Dinbao şehrine gitmek de pek kolay olmadı. Hava yağmurluydu. Herkesin haberlerde seyrettiği Çin’deki sel olaylarının gerçekleştiği eyalet arkamda kalmıştı. Gerçi oralardan geçmiştim ben ama yağmur bana doğru geliyor o da ayrı bir durum.
Kaldığım yerde haberleri seyrediyorum. Çin’de İngilizce yayın yapan bir kanal buldum. Bu yağışlardan ötürü Çin’in kaybı ve zararı ciddi boyutlarda. Çarpık yapılaşma dünyanın her yerinde olduğu gibi burada da mevcut. Belki de en büyük çarpık yapılaşma Çin’de. Doğa bunu affetmiyor bedelini de masum insanlar ödüyor.
Zamanla insan kendi hırslarından arınıp doğa ile birlikte yaşamayı daha iyi öğrenecek, eğer bu dünyada yaşamaya devam etmek istiyorsa.
Yollar gayet güzel olduğundan akşama kadar 140 km çok rahat alıyorum. Şehre vardığımda kalacak bir otel bakınıyorum. Çamur içindeyim. Bacaklarım, kollarım ve yüzümden çamur akıyor. Görenler önce hayretler içinde bakıp sonra baş parmaklarını yukarı kaldırıp gülümsüyorlar.
Otel buluyorum, yerleşiyorum, duşumu alıyorum. Tam yatağa uzanıyorum kapı çalıyor. Açıyorum kapıyı ve bana şunu diyorlar: “Kusura bakmayın bizim otelimiz yabancı kabul edemiyormuş buyurun paranız.” Eşyalarımı geri topluyorum, bisiklete yerleştiriyorum. Aşağıdakilere “Burada bu kadar insan çalışıyorsunuz, otelinizdeki kurallardan haberiniz yok!” diye bağırıp bir kaçta Türkçe küfür edip dışarı çıkıyorum.
Sokakta otel aramaktan gene sırılsıklam ve çamur içinde kalıyorum. Neyse bir otel bulup yerleşiyorum. Tesadüf eseri otelde İngilizce bilen gençler de var. Hep birlikte yandaki restorana gidip oturuyoruz. Ben kendimi tanıtıyorum gezgin olduğumu söylüyorum. Çocuklardan biri yüksek sesle Türkiye’den bisikletle geldiğimi söyleyince restorandaki çalışan, yemek yiyen herkes bir anda bana dönüyor. Teker teker yanıma gelip foto çektirmeye başlıyorlar. Fotoğraf çekimlerinden sipariş verdiğim yemek soğuyor. Bu sırada gençler bana yöneltilen soruları inglizceye çeviriyorlar ben de cevaplıyorum. Demek ki bir öceki otelden bunları yaşamak için çıkarılmışım diyerek tebessüm ediyorum.
Sokağa çıkıyorum. Sokakta da fotoğraf çektiriyorlar. Hemen yandaki otele gideceğim gidemiyorum. Diğer Çinliler soruyor kim lan bu herif diye. Dillerini anlamasam da tahmin edebiliyorum. Çocuklar Türkiye’den bisikleti ile gelen gezgin dediklerinde, Allah sokaktakiler de fotoğraf çektirmeye başlıyor. Şehrin adı Dimbao. Abi gidiyorsunuz esnafa Gu’gaaaaannn diyorsunuz (Çince adım) hepsinin telefonunda fotom mevcut. Söylüyorsunuz bir Ramen ve bira en kıyağını indirimli fiyatta getiriyorlar. Ertesi gün yola çıkıyorum diye son akşam para almadılar.
Mesela bu çocuklardan birinin adı Jim. Beni Sanmexia şehrine davet etti. Bu şehri ben geçecektim ama davet edildiğim için gittim. Gene bu gençlerden birinin ablası Chong, şöyle bir yardımda bulundu: Sim kartım başka eyalete ait olduğu için kontür yükleyemiyordum. Kendi banka hesabından halledip bana yardımcı oldu. Otel görevlileri kıyafetlerimi bedavaya yıkadı. Neden biliyor musunuz çünkü bu insanlar çok az yabancı görmüşler. Kalabalık bir şehir olmasına rağmen gelen yabancı sayısı çok az. Bu şekilde misafirperverliklerini gösteriyorlar.
Hunga Pass Tower ‘ın nerede olduğunu öğreniyorum. Tam benim yolumun üstünde, araçla gitmeye gerek yok oraya kadar bisikletle giderim deyip iki gün kadar bu otelde dinleniyorum. Bu dinlediğim gecelerden birinde inanılmaz bir sesle yataktan kalkıyorum. Bomba patladı sanırım deyip bekliyorum, cama yaklaşmıyorum. Arkasından bir tane daha patlıyor. Duvardaki kolonlarda sesin titreşimini hissedebiliyordum. Bu nasıl bir gök gürültüsü! Arka arkaya bir başladı! Sokakta ne kadar araç motosiklet varsa hepsinin alarmları çalışmaya başlıyor ve yağmur bir başlıyor ki camı kırıp içeri girecek. Pencereyi açtığımda gökyüzündeki yıldırımları görüyorum. Ulan iyi ki dışarıda kamp atmamışım. Çadır çamura bulandı mı temizlemesi zahmetli oluyor ondan üşeniyorum yoksa yağmur, yıldırım, kar, fırtına, böcek, kurt artık iplemez durumdayım. 😀
Ertesi gün yola çıktığımda gene yağmurda pedallıyorum, kaçarı yok. Aslında iyi de oluyor, hava çok sıcaktı bu yağmur iyi geliyor. Karadenizde ilk pedalladığım günler aklıma geliyor. Ayşe, Funda, ben, Enes, üstümüzde yağmurluklar falan. Şimdi halime bakıyorum da ne yağmurluk var ne bir şey. Artık yağmurda kıyafetlerim ayaklarım yüzüm gözüm çamur içinde yol almaya alışıyorum. Bir avantajım da üstümdeki kıyafetlerin hafif ve çok çabuk kuruması böylelikle de hasta olmuyorum.
Hunga Pass Tower işaretini görüyorum fakat benim yolumun 17 km dışında başka bir yönde çıkıyor. Gidilir mi? Gidilir tabi ki de. Akşama bekleyen ne bir karımız var ne de bir yerlerde birisi bana en güzelinden Türk yemeklerinden oluşan bir sofra hazırlıyor. Böyle fazladan fazladan o kadar çok km yaptım ki. 😀 Gezgin dediğin rotasını o an yoldayken çizermiş. (bunu Nathan demişti)
Hazır Nathan demişken kendisi benim için önemli bir dost bir yol arkadaşıdır. Çünkü Özbekistan’da bin bir zorlukla kendisine yetişip birlikte pedalladığım ilk yabancıdır. Şu anda Kırgızistan’da Bişkek’de parça bekliyor, bekli de yola çıkmıştır bilmiyorum. Nora ve Benjamin Pekin’e trenle gitmişlerdi, vizelerinin yenilenmesini bekliyorlar. Yenilenir yenilenmez onlar da Xian’a dönüp güneye Vietnam’a doğru yola çıkacaklar. Young ve Choung onlar Xian’dan ayrılıp güneye doğru şu anda pedallamaktalar, umarım durumları iyidir. Selin olduğu yolların yıkıldığı bölgedeler. Gene Terry ve Elena trenle seyahatlerine devam ediyorlar. Çin’in en güneyinde bir yerdeler, vizelerini yeniliyorlar. Alman çift Obi ve Tela Hongkong’a yakın bir yerdeler. Philip Matheuw ve Karen Pekin’e varmışlar. Matheuw soruyor, ne zaman gelirsin diye. O da Moğolistan’a geçiyor. Dinlendikten sonra “Sen pedalla, ben arkandayım. Rusya’da bir yerde yakalarım seni.” diyorum, gülüyoruz. Geze geze gidiyorum kardeşim. Ama Pekin’den sonra Moğolistan’ın başkenti Ulan Batur’a kadar inanılmaz bir performansla gitmem gerekiyor. Eeee çöl de öyle geçilir ama di mi. 😀
Hunga Pass Tower Sanmexia şehrini koruma amacı ile yapılmış ön savunma kalesi. Sanmexia’a 50 km uzaklıkta. Kalenin bulunduğu alandaki gözlem kulelerinden birine çıkıp surun kenarına oturuyorum, ayaklarımı da aşağı sarkıtıyorum. Yağmur şiddetini biraz arttırıyor. Kalenin önündeki o geniş alana sis çökmüş durumda. Gözlerimi kapatıyorum, bu gözlem kulesindeki askerin gözünden yüzlerce yıl önce yapılan o savaşları hayal etmeye çalışıyorum. Yağmurun sesini bir anda savaş çığlıkları, kılıçların sesleri ve at sesleri alıyor zihnimde. Binlerce bayrak görüyorum renk renk. Sonra gözlerimi açıp şimdi kaleyi gezebilirim diyorum. Kale hakkındaki detayları geçiyorum ama büyüleyici ve büyük bir yer. Fakat içerideki tapınakta yaşadığım ilginç olayı paylaşmak istiyorum:
İçerideki en büyük tapınağa gidiyorum. Bir tane rahip hemen atlıyor önüme gel gel diyor. Tapınağın içine giriyorum. “Selamın Aleyküm ağalar, nasılsınız?” diyorum. 3-4 rahip de var. Tabi bir halt anlamıyorlar. Arada bir takılıyorum yolumda Türkçe. Bir gün denk gelecek ama inşallah küfür ettiğim sıraya denk gelmez Türkçe bilen birine haha.. Buddha’ya selam ver diyorlar ve selamımı veriyorum. Selamı veriyor elime yumruk kadar bir tütsü veriyor. O tütsü 1 ay yanar arkadaşlar bitmez. Sonra gel diyor bir masaya götürüyor. Defter var, bağış veriliyor. Selamı verdin tütsüyü yaktın. Eeee sonra hoooooopppppppp rahibin cebine o paralar. Ben Dragon Tapınağı’na gittim gördüm, maşallah bura gıcır gıcır her şey yeni, kıyafetler falan en kıyağından yok öyle yağma. Listeye bakıyorum benden önce selam veren 1800 yeun para vermiş. Bana da işaret yapıyor 600 ver diye, neeeeeeeeeeeeeee.. Surat ifademi gördükten sonra tamam tamam 500 diyor. Ne diyon lan sen diyorum. İngilizce konuşmaya gerek yok zaten anlamıyorlar. Çıkartıyorum cebimden 5TL . Hunga Pass Tower ‘ın bu defterine Türkçe ve İngilizce şunu yazıyorum. “Para her şeyi bozuyor”. 5 TL yi sandığa atıp haydi selametle diyip çıkıyorum.
Anayola geri dönmek için kullandığım yolda ufak ufak köy sokaklarından geçiyorum, her taraf bok kokuyor yağmurdan dolayı. 30 km o kokunun içinde pedalayınca o kokuya da bir süre sonra alışıyorum. Ana yola çıktıktan sonra şöyle bir sağıma soluma bakıp birkaç güzel kare fotoğraf çekiyor yola çıkıyorum.
Sanmexia’ya öğleden sonra varıyorum. Şehrin dışındaki çevre yolundaki tır parkında durdum. Çamura bulanmış elimi yüzümü, ayaklarımı yıkadım. Sonrasında Jim’i aradım, yerim söyledim. Taksiye atlayıp yanıma geldi hemen. Beni akşama bekliyormuş erken gelmişim. Dedim sabah kaleye falan da gittim. “Taksi ile mi geldin?” diyor. 😀 “Yok bisikletle” diyorum, bisikleti inceliyor. “Ee bu normal bisiklet, sen kaçla gidiyorsun yahu!” diyor, “Boşver.” diyip konuyu değiştiriyorum.
Jim’in ailesi benim için şehrin en iyi otelinde yer ayırtmışlar. Oraya gidiyoruz birlikte. Yolda da şunu diyor. “Şehrimize geldiğin için teşekkürler, ben 22 yaşındayım ve ikinci defa bu şehirde bir yabancı görüyorum senin sayende. Ayrıca sen özel birisin, şehrimizde seni konuk etmekten mutlu olacağız.” “İlk yabancı kim?” diyorum. Şehirlerine Kenya’dan gelen İngilizce öğretmenleri. Ayrıca ekliyor, çocuklar ondan korkuyormuş. Mutlu oluyorum bu şekilde karşılanmaktan. Fakat şehirde yürüyünce üzerimdeki gözleri fark ediyorum. İki değil dört değil. Yüzlerce göz üzerimde. Kime baksam bana bakıyor. Biraz rahatsız oluyorum, hani açıkta bir şey de yok. Sarı sakal, sarı saç, sarı kaş garip geliyor hepsine.
Neyse otele yerleşiyoruz, bir süre sonra Jim’in ailesi de geliyor, hep beraber yemeğe gidiyoruz. İçki de alınıyor, özel bir şarap. “Aa şarap severim.” diyorum. Masaya geçiliyor. Meşhur Yellow River’ın yanında yemek yiyorum. :D. İçki çıkartılıyor. Yarım litrelik bir şişe, bu ne oluyorum. Şarap ama özel, alkol seviyesi %52, vuuvv. Jim ve anne içmiyor. Mr. WonDuoHan ile birlikte içeceğiz. “Bak ama bu adamı çarpar!” diyor. Du bir tadına bakalım önce. Üzüm tadını alıyorsun ama sert küçük bardaklarda yavaş yavaş içiyorlar, ben de eşlik ediyorum. Bu güzel içkili sofranın yanında önden mezelerimiz geliyor. Aaaaaaaaa böcek! En sevdiğim yemek hahaha. Çin’e girdiğimden beri gördüğüm böcek sonunda soframa geliyor. Hepsi çubukları daldırıyor yemeğe başlıyor. Eee deneyelim bakalım, elimle alıyorum inceliyorum kıç tarafından ısırıyorum. Hmmmmmmmmmmmmmmmmm enteresan bir tadı var, kötü değil ama etli gibi. Bu nasıl bir şey yahu deyip hepsini ağzıma atıyorum, kabuğunu da çıkartıyorum. Fena değil protein deposu aslında pedallarken yanımda olsa leblebi niyetine gider, tadı hiçte kötü değil. Ama düşününce, böcek ulan işte başka yemek mi yok da böcek yiyim oluyorsun. 😀 Bol bol sohbet ediliyor. Konudan konuya atlıyoruz. Derken içkiler de bitiyor, Mr. Wonduhan cortingen! Yahu hayatı boyunca rakıyı sek içmiş bir adama şeker şurubuna benzer bir şey içirirsen ne olur ki üstelik yarım litre. Hoppp hadi bakalım gidiyoruz deyip kalktık. Beni otelime bıraktılar, bu arada yarın kalmam için de ısrar etiler müzeyi gezmem için.
Ertesi gün de müze gezisi yapıp Jim’in arkadaşları Wang, Chen, Qi ile tanıştım. Chen orada kalırsam İngilizce öğretmeni olabileceğimi söyledi ve kendisi de bana Çince öğretmeye gönüllü oldu. Gerçi okul o eğitimi zaten veriyormuş. Bir gezgin olduğumu ve yoluma devam etmem gerektiğini söyledim. Akşama kadar şehri gezip muhabbet ettik. Sonra da beni otelime bıraktılar.
Sabah erkenden vizemi uzatacağım şehre Luoyang’a pedallamaya başladım. Yola çıkış o çıkış! Sanmexia’da bisikletten iniyorum. Sabah saat 8’de yola çıkmıştım, öğlen 14:30’da Luoyang’a varıyorum. Yapılan kilometre: 131. Yoldaki yükseklik: 200 ile 700 metre arasında da değişip durmuştu. Kendimden ürktüm. Hayır Luoyang’da durmasam da yola devam etsem hava kararıncaya kadar çok rahat bir 80 daha yapardım! 😀 Bu demek oluyor ki önümüzdeki günlerde veya aylarda 200’ü çok rahat geçerim.. Şehirde hemen Lonely Planet’dan bulduğum International Hostel’e gidiyorum. İki kişilik bir yurt alıp odaya yerleşiyorum. İlk gün şehrin merkezinde ufak bir yürüyüş yapıyorum. İkinci gün pasaport işlemleri ve tarihi yer gezilerine bakarım diyorum.
Bu şehirde Carfeur olması muhteşem! Uzun zamandır yemediğim, tadlarını özlediğim birkaç şey buluyorum. Akşama doğru odaya dönüyorum. Kapalı hava ve nemden bunalmış bir durumdayım. Klimayı açıyorum, soyunuyorum. Oda da yalnızım, soyunmuşum rahatım, mis ohh klima da açık. Öyle gerilmiş rahat rahat otururken kapı bir açılıyor hop içeri sırt çantası ile biri dalıyor! Gezgin dediğin rahatını bozmaz dormitoriler böyle arkadaş. Ben Norveç’den Lin diyor. Ben de Türkiye’den Gürkan dedikten sonra kalkıp giyiniyorum. Waw Türkiye’den bisikletle geldin sanırım diyor. Evet diyorum. Süpersin . Teşekkürler. Kendisi de sırt çantası ile dolanıyormuş. Akşam yemeğe gidiyoruz birlikte, ertesi gün de Çin in ilk Buddha’sı ve en büyük 4. Buddha’sından birini içinde bulunduran Baymaa Temple’a gidiyoruz. Yahu işiniz gücünüz yok muydu kardeşim o zamanlar diyorum.. Manyakça işler yapmışınız, fotolarını çektim sizlerle de paylaşabilirim umarım önümüzdeki günlerde.
Bu arada ben de yeni vize içinde başvuruda bulunmuştum, o da onaylandı. 1 ay daha Çin’deyim, eh anca biter sanırım. Umarım biter…. 😀
Bu şehirde ilginç şeylere de tanık oldum: Mesela Pizza Hut’da yerlere tüküre bilirsiniz. Veya alışveriş merkezinin içinde süs bitkisine dönüp işenebiliyor. Rahatlar rahatlar bildiğiniz gibi değil ya. Bir gün gene yolda yürüyorum adam döndü duvara işemeye başladı. Artık ağzımdan istem dışı çıktı “Oha ulan” dedim herifte döndü baktı Çince bir şeyler dedi ama anlamadım. Kardeş sıkıştım ne yapayım mı dedi ne dedi belli değil. Bekli de siktir ulan demiştir bana.. 😀
Neyse bu yazıyı da burada noktalıyorum.. : )
Portekiz’de bulunan arkadaşım Gül tanıştığı Portekiz’li arkadaşlarına Türk olduğunu söylediğinde “Şu anda yollarda bisikleti ile gezen Türk Görkan var” demişler 😀 Türk olduğumu ve adımı bilmeleri süper! 😀
Tatilde olanlara iyi tatiller, Çalışanlara iyi haftasonları dilerim. Sağlıcakla kalın öperim.