Güneşli ve serin günlerde seyahat etmeyi seviyorum ben. Tacikistan’da artık kollarımı korumak için taktığım giysiyi çıkarmıştım, güneş olsa bile hava serindi. Yükseldikçe daha da serinliyordu.
Dağların arasında patika yollarda ilerlerken durdurdum bisikleti. Çıkardım ipodumu. Karlı dağlara bakarak, Karadeniz şarkılarının olduğu Karmate’yi açtım, başladım Kara Duman adlı şarkıyı dinlemeye.
‘’Hasret yüreği dağlar. Gözden yaş akmaz ama Kalbim oturmuş ağlar ‘’ diyordu. Karşıma çıkan ilk rampaya öyle bir tırmanmışım ki zirveye vardığımda 15 dakikadan fazla grubu bekledim. Zirvede de oturup grubun diğer şarkılarını dinledim. Yüksek dağlar, temiz hava, temiz su bana memleketimi hatırlatıyordu.
Akşama kadar İskhasim şehrinin 35 km yakınına kadar yaklaştık. Nehir kenarında güzel bir yer gördük, doğal plaj olmuş ve ağaçlar da vardı. Şehre girmeyip burada kamp atalım dedik.
Çadırları kurarken Choung çadırımın yağmurluk kısmını giydirdiğimi görünce yapma diyor. “Akşam yıldızları seyret, bugün hava çok güzel.” Yıldızlara bakarak uyumak güzel olur diye düşünüyorum ben de, yolculuğum boyunca hiç yapmamıştım. Çadırın ilk bölümü tamamı ile şeffaf fakat her tarafından hava alıyor. Akşamları hep serin olduğu için ben de yağmurluk kısmını da yerleştiriyordum. O akşam yapmadım bunu ve uykuya 2800 metrede yıldızları seyrederek daldım.
İskhasim şehrine çok yakın olduğumuzdan şehre erken bir saat de girdik. Bu şehrin özelliği her hafta sonu Afgan pazarının kurulması . İki sınırın ortasında bir pazar alanı, yerli yabancı bir dolu insan. Ben de böylelikle ilk defa Afgan sınırının yanı başına kadar gitmiş oldum.
Sözde Afgan pazarı ama alanda bulacağım tüm ürünler Çin malı en adi şeyler. Hiçbir şey satın almadan alanı terk ediyoruz. Şehir merkezinde çok güzel bir aile evi bulduk. Evdeki sıcak ortam bizi çok etkiledi. Bazı insanlar evlerini bize açarken kalplerini de açıyorlar, bazılarında ise tamamı ile ticaret ön planda.
Bu evde ertesi gün öğlene kadar dinlenip yola öyle çıkıyoruz. Öğleden sonra yola çıktığımız için fazla yol yapmayalım diyoruz. Bu arada yol da asfalt ufak iniş çıkışlarla gidiyor. Fakat bitki örtüsü değişiyor, yolun sağı solu her taraf dikenli bir bitki ile dolu. Bu bitkinin kuruyan kısımları da yola saçılmış. Hadi bakalım ilk talihli kim olacak diyoruz. Birinin lastiği patlamazsa mucize olacak her taraf diken dolu… 😀 Yolda ilerlerken hemen sağımızda kamp için çok ideal bir alan buluyoruz. Hem yoldan uzak hem yeşillik hem de kamp alanın dibinde dağdan akan bir su var.
Kısa bir süre içinde kampı kuruyoruz . Çadırlar için fazla düz zemin olmadığından birbirimize yakın oluyoruz. Muhteşem bir akşam yemeği sonrasında sıcak kahveler ve güzel sohbet eşliğinde güneşi batırıyoruz. Güneş gittiği anda hava buz kesiyor.. Rüzgar olmadığından bugün de çadırımın tepesi açık yıldızları seyrederek uyuyacağım. Herkes dişlerini fırçaladıktan sonra (arazi adamıyız ama o dişler fırçalanır, en ufak su birikintisinde de duş alınmaya çalışır, böyleyiz işte) uyku moduna giriyoruz. Takıyorum ipodu kulağıma, yıldızları seyre dalıyorum. Bu küçük ayı nerde len? Her gece kendisini arıyorum bir türlü bulamıyorum o kadar yıldız arasından. Hah sevdiğim şarkı çalıyor “Dört x Dört – Arada Bir” Oha nasıl yıldız kaydı öyle. Yıldız kaydı dilek tut!
Küçüklüğümde yaz tatilleri için Kuşadası’na giderdik. Sitenin çatısına çıkar, Emre Gürdamar bize gitar çalar biz de yıldızları seyrederdik. Her yıldız kaydığında bir dilek. O zamanlar uzaklara gitmeyi hayal ederdim. Bisikletimle 20 sene sonra bu hayalimi gerçekleştirebildim. Eh şimdi yıldız kaydı dilek tutayım desem 20 sene sonra gerçekleşecekse ohooo. 🙂 Zaman çok hızlı geçiyor bunu bu yolculukta daha iyi anladım. Şimdi eskisinden daha çok hayalim var. Ve biliyorum ki hepsini teker teker gerçekleştireceğim.
Ben bunları düşünürken bir patlama sesi duydum arka arkaya devam ediyor. O neydi len hemen kalkmak istedim ama tulumumu hava soğuk diye öyle bir kapatmışım ki, açamıyorum. Doğrulduğumda silah sesleri arasına Terry’nin tepe lambası sayesinde de bir çok gölgeyi görebiliyordum. Elena çığlık atıp ağlıyordu. Tulumun içinden çıktım. Bıçağı çıkartıp kabzasını avuç içine aldım, keskin kısmını da poların içine soktum . Bu arada konuşmaların bir kısmını anlayabiliyordum. Terry ve Choung’un çadırına gitmişlerdi, henüz benim çadırıma gelmediler. Gpsi açtım, konumu ezberledim, uydu telefonunu çıkardım. Bunları o kadar kısa sürede yapıyorum ki. Elçiliğe mesaj atmam lazım. Saat gece 11 buçuktu, ben böyle işin içine tüküreyim asker ulan bunlar. Telefonda kayıtlı numara olan kardeşime sadece kordinatı yolladım o kadar. Asker olduklarını anladığımda. HEYY diye bağırdım hemen bir tanesi çadıra geldi, gps ile uydu telefonunu gizli göze yerleştirinceye kadar çadırın fermuarını silahla zorladılar. Açana kadar da esneme yaptı. Açar açmaz silah göğsüme geldi. Ben de tepe lambasını gözüne tutup silahın ucunu elimle yakalayıp yana çektim. BEN TÜRKÜM deyince de o silah namlusu diz kapağı hizasına kadar indi askerin. Sen Türkssüüünnn? Hah tamamdır bunlar da Türk’üm deyince bir duruyorlar. Neden olduğunu bilmiyorum ama bunu yol boyunca hissediyorsunuz. “Türküm ve askerliğimi de yaptım, o yüzden o silahları bizlerin üzerine çevirmeyin” derken bir el daha ateş edildi. Çadırdan dışarı çıktım ateş eden askerin yanına gittim. Ateş etme yeter burada kadınlar var ve korkuyorlar. Nedir sorun? Bir açıklayın önce! Bu arada tepenin arkasından bir araç çıktı. Işıkları söndürün diye bağırıyorlar. Burası Tacikistan, o gelen araçta sizin aracınız. Ne diyorsun ya ne yere yatması kalk ayağa askercilik mi oynuyorsunuz? Sorun nedir neden bizi bu şekilde rahatsız edip korkutuyorsunuz? Ben Türkiye’den geliyorum, bunlar da benim yoldaşlarım deyince sakinleşiyorlar veya duruluyorlar. O dakikadan sonra adımı öğrenip “Gürkan bizimle askeri kampa gelmek zorundasınız, tutuklusunuz bu bölgede kamp kurmak yasak.” diyor. İyi de biz bunu nereden bilelim diyoruz. Ayrıca tutuklusunuz da ne demek? Tutuklusunuz eşyalarınız toplayın gidiyoruz diyorlar. Silahlar bir daha bana yönlendirilmiyor ama sürekli diğerlerinin üstünde. Bıçağı cebime bırakıyorum, çadıra doğru yöneliyorum eşyaları toparlıyoruz. Karanlıkta eşyaları toparlarken fotoğraf makinem kayanın üstüne düşüyor ve ekranının patladığını ertesi gün anlıyorum.
Bizi çember içine alıp kampa kadar 3 km. yürütüyorlar gece karanlığında. Kampa vardığımızda içeri girin diyorlar.. Obaaaa yavaş ol bakalım. İçeri falan girmiyoruz, buraya komutanını çağır. Önce durumu bana izah edecek, suçumuz ne neden tutuklandık? İçeri gireceksiniz Gürkan diye geliyor üstüme. Bu arada İngilizce ne yapmak istediklerini söylüyorum, Terry ve Choung da içeri girmeyiz diyorlar. Silahı tam doğrultacakken karşılıklı silahı tutuyoruz. İçeri girmiyorum komutanını buraya çağır diyorum. Bu arada silahını tuttum diye diğer askerler bağırıyor, kendi dillerinde silahı bırak diyorlar sanırım. Önce o silahların emniyetlerini açmaları gerekiyor ateş etmeleri için. Bazen dengesiz hareketler yapıyorum, bu da onlardan biriydi işte. O silahı tuttum ya bırakmazdım zaten de tutuğum anda içimi bir korku kapladı. Neler düşünüyorum, o sıra her şey o kadar hızlı gelişiyor ki. O gürültüde komutan zaten dışarı kendi geldi. O da Türkçe anlıyor. Askerleri ile konuşuyor. Daire pozisyonu alıyorlar. Askerleri durumu anlatıyor. Ben de ardından “Biz neden buradayız, bir açıklama bekliyorum.” diyorum. Komutan hemen askerlerine içeri girmeleri için emir veriyor. Sonra da bize dönüp gidebilirsiniz serbestsiniz diyor. Terry’e adamın ne dediğini söylüyorum. Fena sinirleniyor bağırıyor askerlere, çıkartıyor bir sigara yakıyor. “Bunlar kendilerini ne sanıyor Gürkan? Kim bunlar, isimlerini öğren lütfen” diyor. İsimlerini bir kere sormuştum, sahte isimler söylüyorlar dedim. Neyse sigaranı söndür saat sabahın ikisi olmuş gidelim diyoruz.
Herkesi toplayıp İshkasim’e doğru gidiyoruz. Bu kamp yerini atmadan önce minik bir yerden geçmiştik oraya gidelim diyorum. Kabul ediyorlar. Eve vardığımızda evdekileri uyandıralım diyoruz bahçelerinde kalacağımız için, ama kimse uyanmıyor. Biz de çadırlarımızı bahçenin içine kuruyoruz. Herkes ayakta bekliyor bir daha gelirlerse diye. Tamam sizler yatın ben az uyuyorum zaten, bir şey olursa haber veririm. Çitlerin oraya gidiyorum. Askerler geri geliyor nerede kaldığımıza şöyle bir bakıyorlar. Beni ayakta çadırların etrafında görünce karanlık içinde durup kendi aralarında konuşup geri dönüyorlar.
Sabah evin sahipleri bizim orada olduğumuzu görünce kahvaltı hazırlayıp beni yanlarına çağırıyorlar. Akşam ateş açıldığını duymuşlar, sonra biz oraya gelince de anlamışlar bize açıldığını. Choung yanıma gelip kahvaltıya katılıyor. Bir şey dikkatimi çekmişti Choung ve Young bu durumdan tedirgin olmamışlardı, ya da olmuşlarsa bile ben anlamadım. Siz pek tedirgin olmadınız neden diye sordum. O da siz Türkler çılgın mısınız hep böyle dedi. Dur şimdi soruya soru ile karşılık verme. Bizde her Türk asker doğar. Ya sizde dedim? Korkacak bir şey yok, onlar askerdi dedi. İlerleyen günlerde Young eline bir nöbetçinin silahını alıp poz verince silahlardan çekinmediklerini, ülkelerinde de bir şeyler yaşadıklarını düşünüyorum. Enteresan bir macera atlatmıştık. Askerler resmen bizimle oynamışlardı. Önümüze gelen her yabancıya bu olayı anlatıyoruz. Tacikistan’dan yolu geçecek her gezgine. Lonely Planet’a da mesaj attık durum hakkında. Türk elçiliğine de Langar da telefon açıp durumu anlattım onlarda gerekli yerlere durum hakkında bilgi vereceklerdi, umarım Tacikistan yetkilileri bu durumu öğrenmişlerdir.
Neyse Langar’a kadar birkaç gün boyunca seyahat ettik. Yahu yolda bir gün aklıma geldi, ben 5 gündür tuvalete çıkmıyorum. Yahu yediklerimin tamamını mı yakıyorum len acaba diye düşünürken o gün öğlen tuvaletim geldi. Ama nasıl bir yerde geldi.
Tam rampa çıkacağız Allah tuvaletim geldi, ama altıma kaçırırcasına! Eee o kadar günün birikimi diyorum. Şimdi sol tarafım bildiğin düz duvar hani çıkmak istesen ekipman lazım. Sağ tarafta nehir akıyor fakat biz de yükseklere çıktığımızdan nehir aşağıda kaldı. Hani zemin sağlam değil yarı kayalık, es kaza nehre uçsan parçanı bulamazlar senin, o kadar deli akıyor. Yolun sonuna bakıyorum bir yer var gibi ama. Hemen pedallıyorum. Yolun yarısına gelmemişim, anlaşılıyor yetişemem mecburen nehrin orada kuytu bir yer bulacağım. Terry ve Elena’ya siz gidin ben yetişirim diyorum. Onlar devam ediyorlar. Ben de aşağı inmek için yol arıyorum. Bisiklet ayakkabılarıyla inmek tehlikeli falan derken ayağım kayıyor kıçımın üstüne oturup aşağı doğru sürüklenirken bir dala tutunuyorum ve duruyorum. Ulan bok yoluna gitti derler ya… Hemen sağ tarafta kuytu bir yer buluyorum. İndiriyorum şortu oh be dünya varmış diyorum, dememle birlikte birkaç ıslık duyuyorum. Kim çalıyor sağa sola bakınırken görüyorum. Nehrin karşı tarafından Afganistan’dan birkaç kişi toplanmış el sallayıp ıslık çalıyorlar. Ben de ıslık çalıp el sallıyorum. Çizsen yazsan bu kadar olmaz. Komik durum. Sıçarken el sallayıp ıslık çalanınız oldu mu bilmiyorum da üstüne ben bir de başka ülkedeki adamlara el sallıyorum! 🙂
Langar’da Tacikistanlı bir İngilizce öğretmeninin evinde kaldık. Büyük bir köy beklerken Langar küçük bir köy çıktı. Bu şu demek oluyor: Langar’dan sonra uzunca bir süre yerleşim yeri göremeyeceğimizden erzak nereden bulacağız? Ev sahibimiz Nadia. Kendisi 25 yaşında, üniversiteyi bitirmiş sonra köyüne dönüp buradaki çocuklara öğretmenlik yapmaya başlamış. Bize yatmamız için yazın konakladıkları alanı veriyor, 20 metrekarelik bir alan. Evde elektrik yok, evin yanından bir su akıyor, içme suyu olarak bu suyu kullanıyorlar. Ee tarım alanı görmedik biz? Siz burada ne yiyorsunuz dedik. Markette de bir şey yok? Hava da bayağı serin temmuz başlarında olmamıza rağmen. Kışın kaç derece oluyor burası diye sorduk. -40 bazen -45 dedi. EEE o zaman ne yapıyorsunuz diye sorduk. Bize bir oda gösterdi. Benim Ankara’daki odamdan daha küçük; 8 kişi burada yatıp kalkıp kışın geçmesini bekliyoruz demez mi! Yahu hiç bir şey yok. Kışın hayvanlarımızı dağlardan indiriyoruz onlardan besleniyoruz diyor. Bizlere zor geliyor bu hayat. Kendisine üniversiteyi bitirdikten sonra buraya yerleşmek zor olmadı mı diye soruyorum, ayrıca senin yaşındaki tüm kızlar burada evli sen niye bekarsın. “Ben bu köyde büyüdüm, yokluk içinde kimse gelip de bana bir şeyler öğretmedi. Buradaki çocukların gelişmesine ve yeni şeyler öğrenmesine katkıda bulunduğum için mutluyum. Evlenmedim çünkü bu köyde bana bir şeyler katacak adam yok.” cevabını da verdikten sonra seyahatlerimiz hakkında bizlerden bilgi alıyor. (Türkiye’ye döndükten sonra ve dünya turunda yaptıklarıma dikkat edin)
Sabahları yola erken çıkma alışkanlığım grupla birlikte olduğumdan beri bana hep geç geliyor. Ben beş buçukta uyanıp sekiz buçuğa kadar hatta bazen dokuza kadar bekliyorum. O gün gene sekiz buçuk gibi yola çıktık.
Seyahatim boyunca bir çok yerde hava koşulundan doğanın zorluğundan bahsettim, Gürcistan’da rüzgarla savaştım, Azerbaycan’da günlerce yağmurda ve soğukta pedalladım, Türkmenistan’da çöl sıcağında pedallayıp kum fırtınasına yakalandım. Özbekistan sıcak ve nemden kendimden geçtim. Ama bir Tacikistan atlattım ki bunların hepsine bedeldi arkadaşlar.
Langar’dan 2 km sonra bir tırmanışa geçiyoruz. Eğim önce %6 ile başlıyor sonrasında ye çıkıyor. ‘S’ çizerek gittiğimizden virajlarda bu eğim % 16 ya çıkıyor. Ben hariç herkes bisikletlerden iniyor. Alüminyum kasa ve arka tekerlerin dişli olması bana inanılmaz avantaj sağlasa sa % 17 ve eğimi görünce pedalı çevirecek nefes kalmıyor bende. Yükseklik 3400. Dağa bakıyorum bitecek gibi değil! Aşağıdakilere sesleniyorum: “Biz bu dağı öğlene anca bitiririz!” diye.
Harbiden de öğlene doğru ancak tepesine varıyoruz. Chung 10 dk sonra yanıma gelip, off oksijen maskesine ihtiyacım var Young biran önce gelse diyor. Ulan diyorum heriflerde ne ekipman var oksijen maskesi getirmişler. Bir kaç dakika sonra Young geliyor. Choung hemen çantaların gözünü karıştırıyor. Bir paket sigara çıkarıp bir tane yakıyor hemen. Hahaha! İşte Gürkan oksijen maskem bu diyor. 3500’e gelmişiz kan ter içindeyiz, adam o irtifada 2 tane sigara içti, aynı şekilde Terry de.. Sonra yola devam ettik.
Neticede 4 gün boyunca 4000 metre üzerinde pedallayıp 4350 metreye kadar çıktım . Geceleri uyurken neler giydiğimi söylemek istiyorum. İki tane kışlık çorap, termal içlik, üstüne 2 tshirt, onun üstüne Atılım Üniversitesi’nin poları ki ben buna can kurtaran diyorum. Kafamda bere elimde eldivenler. Bu durumda bile uyuyamıyorum. Hayatımda ilk defa soğuktan dudağım patladı. Benim çadırım 4 mevsim çadırdı. Ayrıca uyku tulumumda en fazla -5 dereceye kadar koruma sağlıyordu. Bu ekipman diğer rota için yeterliydi ama dağa çıkacağımı nereden bileyim..
5. gün Murgap’a varacağız diye pedallıyoruz ama o dağda bayırda patlamayan lastiğim defalarca patladı. İki kaya arasına sıkıştırdığım jant zaten eğri büğrü bir hal almıştı. Akort ayarı sonucunda teller de iç taraftan lastiği patlatıyordu. İçerideki koruma lastiği zaten paramparça olmuştu artık. Buna rağmen Murgap’a varmayı başardık. Orada ufak tefek tamirler yapıp olayı hallettim.
Murgap, bölgenin en büyük şehriydi. Tesadüf eseri festival gününe denk gelmişiz. Orada kaldığımız 3 gün boyunca güzelce dinlenip kendimize geldik. Festivalde bir çok kişi ile tanıştım. Kırgız Türkleri bu bölgede yaşadıkları için konuşma sıkıntısı çekmiyordum. Eskiden Murgap Kırgızistan toprağıymış. Rusya dağılırken Tacikistan’a vermiş bu toprağı. Daha bir çok şey öğrendim ve yaşadım gerisi kitaba kalsın. Sırada 4650 vardı.
Murgap’dan sonra uzunca bir süre asfaltta gittikten sonra yol tırmanışa geçmeden önce bozuluyor. Langar’daki eğim kadar olmasa da burada da hatrı sayılır bir eğim vardı. Ama 4200 den 4650 metreye tırmanmak yol bozukta olsa pek zorlamıyor artık. Bu arada yolda ilerlerken Elena sol tarafı işaret ediyor, o ne len ? Anaaaa Marko Polo Keçisi. Bir tepeden bizler seyrediyor. Ben fotoğrafını çekerim deyip tepeye doğru koşturmaya başlıyorum. Yemin ediyorum 15 metre koşabiliyorum. Bisikletteyken farklı kas grupları çalıştığından ve belli bir tempoyu tutturduğumdan dolayı nefes alıp vermekte zorlanmıyorum. 15 metre koşup duruyorum. Kalbim ağzımda atıyor! 4500 metrede olduğumuzu unutmuşum. 😀 Çekene kadar kaçıyor. Ama olsun Marko Polo Keçisini görmek bile güzeldi.
Bu arada durduğumuzda anında üşüyorsun, hatta donuyorsun çünkü o kadar sert bir rüzgar esiyor ki. Bir an önce aşağıya inmemiz lazım. Zirveye yaklaştıkça yolun sağı ve solu beyazlaşıyor. Zirveye vardığımda bisikletten iniyorum, öyle bir rüzgar esiyor ki. Zirve, vadi gibi tepedeki tüm rüzgarı içine alıyor, durmak mümkün değil. Diğerlerine bakıyorum, 10 dk. sonra anca gelirler. Göz kapaklarımın donduğunu hissediyorum. Sanki içindeki sıvı buz kesmeye başlıyor. Havada güneş var tek bir bulut parçası bile yok ama inanılmaz soğuk. Gece düşünemiyorum burayı. Hemen aşağıya doğru salıyorum kendimi. Yol gene bozuk ama artık önemli değil budur işte diyorum. Başardım diyorum. Zirveden aşağıya indiğimde beni karşılayan bir ailem, arkadaşlarım, kalabalık bir topluluk yok ama ben durduğumda bisikletten inip bağırıp çağırıp ellerimi havaya kaldırıp hoplayıp zıplıyorum! Ne bir madalya kazandım ne de başka bir şey. Neden insanların Pamir’e bisikletle geldiğini artık daha iyi anlıyorum.
Zirve yaptıktan sonra fazla aşağı inmeden gene bir tırmanış yapıp sınır kapısına ulaşıyoruz. Sınır kapısı dediğimiz yer bir inşaat alanı. Yol çalışmasına başlamışlar ama 10 sene sonra belki biter o yol. Görevlilere evraklarımı veriyorum. Tacikistan’dan çıkışımı alıp Kırgızistan’a doğru yöneliyorum.
Tacikistan da toplam Tırmanış: 37.227 metre
Tacikistan da Toplam kaybedilen kalori: 116.251 !!!
Şu ana kadar yapılan toplam KM: 4000 km