Henan eyaletinde Luoyang şehrindeyim. Bu şehirde vizeyi yenilemem gerektiğinden zorunlu olarak bir kaç gün konaklayacağım sonra pedallamaya devam. Koordinatım: N: 34 40 – E: 112 25
Kırgızistan sınır kapısı ile Çin sınır kapısı arasındaki mesafe 1 kilometre ya var ya yok. Hafif bir rampa çıktıktan sonra kapıyı görüyorsun. Tek bir asker bekliyor. Yanında durup pasaportlarımızı gösteriyoruz. Bu birinci gösterişimiz. Bize ileriyi işaret ediyor. 100 metre gidiyoruz, iki üç baraka.. Bu barakalardan 2 asker koşarak yanımıza geliyor, Çince bağırıyorlar. El işaretlerinden durun dediklerini anlıyoruz. Bir iki dakika sonra barakadan iki komutan çıkıyor. Pasaportlarımız alınıyor. Benimkine bakıp “..HMMMM TÜRK” diyorlar. İki asker arka tarafa bayrakların olduğu yere gidiyor. Hani bayrağa bakılır geçilir, bunlar bayrağı çekiştiriyorlar. Zaten dikişleri atmaya başlamıştı. Bunlar çekince alt tarafı açıldı. Hemen ellerinden alıyorum Türkçe “Çekiştirip durmayın! Bayrak işte neyine bakıyorsunuz!” . Dediklerimden bir şey anlamıyorlar ama surat ifadem sinirlendiğimi belli ediyor. Elena bana “Gürkan burası Çin’in doğusu ve sen de Türksün, sakin ol.” diyor. Bu surat ifadesini anlıyorlar ki çantalarımızın hepsini boşaltmamızı istiyorlar. Hay hay diyoruz. Bunu ilk defa bir sınırda yapıyorum. Fakat normal bir durum sebebini anlıyorum. Teker teker bütün çantalar boşaltılıyor. Bilgisayarları ve fotoğraf makinalarını açmamız isteniyor. Fotoğraf makinamı açıyorum ama ekranı kırık olduğundan bir şey gözükmüyor. Komutan soruyor nerede fotolar diyor ? Ekran kırık gözükmüyor diyorum. İngilizce anlayan yok. Hani belki Kırgızca bilen çıkar diye düşünüp Türkçe Kırgız karışık konuşuyorum yok o da çıkmıyor. Tutturdu içindeki fotolara bakacak! Bu arada diğer komutan Terry’nin fotoğraf makinasına ve bilgisayarına bakıyor. Benim fotoğraf makinasını elinden aldım. Yere düştüğünü ve kırıldığını sessiz film şeklinde anlattım ve anladı. Vizenin üstüne bir işaret koyup aşağı gidin dediler. EE, pul damga? Aşağı gidin diye işaret ediyorlar, ee gidelim bakalım.
2 km sonra bildiğin bir kale görüyoruz. İki dağın arasına kurmuşlar bu kaleyi. Uzaktan görünce aha Çin’e şimdi geldik dedim. Orada bir görevli bizi gördü, durdurup pasaportlar dedi. Baktıktan sonra kendisini takip etmemizi dile getirdi. Bu arada bu üçüncü pasaport kontrolüydü. Ardından binanın içine girdik. Orada pasaportlarımız gene alındı. Her sınır kapısında olduğu gibi nereden geldik nereye gidiyoruz kağıtları önümüze kondu. Bir gün bir tanesine ”Haydan geldik hu’ya gidiyoruz selametle” diye yazıp vereceğim artık. Bu işlemi de yaptıktan sonra bir sonraki yeri işaret ettiler. Havalimanlarındaki gibi kırmızı çizgide dur, pasaportunu ver. Bu adama da verdik pasaportu. Dördüncü oldu bu. Türksün demek evet Türküm dedim. İngilizcesi gayet iyi bir asker. Çin’de nerelere gideceğimi sordu, ben de durumumu anlattım ve tahmini nerelere gideceğimi söyledim. “Urumçi’ye gideceksin yani?” “Evet gideceğim.” Rabia adında birini duyup duymadığımı sordu. “O kim? Bilmiyorum. O kim sorusuna “Terörist biri” dedi. Çin’e gezi amacı ile geldiğimi, işlemlerim bittiyse pasaportumu alabilir miyim? diye sordum. Pasaportu aldım, tam gideceğim bisikletin üzerindeki tüm eşyaları x-ray’e koymam söylendi. “Ama bakılmıştı hepsine!” dedim. Bir de burada bakacağız dediler. Ve pasaportum gene alındı. Beş etti. X-ray’den geçtik, tam kapıdan dışarı çıkacağız bu sefer de kapıdaki asker görmek istedi pasaportu. Pasaport eskidi aç kapa aç kapa. Yol boyunca o kadar açılıp kapanmadı o pasaportum haha.
Sonunda ülkeye girmeyi başardık. Herkes birbirini tebrik etti. Şaka gibi, bisiklet ile Çin’e geldim. Kendi kendime gülüp “Ulan Gürkan iyi cesaret!”.
Hedefimiz Kasghar. Haritadan baktığımız kadarı ile önümüzde hala 3000 metre ve 2800 metre olmak üzere iki geçiş noktası var. Bunları geçtikten sonra Kasghar’a kadar iniş. Kasghar’ın deniz seviyesinden yüksekliği 400 metre falan. Bir yerlerde deli bir iniş yapacağız ama nerede onun merakı içindeyiz. Hedefimiz 3 günde Kasghar’a varmak. Toplamda 250 km yapmamız lazım.
Yolda bir küçük kasabada öğlen yemeği için duruyoruz. İşte bu diyorum ya, restoranın yanında sebze meyve satan bir yer, ne ararsan var . Offff özlemişiz hepimiz! Tacikistan ve Kırgızistan boyunca meyve sebzeye hasret kalmıştık. Bir öğlen yemeği yemişiz; hayatımda yediğim en güzel öğlen yemeğiydi. Tacikistan’ın başkenti Duşanbe’de Türk lokantası Merve’den sonra ilk defa karnım şişiyor. Bir aydan fazla olmuştu böyle yememiştim.
Asfaltta gitmenin mutluluğu içindeyiz fakat ilk iki gün sürekli bir inip bir tırmandığımızdan gene bayağı bir ter attık. Kasghar’dan önce Uluqat adında bir şehirde duruyoruz. Aslında Terry şehre yaklaşmadan kamp atalım diyordu. Ben de bu yolun şehrin dışından geçtiğini belirttim. GPS’in böyle aşınabilir olması çok güzel birşey. Şehri geçtikten sonra kamp atalım dedim. Elena da bana katılınca yola devam ediyoruz ama yağmur başlıyor. Mecburen şehre yöneliyoruz. Madem şehre girdik bir otel bakınalım oluyor herkes. Hemen şehrin girişindeki otele uğruyoruz. Oda fiyatını soruyoruz 100 yen diyor, pahalı bir fiyat (6.7 yen 1 dolar ediyor). Neyse tamam diyoruz ama dolar vereceğiz diyoruz ve hemen birileri polisi arıyor, 2 dk sonra da polis geliyor. Ne oldu? “Dolar bozduramazsınız böyle yerlerde” deniyor. İyi de polis niye geldi? “Beni takip edin, sizi başka otele götüreceğiz” deniyor. Orada daha bir çok olay yaşanıyor. Biz sonunda polislerin kalmamızı istedikleri otelde kalıyoruz. Çin de öyle kafana göre gidip istediğin otelde kalamıyorum. Yabancılara hizmet veren otel ve hosteller önceden belirlenmiş.
Çin’deki bu ilk şehrimizde hemen sokağa atıyoruz kendimizi. Hareketli ama fazla kalabalık olmayan bir şehir. Açız, sokaktaki seyyar satıcıların teker teker ne sattıklarına bakıyoruz. Ulan hiç bir şey anlamıyorum! Bu ne, o ne, bu nasıl bir şey derken bir satıcının önüne geliyorum. Elena diyor “Aaa kuzu kafası!” Terry ve ben “Yok Elena o köpek kafası” diyoruz. Hemen uzaklaşıyoruz oradan.
Yemeğimizi yedikten sonra otele dönüyoruz. Otelin karşısında bir yer görüyorum. Yazılar Çince ama alengirli ışıklar olunca dikkatimi çekiyor oraya gidiyorum . Aboww masaj salonu! Len aylardır arayıp da bulamadığım yer. Hemen içeri dalıyorum. İngilizce konuşan kimse yok. Önemli değil resimler var neyi istediğimi söylerim.. Elena ve Terry’e “Ben buradayım, vücudumu servise sokuyorum.” diyorum.
Şimdi bu masaj salonu olayı bizim Türkiye’dekilerle aynı. : ) Fakat artı yanları var. Önce ayak masajı yapılıyor, yapan kişi işin üstadı olmuş. 45 dk boyunca masaj yapılıyor, o bana yeter diyorum zaten kendimden geçtim bittim. Sonra bacaklara geçiliyor. 5 aydır o bacaklar var ya böyle bir bakıma hasretti! Of of nasıl iyi geliyor! 30 dk sonrasında sırtıma geçiyor. Sırt inanılmaz sorunluydu sol omzumda uzun süreli pedallamalarda ağrı başlıyordu bunun sebebi aslında gidondan kaynaklıydı. Güzel bir sırt masajından sonra Çin usulü bardak çekme yapıldı of offfffff!!! Bunların hepsinden sonra da bizim bildiğimiz Türk usulü masaj yapıldı. 3 saatten fazla süren bu olay için toplamda 100 yen verdim. 25 TL etmiyor. Ne ağrı kaldı ne sızı. Bir 5000 km daha çok rahat yaparım diyorum.
Ertesi gün hafif bir rampa çıktıktan sonra o dediğimiz iniş olayına geçiyoruz. -%1 veya -%2 eğimle Kasghar’a kadar varıyoruz. Şehre yaklaştıkça trafik bizi rahatsız etmeye başlıyor. Aylardır dağ başında gezmekten unutmuşuz araçları şehir trafiğini. Şehrin merkezine girdiğimizde ise tam bir kabus. Nasıl kalabalık. Nasıl bir insan seli bu. Ben Türkiye’den çıktığımdan beri bu kadar kalabalık trafik ve insan görmemiştim.
Çin’de araba, motosiklet veya bisiklet kullanıyorsan tek bir kural var. Herkes önündeki araçtan sorumlu. Sağa sola bakmak, ışıklara bakmak, yolda beyaz çizgi var mı yok mu, aracın aynalarını kullanıp arkaya bakmak falan yok. Yavaş gideceksin ve önündekine çarpmayacaksın, kural bu. Ve sürekli bir elin kornada olacak. Bisikletlerin bile havalı kornaları var burada. O kornaya sürekli basıyorlar. Önünde adam olsun olmasın. Çekilin ben geliyorum kaçıl kaçıl. O kornanın anlamı bu işte.
Kashgar’ın içinde Kasghar Old City Town isimli oteli uzun uğraşlar sonunda buluyoruz. Mekana bakmak için içeri giriyorum. Dışarıdan bir şeye benzeyemeyen yapının içine girince etkileniyorsun. Bina 2 kattan oluşuyor. Ortasında geniş bir bahçe, bütün odaların kapısı bu bahçeye bakıyor. Alt kattaki odaların kapı önlerinde verandalar var. Tüm gezginler oralara serilmiş sohbet halindeler. Ortadaki geniş bahçede bisikletleri görüyorum, tanıdık bisiklet var mı diye bakıyorum. Eveeeeeeeet Benjamin ve Nora nın bisikleti burada!! Hemen bağırıyorum binanın içinde, “BEEEENNNNNNN, NORAAAAAAA!!!” Çok geçmeden odanın birinden “GÜRKAAAAAAAAAANNNNNNNN!!” diye bağırıyor Nora. Benjamin ve Nora dışarı çıkıyorlar koşarak ve birbirimize sarılıyoruz. Özlemişim ikisini de. Arkamdan Terry ve Elena da geliyor. Çığlık kıyamet bütün gezginler bize bakıyor.
İşte Lonely Planet’ın güzel olayı. Bütün gezginleri aynı yerde toplamayı başarıyorlar. Otele yerleşiyoruz. Sonrasında da bolca muhabbet ve akşam yemeği.
Tacikistan’dan beri binbir zorlukla bu şehre kadar dayanan bisikletimi burada bakıma alıyorum. Giant firmasının büyük bir şubesini bulup arka jantdaki tel sayısını 36’ya çıkartıp yeni jant ve yeni orta göbek alıyorum (Shimano XT). Türkiye’deki seyahatlerimde de kullandığım arka dişlilerin değişme vakti de Tacikistan’dan sonra şart oldu. Onu Shimano’nun yeni çıkardığı SLX dişlileri ile değiştiriyorum. İki tane yeni dış lastik arıyorum, aradığımı bulamıyorum fakat sağlam iki dış lastik alıp birini hemen arka lastikle değiştiriyorum. Ön lastiğim batı Karadeniz turunda, gpa 3 de Doğu Karadeniz turunda ve benim Ankara’da şehir içinde de kullandığım ve hala da kullanmaya devam ettiğim Rubena 10 bin kilometreyi geçmiş durumda. Sadece 2 defa patladı ve bir iki noktasında yarıklar görmeme rağmen hala taş gibi. Arkada taşıdığım yükün neredeyse aynısı önde de var onu söyleyeyim. Shwalve mi Rubena mi derseniz ben Rubena diyorum ( fakat bu lastiğin çek cumhuriyetin de yapılmış olanı sağlamdır) çünkü Tacikistan’da yarılan bir Shwalve gördüm ki, o da 10 bin kilometreyi devirmişti. Bir de Condinental gördüm. Çek yapımı Rubena ile yola devam. Bu bakımlardan sonra bisikletime tekrar bindiğimde kendimi daha güvende hissettim.
Çin’in bu bölgesinde de bir Kurtlar Vadisi manyaklığı mevcut (2010 Ağustos) Arkada Türk bayrağını gören
“POOLAAAAAAATT, Hoooooooooppppppppp” ,”Mimaatiii heyyyy” diye bağırıyor. Mimati ne len demiştim ilk duyduğumda, bazı harfleri söyleyemiyorlar.. Mesela Çince adım: ‘Gu’gaaann’ son bölümdeki ‘a’ lar uzatılarak söyleniyor. R ve F’yi söyleyemiyorlar. Yani Beyazıt’ın üzülmesine gerek yok, dünya nüfusunun büyük bir çoğunluğu R’yi söylemiyor. Bu da şu demek oluyor sorun ‘R’ yi söyleyenlerde akadaş. Ben de bundan sonaa ki yazılaımm da kullanmayacağım. 😛
Kaşhgar’daki eski şehir olayı süper. En kısa zamanda imkanınız olursa gidin görün. Gidin görün diyorum çünkü hükümet her yeri yıkıyor ve yeni binalar kuruyor. Sadece bu bölgede yıkım yapıyorlar sanmayın, kendi kültürlerinin bulunduğu eski şehirleri de yıkıyorlar. O nu da Xi-an’da gördüm. Sebep binaların yıkılma tehlikesi. Yapıların çoğu ahşap ve eski
Çeşit çeşit yemekte yeseniz çoğunluğunda aşırı baharat kullanıyorlar. Ayrıca bu yemekler acı. Yemesi güzel de sıkıntıyı sonrasında yaşıyoruz hepimiz. Ulan bağsur olmadan ülkeden çıkıp gitsek çok güzel olacak.
5 gün bu şehirde kaldım, daha bir çok anım var. Bu süre zarfında rotamı tekrar gözden geçiriyorum ve imkansızı başarmaya çalıştığımı anlıyorum.
Çin’in batısından Pekin şehrine toplamda 6000 km.den fazla yol var (geze geze gidildiği için). Bir kere vizem bunun için yetersiz kaldı, ki 6000 km pedallamak nereden baksanız 3 ay. (gezerek gidiyorsun) Ayrıca Moğolistan’ın başkenti Ulan-Batur’dan Rusya’nın Viladivoslok şehri de 4000 km… Çin’i bisiklet ile kuzeyden geçmek zor. Bisikletli gezginler genellikle güneyi tercih edip Çin içinde bir kere vize uzatmaya gidiyorlar, sonra da Hongkong’a uğrayıp oradan yeni Çin vizesi alıp ülkeye bir daha giriyorlar. Sonra bir daha ülke içinde vize uzatarak 4 aya kadar ulaşıyor ama bu güney yolunu tercih edersen. Kuzeyden gittin mi böyle bir şansın yok. O yüzden Benjamin, Nora, Terry, Elena ve ben Xi-an’a kadar tren ile gitmeye karar veriyoruz. Choung ve Young da Xi-an’a kadar pedallayıp sonrasında tren kullanmaya karar veriyorlar ki bunu başaramamışlar, hava koşulları yarı yolda önce kamyona sonra da trene binmelerine sebep olmuş. Onlar da biz Xian’dan ayrıldıktan 4 gün sonra oraya ulaşıyorlar.
Önce bisikletlerimizi Urumçi’ye yolluyoruz, sonra biz Urumçi’ye varıyoruz. Aynı gün içinde bisikletleri alıp Xi-an’a yolluyoruz ve aynı akşam da biz Xi-an’a doğru yola çıkıyoruz. Bu tren yolculuğu toplamda 3000 km.den fazla, yaklaşık olarak 5 günümüzü alıyor.
Xi-an eski Çin imparatorluğunun başkenti. Kale surlarını yıkmayıp restore etmişler ve yeni şehrin en güzel bölümünü bu surların içine kurmuşlar. Dünyanın en iyi üçüncü hosteli seçilen adını şimdi hatırlamadığım ama gidecek olursam üşenmeyip bulacağım yerde odalarımıza yerleşiyoruz. 9 liraya kalıyorum böyle bir yerde. 😀
Xi-an şehrinde herkes 5 gün kalalım diyor. Hem gezilecek tarihi turistlik yer çok hem de hepimiz biraz bilindik yemekler yemeyi özlemişiz. Bu şehirde Pizza Hut, McDonald’s ve KFC bulunuyor.
Xi-an’a gelen her turist gibi ben de Terracota Warriors‘ları ziyarete gittim. İnanılır gibi değil. Dünyanın 7 harikasından biri olarak kabul edilen bu taştan askerlerin büyüklüğünü ve sayısını görünce şok oluyorsunuz. Nasıl bir psikopatlık ve inanış. Her bir taştan askerin ağırlığı 347 kg ve 1970’den beri arkeolojik kazılar hala devam ediyor. Hala toprak altında olan gördüğümüz kadar asker var.
Bu alanı tarlasından su çıkartırken keşfeden amca da oradaydı. Tabi artık bir çiftçi değil. Amcam köşeyi dönmüş. Bu alan içinde böyle kocaman bir villası, villanın içinde bir çok küçük dükkan.. Amcam oturmuş orada gelen turistlere yeni çıkan kitabını imzalıyor. Aynı zamanda dükkanların kirasını topluyor. Günde 80 bin turist bu alana giriş yapıyormuş, hafta sonları 100 binden fazla. Sustuk kaldık öyle.
Ayrıca şehrin içinde bir çok noktada tarihi alanlar görmek mümkün. Bu Çin mimarisini çok güzel gösteren binaları adamlar yıkıyor yerlerine gökdelen koyuyorlar. Birkaç eski bina gördük, onların da yıkılacağı söylendi. Hayır yenilense bence görüntü olarak çok daha güzel gözükecek şehir.
5 gün bu şehirde yedik içtik gezdik ve çok güzel dinlendik. Aslında anlatacak çok konu var. 😀 Ha bir de şundan bahsedeyim. Sabah saat 5’de tüm parklar dolu. Evet evet sabah 5’de. Bizim ülkemizdeki gibi çekirdek çıtlama veya çayıra bayıra yayılma yeri olarak kullanmıyor. Cümbür cemaat 7’den 70’e herkes bu parklarda. Parkların her bir köşesinde farklı müzikler çalıyor. Bir grup taiçi yapıyor, bir başka grup ellerinde yelpazeler farklı bir dans yapıyor, başka bir grup ellerinde kılıçlar kata yapıyor, çocuklar paten dersi alıyor.. Bazı amcalar yazı tekniklerini geliştirmek için su ve kocaman fırçalarla yerlere semboller çiziyorlar, başka bir köşede vals ve tango yapılıyor, diğer bir uçta begminthon oynayan teyzeler, yahu daha neler var! Bu sadece bir parkta değil tüm parklar böyle. Ben de sabahları onlara katılıp Taichi yaptım. Yanımdaki amca ve teyze benim yapamadığım hareketleri yapıyorlardı, nasıl bir güç nasıl bir esneklik o yaşta.. Bu insanların ecelleri ile ölmeleri zaman alır herkes spor yapıyor.
Neyse, Elena ve Terry bisikletlerini Xi-an’da bu hostelde bırakıp, sırt çantalarını alıp Çin’i trenle gezmeye karar veriyor. Tacikistan’dan sonra bisikletten biraz uzaklaşmak istediklerini, fazlası ile yorulduklarını söylüyorlar. Önce güney Çin’i sonra da kuzey Çin’i trenle gezip görülecek yerlere gidecekler. Sonra Xi-an’a dönüp bisikletlerini alıp gene trenle Güney Kore’ye gitmeyi planlıyorlar. Nora ve Benjamin’de bisikletlerini burada bırakıp Pekin ve Şangay’a trenle gidip sonrasında geri dönüp güney Çin’e pedallamayı, oradan da Vietnam, Malezya’ya doğru gitmeyi planlıyorlar. Bendeniz ise Xi-an’dan bisikletimle önce Pekin’e gitmeyi düşünüyorum. Bisikletimi orada bırakıp trenle Şangay’a gideceğim (yapamadım). Sonrasında Pekin’e geri dönüp kuzeye pedallayacağım. Yani kısacası yol arkadaşlığımız yaklaşık 1.5 aydan sonra bu grupla bitiyor ve herkes kendi yoluna gidiyor. Ayrılırken biraz burukluk oluyor ama kimse vedalaşma sözleri kullanmıyor. “Tekrar görüşürüz, o zamana kadar pedallamaya devam!” Tekrar karşılaşacağımızdan eminim
(dünya turunda 2013 Haziran da Benjamin ve Nora ile İsviçre’de karşılaştım, 2014 Mayıs ayında da İspanya’da Elana Ve Terry ile karşılaştım. 2012 Ekim ayında da Nathan ile birlikte Bulgaristan ve Romanya’da pedalladım)
Bizler bisikletlerimizle ülkeleri yolları birbirine o kadar yaklaştırdık ki o yüzden dostluğumuz, yol arkadaşlığımız artık ebedi. Neredesin? Şuradayım. Aaaa 600 km yakınındayım bekleyin 5 günde yanınızdayım 😀 diyebiliriz.
Sabah yola çıktığımda içimde bir burukluk oluyor, sanki eksik kalıyorum. Alışmışım Terry ve Elena ile yol almaya. İpodumu takıyorum, gps açıyorum ve hızla şehrin içinden çıkıyorum. Xi-an için kendime yeni rotamı çıkarmıştım. Ortalama günde 60 veya 80 km yapsam köyden köye geçebiliyordum. Fakat uzun süredir tek başıma yol almadığım için performansım ne boyutlarda hiç bilmiyordum. İlk durmam gereken şehre geldiğimde daha saat öğlen olmamıştı. Eh ikinci şehre gidiyim, hem orada ejderha tapınağı da var bir gün kazanmış olurum dedim.
Hua Shan’a vardım. Şehrin içine girmedim, çevresinden dolandıktan sonra bu tapınağa yakın bir yerlerde konaklayacak yer aradım. Çat pat Çince öğrendiğim kelimelerle otelin nerede olduğunu soruyorum veya çadır kurabileceğim bir alan olup olmadığını. Biraz düşünüyorlar otel yok diyorlar. Bir kadın ailesinin kaldığı yere beni davet ediyor ama evin kızı çıkıyor “Otel var var!” deyip beni eski bir sokağın ara yollarına sokuyor. Beraber yürüyoruz güzel bir binaya geliyorum. İçeri giriyoruz geniş bir veranda, içeridekilere sesleniyor, iki tane kadın çıkıyor. Bir tanesi mini etekli, bir tanesi şortlu yüzler boyalı. Çok güzel kadınlar, gördüğümü anlatıyorum. Neyse oda olup olmadığını soruyorum, var cevabını aldıktan sonra beni odaya çıkartıyorlar. Bu arada bir kapının yanından geçerken aynı modelde başka bir kadın bir odadan çıkıyor içeride de herifleri görüyorum. “Hadiiiiiiiiii canımmmmmmmmmm!! Gene mi genelev?” Ulan Çin’e geldik halaaaaa kerhanelere denk geliyorum konaklamak için, enteresan bir durum. Neyse odayı gösteriyor gayet güzel. Klimalı, tvli. Önce odanın fiyatını söylüyor, sonra da kendi fiyatını. Ben sadece odayı almak istediğimi yatıp uyumak istediğimi söylüyorum. Tamam deyip gidiyor.
Ertesi sabah tapınağa gitmek için erkenden kalkıyorum. Oteldeki kızlara bir taksiye ihtiyacım olduğunu ve dağın tepesindeki manastıra gitmek istediğimi söylediğimde hepsinin gözleri açılıyor.. Sessiz film şeklinde anlatıyorum bunları. Ulan demek ki gayet iyi yer diyorum bu kadar şaşırdıklarına göre. Bana bir taksi çağırıyorlar ben de oraya doğru yollanıyorum.
Mekanın önüne geliyoruz. Daha önce de gördüğüm klasik tapınak ve benzeri yerlere giriş için yapılmış özel gişelerden var. Şimdi ben fotolarını gördüm buranın. Bulunduğum alanın yüksekliği 225 metre, gpsi de nedense yanıma almışım, iyi ki de almışım. Varılacak nokta 1580 metre, buraya kadar teleferikle çıkılıyor. Manzara çok güzel. Bileti alıyorum, tam içeri gireceğim sırada görevli durdurup önce aşağıya gitmemi söylüyor. İngilizce bilmiyor Çince el kol hareketleri yapıyor anlamıyorum. Neden gideceğim ulan aşağı, mekan yukarıda? Neyse beni yanına alıp aşağı doğru beraber yürüyoruz. Markete sokuyor. Marketin sahibi genç çocuk selam verip İngilizce konuşmaya başlıyor. Diyorum “Ben bileti aldım da yine de beni buraya getirdi.” “Suyunuz yok mu?” diye soruyor. Susamadım ki susasam alırım. Sonra olayı anlatıyor. Efendim ben yanlış fotoğrafa bakmışım internetten, bu tapınağa yürünüyormuş! Yol boyunca da su içilecek yemek yenilecek yer yok. 1355 metreyi tırmanacağım yani heeeee? Çocukta bana “Evet, ben de size bir kısmına kadar eşlik edeyim, amcam yukarıda” diyor. Ulan sanki her gün pedallamıyormuşuz gibi bir de tırmanış çıktı yürüyerek.
2 litre su verdi bana, iyi ki yanıma sırt çantamı almışım. Onun içindeki su tankına koydum suları. Birkaç tane de kurabiye aldım yola çıktım. Kapıdan geçtik biraz yürüdük. Taşların üzerine yazılmış bir yazı.. Bu nedir diye soruyorum. “Kalbi temiz olanların yoludur” diyor bana. Bu Ejderha Tapınağı’na fazla turist gelmezmiş. Yabancılar zaten bu alanı trenle geçiyorlarmış hep, yerli turist de tapınak çok yukarıda olduğundan yürümek istemiyormuş. Bazı noktaları çok dikmiş. Belli bir kısmına kadar gidip dönüyorlarmış. Vay arkadaş bulduğumuz yere bak. Kalbi temiz adamımdır da inşallah yukarı çıktığımda hala atan bir kalbim olur. Yahu nasıl sıcak bir hava öğlen 50 derecenin üstünde çıktı. Bu herkesin geldiği yere kadar birlikte çıkıyoruz çocukla.. Bu arada bana dağların tepesinde bulunan beyaz ejderhayı gösteriyor. Kayaların üstünde doğanın oluşturduğu bir çizim. Harbiden de ejderha gibi muhteşem diyorum. Sonra bu herkesin çıktığı alanda bir ibadet yeri gösteriyor. Karşı dağlara doğru bakan bu ibadet yerinin özelliği karşı dağa yatmış olan kocaman Budist rahip! 😀 Evet sabah çok fazla sis olduğundan fotoğrafını çekemiyorum ama akşama doğru döndüğümde sis kalkmış ve yatan Budisti andıran dağın şeklini görüyorum, fotoğrafını çekiyorum. Ha bu arada evet sabah 8’de gittiğim tapınaktan akşam 6’da çıkıyorum.
Ulan onca yol aldım bu kadar yorulmamıştım. Bacaklarım titriyordu merdiven çıkmaktan merdiven inmekten. Hele bazı noktalarda merdiven başımla aynı hizaya geliyor . Ayağın kaysa düşsen vücudunda kırılmadık kemik kalmaz. Bazı noktalarında ise yolu göremiyorsun, bitki örtüsü yolu kapatmış. Bu arada aşağıda da belirtmişlerdi; gideceğiniz alanın %95’i ormanlık diye, o zaman anlıyorum, len bilseydim yanıma çakıyı da alırdım. Her tarafımda böcekler geziniyor. Bacaklarımı sürekli bir böcek ısırıyor. Kimisi terimden dolayı tenime yapışıyor. Hele bir tanesi daldan içime düştü. Fotoğrafını dışarı çıktığında çektim. Benim çırpınma hareketlerimden serseme döndüğü için dışarı çıktığında tepkisiz kaldı hayvan.
Yukarı çıkana kadar inanılmaz bir savaş veriyorum. Bir yerde yolu kaybediyorum. Kullanılmaya kullanılmaya orman yutmuş. Sis de var . Ulan iyi ki gpsi yanıma almışım, geldiğim yolu görece biliyorum en azından. Neyse öğlene doğru tam tepeye varıyorum.
Beni karşısında gören Monk (rahip) şaşırıyor. Bana parmağı ile 1 işareti yapıyor. Evet manyağım psikopatım tek başıma geldim, çekil karşımdan kungu fu falan dinlemem Osmanlı tokatını yapıştırırım, gebermek üzereyim. Offfffff Allahım nereye geldim ben yahu diyorum. Rahip karşımda eğilip duruyor. Ben de selam veriyorum. Hemen içeri davet ediyor. Dur ulan iki soluklanalım orada, ben basamaklar görüyorum gene, bayıldım bayılacam az kaldı.
Aşağıdaki çoçuk bu arada tapınak hakkında bilgi vermişti. 1600 yıl önce yapılan bu tapınak Shaoline Tapınağının bir parçası, bu rahipte oradan çıkma kung-fu’cu. 😀 Mesleği bu.. Neyse içeri giriyorum, bana hemen bir çay ikram ediyor sonrasında da yemek.
Hayatımda böyle bir mekan daha görmedim. Hani içeri girdim ama geniş bir bahçeye girdim, enteresan bir şekilde daha serin geldi. İçerde bir müzik aleti, onu da güneş enerji paneline bağlamışlar bir şarkı çalıyor. 10 dk.dan sonra zaten kendinizden geçiyorsunuz. O müziği orda 2 saate yakın dinledim. Nirvana mı dersin, aydınlanma mı dersin, evrimimi tamamlayıp öyle terk ettim alanı hahah…
Dağların arasında sislerin örttüğü muhteşem bir tapınak, içeriye girdiğinizde sanki bir enerji duvarından geçip başka bir boyuta girdiğinizi hissediyorsunuz. Yapıların orjinalliği, çalan müzik, içerdeki insanların hala geleneksel kıyafetleri kullanmaları. İşte diyorum bu tapınak şu ana kadar gördüğüm bozulmamış tek tapınak. İçeride fotoğraf çektirmiyorlar, binaların fotoları hariç. İnançlarına ters. O kadar doğal yaşıyorlar ki. Arkada kümesleri, minik bir sebze bahçeleri, meyve ağaçları, yakacak odunları.. Buddha’ya gidip selam vermemi istiyor, ben de inançlarına olan saygımdan selam veriyorum. Burası enteresan bir nokta. Çin’deki tarihi ve turistlik yerleri gezdiğinizde, özellikle de Buddha’nın olduğu içerdeki rahipler sizden bağış kutusuna bağış atmanızı ister, yani olay tamami ile ticarete dökülmüştür. Fakat burada rahipte bana selam verip bana çevreyi gezdiriyor. Bu rahip ne zaman ki konuşmaya başlıyor ağzım açık kalıyor.. Ee bu kadın! Yahu kadın rahip ilk defa görüyorum. Saçı da kazıtmış kel.
Bu kadının kollarında bazı işaretler görüyorum. Beni tapınağın en üst noktasına manzarayı ve tapınağı yukardan görmem için çıkardığında muhabbeti o işaretlerden açıyorum. Kollarını sıvıyor. Arkadaşlar kızgın demirle yapılan bu işaretler; sağ iç bilek tarafındaki sembol Doğa anlamına geliyormuş. Sol iç bileğindeki sembolün anlamı kalp anlamına geliyormuş ve bunların üstünde küçükten büyüğe doğru sıralanmış daireler de bu rahibin yanlış anlamadıysam belli bir seviyeye ulaştığını gösteriyor. Kendisi de bu tapınağın ve doğanın koruyucusuymuş. Kızgın demirin bu şekilde tene basılarak oluşturduğu şekilleri ilk defa görüyorum, nasıl bir acıya dayanma gücüdür ki bu?
Şimdi oraya kadar gitmişim Şaolin tapınağı rahibi bulmuşum hele bir de üst seviyelerde, ee görelim bakalım ne ayaksın. Beraber tai-chi yapalım diyorum el kol hareketleri ile, birkaç hareketi beraber yapıyoruz. Bakıyor ki bende bir halt yok, geç kenara seyret diyor.
Yaptığı her hareketin karşısında eğer benim vücudum duruyor olsaydı kırılmadık kemiğim kalmazdı. N böyle bir hız gördüm, ne böyle bir denge, ne de böyle bir güç! Not al Gürkan Şaolin tapınağı yolunun üstünde gidilecek!! Kadın bu hareketleri yaparken zaten dünya ile ilişkisini kesti, başka yerlerdeydi. Hani filmlerde hareketleri yaparken ses efekti falan kullanırlar ya burada o efektler yok! Kadından o seslerin aynısı çıkıyor. Birazdan kadın havalanacak ağaçtan ağaca atlayacak az kaldı diyorum. 😀
Dillerini bilmememe rağmen o kadar güzel anlaşıyoruz ki bir şekilde sohbet ediliyor işte. Akşam orada kalmamı istediler. Ben sabaha kadar o müzikle uyursam, sabah pek sağlıklı kalkamayabilirdim. Teşekkür edip yola çıktım. O merdivenleri inmek çıkmaktan daha zordu. Aşağı vardığımda bacaklarım tutmuyordu.
Neyse otele varıp duşumu alıp erkenden yattım ki erkenden kalkıp yol almalıydım. Hedef Dimbao şehri ve Hunga Geçiş Kulesi! Kaldığım yerden yarın devam ederim. 😀