakat kızlarını sadece kızların gittiği bir okula göndermek isteyen aileler için de alternatif okullar var. Suudi Arabistan genelinde okullar kız ve erkekler için ayrıydı. Fakat bir-iki üniversite ve Türkiye Cumhuriyeti’nin eğitim kurumlarında karma sistem vardı. Mekke ve Medine haram bölgeleri hariç. Katar Devlet Üniversitesinde kız-erkek öğrenciler ayrı. Yine Birleşik Arap Emirlikleri Devlet Üniversitesinde kız-erkek ayrı. “Ya evlilikler nasıl oluyor, başlık parası gibi bir uygulama var mı?” diye soruyorum. “Parayı gelinin ailesine vermeyiz. Direkt geline veririz. Sonrasında o para ile ne yaparsa yapar, damadı ilgilendirmez.” cevabı geliyor.
Muhabbet esnasında bana göstermek istediği yere de varıyoruz. Anıt mezarların 3000 yıllık bir tarihi olduğunu söylüyor Ahmed. Bölge ile ilgili internetten ufak bir araştırma yapıyorum fakat pek bir şey çıkmıyor. Geniş bir vadinin içinde, nerdeyse elliye yakın mezar var. Fakat belli bir alan restore edilmiş ve bu hâle getirilmiş. UNESCO da koruma altına almış. Yani işte öyle bir tabela var, bir de çit var. Bunun içinde de 6 tane anıt mezar.
– Ahmed bunları kim yapmış bir bilgin var mı?
– Hayır Gürkan bu konuda bir bilgim yok. Fakat 2 ay önce bölgede araştırma yapan Alman arkeologlar bir taş tablet buldular. Aynı döneme ait olduğunu da söylediler. İbranice yazılmış bir tablet.
– Ehh normal. Zaten bu bölgede Müslümanlık öncesi oldukça fazla Yahudi vardı.
– İbri şehrinin adı zaten İbranice. Bu bölgede eskiden Yahudilerin yaşadığını biliyorduk fakat kanıt yoktu. Bu tabletle kanıtlanmış oldu.
İlerleyen günlerde Maskat’ta yaptığım müze ziyaretinde, müze müdürü de böyle bir tabletin bulunduğunu onayladı. Bölge hakkında bilgi paylaşımının az olmasını da kazı ve araştırma ekibinin henüz çalışmalarını yayınlamamalarından kaynaklı olduğunu söyledi. Önümüzdeki yıllarda internette bu bölge ile ilgili daha çok veri bulunacak.
Ertesi gün bisikletle yola çıktığımda bu sefer aynı mezarları daha farklı bir köyde tekrar gördüm. Al-Ayn köyünde bulunan bu mezarlıklara ulaşmak, diğerine nazaran biraz daha zor. Ufak bir tepeyi tırmanmam gerekti. Fakat manzara süperdi.
Bu bölgede 1400 metre irtifaya kadar çıktım. Hava sıcaklığı da 36 C°’ye kadar düştü. Çok uzun zamandır hiç bu kadar rahat nefes aldığımı hatırlamıyordum. Ağustos ayında her akşam saat 18:00’den sonra yağmur yağdığını söyleyebilirim. Dağlarda gezdiğim süre boyunca hemen her akşam yağdı. Fakat Maskat’a geldiğimde hava oldukça nemli ve sıcaktı.
Maskat şehrine gidene kadar önümdeki 3 şehirde daha durdum: Bahla, Nizwa ve Bıdbıd. Bu üç şehirde de Türk vatandaşlarımızı bulmak mümkün. Bahla kalesinin tam önündeyken Ummanlı Süleyman yolumu kesip:
– Arkadaşım muhteşem bir şey yapıyorsun, ülkemi bisikletle gezmene hayran kaldım. Lütfen bu gece evimde misafir ol.
Arabasından bu şekilde inip evinde misafir etmek isteyen kişiyi tabi ki de kırmam. O gün kendisinde misafir oldum. Akşam da beni bir Türk lokantasına götürdü. Lokantanın sahibi Hüseyin. Süleyman, “Gürkan, sen İngilizce konuş. Ben Türk olduğunu söyleyeyim, bakalım inanacaklar mı.” dedi. Seyahatimde bunu birkaç defa yaptım. Bazen Türklerle İngilizce konuştuğum da oldu 🙂 Yabancıların kafasında oluşturdukları Türk ve Müslüman imajına hiç uymuyorum. Hâliyle Hüseyin de beni yabancı sandı. Hatta Türk olduğumu öğrendikten sonra misafir etmek istedi, sağ olsun.
Fakat Süleyman’la kalıp onun çalışma hayatını ve Umman’daki sosyal hayatını yakından inceleyip görmek istedim. Bu yüzden iki günümü kendisi ile geçirdim. Çalışma hayatı, evlilik hayatı, babadan kalan miras hikâyesi hakikaten enteresandı.Umman’da ikinci eş olayı biraz daha sıkıntılı gibi. Bazı erkeklerin ikinci eşleri var fakat diğer eşlerinden bunu saklıyorlar. Bu durumda olan 3 kişi ile tanıştım. Halbuki diğer Arap ülkelerinde durum gayet rahattı.
Bahla’dan sonra Nizwa’ya geçtim. Burada da Türk vatandaşlarımız evlerinde davet ettiler, sağ olsunlar. Nizwa şehri ülkenin eski başkenti. Ara mahalleleri bisikletle geçerken 400-500 senelik eski şehri görmek de mümkün. Aynı durum Bahla için de geçerli. Bu iki şehirde çok güzel eski şehir kalıntıları var. Fakat bakımsızlıktan harap ve çöplük içindeler. Bu harap evlerde yaşayan Pakistanlı ve Hindistanlıları da gördüm. Ev kiraları oldukça pahalı olduğundan bir şekilde bu evleri oturulacak bir duruma getirip buralarda kalıyorlar. Para veriyorlar mı, vermiyorlar mı bu konu hakkında bir bilgim yok.
Yine yol üstünde yer alan Bıdbıd şehrinde 16. yy’dan kalma Bıdbıd kalesine uğradım. Hatta bu kalenin içinde bir gece de çadırımı kurdum. O gün çok nemli ve sıcak bir gündü. O dönemde askerlerin duş aldığı kale içindeki kanal suyu ile ben de duş alayım dedim. Görünürde su berrak ve temizdi. Bu suyla duş almak da gayet iyi gelmişti fakat akşamına sıcağın da etkisi ile tenim sidik kokmaya başlamıştı. Yani olacağı buydu zaten. Böyle evlerin önünden geçen suyla duş alırsan gayet normal 🙂
Sabah erken bir saatte kalkıp Maskat’ın yolunu tuttum. O sidik kokusu terle birleşince de etki alanı genişledi. Haha 🙂 Tabi ki şehre girmeden bir benzinliğe gidip lavabodan şişeye doldurduğum sularla bir duş daha aldım. Şehrin hemen girişinde de elçilikten Mehmet Bey beni karşıladı. Onların eskortluğunda Umman bisiklet takımı ile buluşmak için stadyuma gittik. O noktada Umman Bisiklet Federasyonu Başkanı ve Büyükelçimiz de beni bekliyordu. Düşündükçe gülüyorum. Ya o sularla bir ikinci duş almasaydım! Abooo, yıkılırdı valla herkes kokudan. Hahaha. 🙂
Maskat’ta kaldığım zaman zarfında Büyükelçimiz Uğur Bey ve elçilikte çalışan arkadaşlarımız çok yardımcı oldular. Özellikle Mehmet, işinden zaman buldukça beni gezdirdi. Ayrıca Kanber abim de çok yardımcı oldu.
30 Ağustos Zafer Bayramı resepsiyonuna da gene burada katıldım. Bir gün Mehmet sohbet sırasında “Eğer görüşmek istersen, Osmanlı hanedan üyelerinden Selim Süleyman Osmanoğlu burada yaşıyor.” dedi. Hiç ikilemedim “Tabi ki! Eğer müsaitse görüşmek isterim.” dedim.
Bu olayı Facebook sayfamda paylaşmış ve gelen yorumlara inanamamıştım. O gün şu olayı daha net anladım: Facebook takipçilerimin %80’i internet sayfamda yazdıklarımı okumamışlar. Özellikle de gençler.
Yorum yazan gençlerden biri 3 yaşındayken Ak Parti seçimle iktidar parti olmuş ve hükûmeti kurmuş. 16 yaşına gelmiş aynı parti ülkeyi yönetiyor. Büyük ihtimal ailesi ve çevresi de Ak Partiyi desteklemiyor. Mustafa Kemal hayranı. Mustafa Kemal öncesini de bilmiyor veya bilmek istemiyor. Onun için Türk tarihi ve Türkiye 1923 ve sonrası. Osmanlı padişalarından birinin torunu ile buluşacağımı duyunca ağza alınmayacak sözleri sayfaya yazmış. Sadece bu çocuk değil beni tanımayanlar da küfürleri ardı ardına dizelemişler. Elimden geldiğince facebook sayfamda herkese edeplice cevap verdim. Ne yapayım, küfür mü edeyim veya bağırarak “GEL LAN BURAYA SEN KİME DİYON BUNLARI HAA” mı diyeyim? Bunlar yerine “Rica ediyorum sayfamı okuyun” dedim. Ama gelen cevap “Senin sayfanı okumak zorunda değilim” oldu. Eee haklı okumak zorunda da değil. Türkiye’de kitap okumadan seyahat yazısı okumadan istediğin her mevkiye gelebiliyorsun. Neden okusun bu çocuklar, karşılarında örnek çok? Kim lan Gürkan Genç? Google yapacak vakti yok. Daha mühim işleri var. Bu arkadaşlara “Moğolistan’da Bilge Kağan’ın veziri Tonyukuk ile buluşacağım, bölgeyi atla gezeceğim. Bilge Kağan da ‘Ne olacak bu Türkiye’nin, Türklerin hâli Gürkancım?’” dedi deseydim, (Hahah, yeminle yazarken kahkaha attım.) gene küfür ederlerdi.
Ne yapayım bunlara? Siz deyiverin.
Selim Süleyman Osmanoğlu ile Costa Cafe’de buluştum.
– Selim Naber ?
– İyiyim Gürkan, sen nasılsın?
Muck muck öpüştük, oturduk. Türk tarihinin en önemli ailesinin torunu karşımda oturuyor. Bisikletle dünya turumda bir çok ülkede bakanlar, cumhurbaşkanları, emirler, sultanlar, prensler tanıdım (Biri Facebook sayfama büyük başlarla tanışmak bir marifet sanki yazmıştı. Len dingil! Ben tanışır, böyle oturur, önce saatlerce kahve içip sohbet eder, üstüne de akşam yemeği yer, arkadaş olurum. Benle tanışan her insan da aynı samimiyeti görür eğer insansa!)
– Gürkan kahven bitti mi, alayım mı?
– Yok sağ ol. Sen kendine al, benimki daha bitmedi.
Gitti, sıraya girdi, kahvesini aldı, geldi, karşıma oturdu. Gözler mavi, saçlar sarı. Annesi İngiliz. Türkçesi var. 1950’de Almanya’ya göç etmiş ailelerimizin 5. jenerasyon çocuklarının çoğundan daha iyi Türkçe konuşuyor! Fakat utanıyor. “Orti rahat ol ya, İngilizce takılalım gerek yok kasmaya” Yani yıllarca dışarıda oku, çevrende Türk olmasın, Türkçe mi konuşacaktın? (Kimileri yazmış facebook paylaşımımın altına: “Türkçe bilmiyordur”. Yolculukta alınmış sinirlerimi hoplatmayın, ezdirmeyin kendinizi sıradan bir adama hayde) Londra’da Finans üzerine okumuş. Şehir dışında bir evi var. Boğaziçi Üniversitesinde doktora yaparken Antalyalı Alev’e aşık olmuş, Esma Sultan yalısında evlenmişler. İki çocuğu var: Batu (5) ve Esma (yeni doğmuş). İngiltere’de çalıştığı AON finans şirketi kendisini Umman’a atamış. Bölge sorumlusu olarak burada çalışıyor. Maaşlı bir işi, Umman şehrinin dışında apartmanda bir evi ve mütevazi bir arabası var. Türkiye’de herhangi bir mal varlığı yok. Türkiye’ye gittiğinde Alev’in ailesinin evinde kalıyor. Wikipedia’da gözüken fotoğrafında takılı olan nişan, Osmanlı hanedan nişanı, sadece Osmanoğulları’nda bulunan bir nişan. (Biri de “O nişanı kim vermiş ona?” diye sormuştu.)
– Selim öncelikle teşekkür ederim. Görüşme talebimi kabul ettiğin için… Bir Türk genci olarak Osmanlı torunu ile buluşmak heyecan verici. Tabi bu buluşmada sorular soracağımı da tahmin etmişsindir.
Bisikleti ile Moğolistan’a gitmiş, ilk Türk kelimesinin adının geçtiği anıtın yanına varmış biri için Türk tarihi orada başlar. Bu yazıyı yazdığım güne kadar da gelir. Ben de o tarihin bir parçasıyım, nokta.
– Evet Gürkan sayfanı inceledim ve tahmin ediyorum neler soracağını.
1) Mustafa Kemal hakkında ki düşüncelerin neler?
2) Osmanlı ailesinin bildiği fakat Türk vatandaşlarının bilmediği Vahdettin ile Mustafa Kemal Atatürk arasında konuşulmuş ülkenin geleceği ile ilgili bir konuşma var mı? İçeriğini öğrenmek istemiyorum. Evet veya Hayır.
3) İkimiz de aynı yaştayız. Türkiye Cumhuriyeti’nde bu süreç içinde var olmuş hükûmetlerin Osmanlı tarihine karşı dürüstlük ve samimiyetlerini ne kadar gerçekçi buluyorsun? Osmanlı, ecdadımız, Osmanlıyız gibi kelimeler kullanarak halka hitap edildiğinde ne hissediyorsun?
4) Türkiye sınırları içinde yer alan Osmanlı torunlarıyız diye ortaya çıkan topluluklar için düşüncelerin?
5) Bir finans uzmanı olarak Türkiye’nin ekonomisi hakkında ne düşünüyorsun?
6) Suriye ve Lübnan’ı gezmişsin ve anladığım kadarı ile bölge hakkında çok bilgin var. Şu anki durum hakkında neler demek istersin?
7) Türkiye’nin geleceğini nasıl görüyorsun? Ülkemiz, senin de dediğin gibi Mustafa Kemal’in yüzünü döndüğü çağdaşlığa ne kadar yakın?
8) Türkiye’ye geldiğinde ne hissediyorsun?
9) Alev ile nasıl tanıştınız? Evlilik ve hayat nasıl gidiyor?
Bu muhabbeti yaparken yan masamıza bir Türk aile oturdu. O an bu insanın Osmanlı torunu olduğunu kendilerine söylemek ve onların tepkisini gözlemlemeyi çok istemiştim. Fakat yer yer bu soruları cevaplarken Selim’in gözleri doldu. Bunu yapamadım. Sadece sorular değildi olay. Bu soruları cevaplarken de güzel bir sohbet ettik.
Türkiye sevgim ve ilerlediğim çağdaş çizgi tartışmaya açık bir konu değildir. Beni bilen bilir!! Bilmeyenlere de bilenler artık anlatsın. Yıllar yılı yaptığım seyahat, düşüncelerimi ve dünyaya bakış açımı değiştirdi, değiştirmeye de devam ediyor. Sadece kendi ülkem için değil, başka ülkelerin halkları için de ülkelerini tanıtıyor, okullara gidiyor, hayata bakış açımı ve tecrübelerimi gençlerle paylaşıyorum. Tek şansımız var, iyi değerlendirelim diyor, hayallerine ortaklık etmeye çaba gösteriyorum. İnsan sarraflığı konusunda da biraz tecrübem var. Karşımda oturan insan yıkılmış bir imparatorluğun padişahının torunu. Şu dakikadan sonra kalkıp da Osmanlı İmparatorluğu, Osmanlı ruhu, cartı-curtu demeyecek kadar akıllı biri Selim Süleyman Osmanoğlu. Bu adı kullanarak bir şeyler yapmayı da düşünmez. Yapacaksa kendi imkânları doğrultusunda yapar. Belki de yapıyordur, bizler bilmiyoruzdur. Ben nasıl Türk halkı için bir şeyler yapmaya çalışıyor, çabalıyorsam bu adamın da benim gibi olduğunu gözlerinde gördüm. Sorularıma verdiği cevaplar içten ve dürüstçeydi. O anki düşüncelerim, geçmişteki yol anılarım ve gözlemlerimle karışıyor, yeni bakış açıları ortaya çıkarıyordu.
Haa soruların cevapları nerede Gürkan, dendi. Tabi merakla onlar bekleniyor. Türkiye döndüğümde evlerine misafir edenlere anlatacağım bu güzel sohbeti ve içeriğini. Selim ve Alev, yazıyı okumuşunuzdur. Bir gün tekrar buluşacağız Selim..
Maskat’ta STF firması çalışanları ile de tanışma fırsatım oldu. Şirketin yetkilisi Ziya Abi bir gün evine de misafir etti. Hanımı Zehra ve çocukları ile hep birlikte oturup sohbet ettik. Şirketin Umman’da Limanda’dan yol yapımına ve daha bir çok şeye kadar neler yaptığını da öğrendim. Ziya Abi ve ailesi ile de bir gün yemeğe davet etti.
Maskat’a geldiğim ilk hafta Etiyopya için bilet alacaktım. Ziya Abi “Hiç o işe girme, biz sana bu konuda destek olacağız.” dedi. Oldular da sağ olsunlar. İlerleyen günlerde Askerî Ataşemiz Bora Bey’in evinde yemeğe davet edilmiştim. Davetlilerden biri de THY Maskat temsilcisiydi. THY ile aramızda yaşananları dinleyince inanamadı. Koca şirketin tepesindekiler yapamadı ama bu temsilci, “Gürkan rotasyonu fark etmiyor. Bilete ihtiyacın olduğunda beni araman yeterli. Elimden gelen desteği vereceğim.” demesi sonrasında Maskat’tan uçacağım günde, firmanın havaalanındaki yetkilisi sayesinde ekstra bagaj parası da vermedim. Yani anlayacağınız, o şirketin tepesinde oturan godamanlar istediğim şu desteği veremiyorken temsilcisinden bu desteğin gelmesi üzücü…
Maskat’ta Aslı James bana ulaşmaya çalışıyor. Ülkede dişçiymiş. Valla daha önce bilseydim dişlerimi göstermeye giderdim. Dubai’de işlemler bittikten sonra bir daha durum nedir, ne değildir hiç kontrol ettirmedim. Bakalım nereye kadar dayanacak bu dişler. Hehe. Kocası Stuart ile birlikte beni yemeğe aldılar bir akşam. Muhabbet muhabbeti açtı. Ya biz de senin gibi tur yapıyoruz dediler. Ohoo baba! Baştan niye demiyorsunuz? İtalya’da ve Çek Cumhuriyeti’nin oralarda turlamışlar. Aslı anlatıyor:
– Gürkan Stuart’ın hayatı zaten bisiklet. Çok ısrar etti, bir gün katıldım bu turlardan birine. Aman Allah’ım! O yokuşların ardı arkası kesilmedi. Sinirimden oturup ağladığım oldu. Yeter artık bisiklet sürmeyeceğim, dediğim alanlar oldu. Çok zordu ama açık söylemem gerekirse düz alanda pedallamanın keyfi de çok iyidi.
Olay bir anda tanıdık geldi. Ta turun başına Bulgaristan’a götürdü bu yaşanmışlık. Canım Ayça’m ya! O da isyanları oynamıştı. Şimdi kendisine bakıyorum da Tri Atletlik basamaklarında 🙂 Stuart ve Aslı katlanır bisikletlerle seyahat ediyorlar. Bu bisikletleri paketlemek ve uçağa vermek tabi daha kolay. Fakat katlanır bisikletle tercih edilecek yol, çoğunlukla asfalt olmalı ve bisiklette taşıyabileceğin su kapasitesi de sınırlı. Birkaç anı daha anlattılar.
Umman seyahati de şimdilik bitti. Afrika’ya geri dönüyorum fakat bu sefer Sahraaltı ülkelerine. Havalimanına elçilikten can abim Kanber abi götürdü. Sağolsun benle o kadar çok ilgilendi ki hatta havalimanında Türk Hava Yolları yetkilisini araya sokup Etiyopya Hava yollarından bisiklet için para alınmamasını sağladı.