Pedallarken bazen geriye baktığımda bir şeyleri atladığımı fark ediyorum. Sonrasında da çok üzülüyorum. Soskcho’da tanıştığım o aileye gitmeden bir hediye alabilirdim. Hatta sabah erkenden dükkanın kapısının önüne koyup o şehri öyle terk edebilirdim. Neyse en azından aklıma geliyor böyle şeyler. Busan’a vardığımda dükkanlarının adresine özel bir hediye gidecek.
Güney Kore’de bisikletle pedallamak bazen zor oluyor bazen de çok kolay. Anayoldan kopup dağlara bayırlara patikalara vurduğumda araç olmadığından rahatça pedallayabiliyorum. Fakat şehirlerarası yollarda çok zor oluyor. Bir çok alanda emniyet şeridi olmadığından araç trafiğinin aktığı yerde pedallıyorum. Neyse ki Koreliler bu konuda çok dikkatliler. Beni geçen her aracın dörtlüleri yaktığını fark ediyorum. Kamyon, otobüs, araba, motorsiklet hepsi dörtlülerini yakıyor. Beni geçtikten sonra da kapatıyorlar. Kamyonlar yavaşlıyor, karşı taraftan araç geliyorsa beni sollamıyorlar. Bir alanda arkamda konvoy oluşturdum. Çekip sağa durabilirdim ama durmadım. Ben de aracım dedim! Yokuş çıkarken hızım 9 km yapacak bir şey yok. Bekleyecekler. Fakat bir korna sesi de bekledim. Tek bir korna bile çalınmadı. Yol müsait olunca da teker, teker beni solamaya başladılar. Yuh len çok araç biriktirmişim. Helal olsun adamlara olay budur işte, bir kişi bile çıkıpta bir şeyler demedi veya kornaya basmadı.
Bu sıkışık trafik Sokcho’dan Gangneung şehrine kadar devam ediyor. Odaesan ulusal parkının levhalarını görünce hemen rotayı oraya çeviriyorum. Oh be gene aracın az olduğu bir yola girdim. Ufak bir kasabadan geçiyorum. Bakıyorum eksik olan bir şey var mı malzemeler arasında. Yok!! Yola devaaaaaam..
Bu kasabanın çıkısında, bir yol sola dönüyor ormanı işaret ediyor, diğer yol da Woljeogsa diyor. Bu kavşakta da üç tane çok güzel ev dikkatimi çekiyor. Fakat etrafta kimse yok. O yüzden evlere giremiyorum sadece bakıyorum.
Tamam ben bu tabela yazan şehre gideceğim de şu ormanın içinden mi geçsem? Çıkartıyorum haritamı bakıyorum. Ormanın içinden geçen bir yol gözüküyor. Rakımda 1563m yazıyor. Ben kaçtayım? 40metre. : ) Soyun Gürkan soyun, rampanın ucu solda gözüküyor anlaşıldı. Başlıyorum pedallamaya. Eğim ve üstü. İlk defa arka arkaya yanımda geçen her araç korna çalıp, camdan el çıkartıp baş parmaklarını yukarı kaldırıyorlar. 680’de ormanın içinde bir nara patlatıyorum, whuaaaaaaa ‘ki gücü’ mü dersi ne dersin bilemem. Akan terler artık gözüme kaçıyor. Güneşte öyle bir noktadan vuruyor ki gözlerimi yakıyor. Hemen matarayı alıyorum kafadan boşaltıyorum. Durmuyorum. Hava da 7 ila 10 derece arası. Sıcak günlerden biriydi. Ya da bana öyle geliyor artık. Eğim azalıyor 1010’a geliyorum yol düzeliyor. Biraz daha ilerliyorum. Otel tabelaları, kamp alanı tabelaları falan çıkıyor. Hadi len kamp alanı varmış.. Onca km yol aldım, son 8 ayım bir çok yerde kamp yapmakla geçti daha hiç kamp alanında kamp kurmamıştım, vay be kaçmaz bu fırsat dedim. Konaklayacağım yer belli oldu. Birkaç km daha gittikten sonra kamp alanına giriyorum. Hemen karşımda sağlı sollu ufak büfeler. Öyle dağa doğru gidiyor, alla alla asfalt bitti. Kalan yola parke döşemişler o şekilde gidiyor yol.
Tur otobüsleri park alanını doldurmuş durumda. Size daha önceki yazılarımda söylemiştim; Koreliler tam bir doğa yürüyüşü aşığı. Bayılıyorlar hepsinin üstünde North Faceler, Colombialar, K2ler, ellerde özel bastonlar, sırtlarda mataralar, su çantaları. Ülkede çıkmadıkları bayır tepe kalmamış. Ben hemen şu arkadaki kamp alanını inceliyorum. Vay ulan çadır kurmak için özel yerler, tuvaletler, içme su alanları, duş kabinleri falan her şey var. Mutlu oluyorum. İşte şimdi benim kral dairem oldu bir saray. : ) Sonrasında da arkadaki minik lokantalara uğruyorum.
Durur durmaz hemen terimi siliyorum. Üzerimde daha önce sizlere bahsettiğim gibi sadece atlet olduğundan terim kurumak üzere. Hemen uzun kolluları geçiriyorum üzerime. Bu arada çevreme de insanlar toplanmaya başlıyor. Türk bayrağını gören “Türk” diyip söze başlıyor. O yokuşu çıkarken beni gören araçlardan bazılarının şöförleri de geliyor, yokuşu çıktığımı söylüyorlar. Herkes tebrik ediyor. Aralarından bir adam benle ingilizce konuşmaya başlıyor. Soruyor nerden gelip nereye gittiğimi neden bisiklete bindiğimi. Bu arada yemeğe oturuyoruz. O ve arkadaşları da bana eşlik ediyorlar. Bir saate yakın muhabbet ediyoruz. Onlar soruyor ben cevaplıyorum. Gitmeden, kapıya araçlar yanaşıyor. Hepsi ayağa kalkıyor önden bu herif gidiyor. Bana kartını verirken de “Seul’a geldiğinde seni misafir etmekten onur duyarım” diyor ve uzun uzun elimi sıkıyor. Teşekkür ediyorum. Hepsi gittikten sonra karta bakıyorum; Kore’nin en baba firmalarından birinin yönetim kurulu başkanı çıkıyor adam.
Lokanta sahibine bu yol nereye çıkıyor diyorum. Bir yere çıkmıyor tepede bitiyor diyor. Gülümsüyorum ve yemeğimi yiyip kamp alanıma gidiyorum. : )
Sabah kuş sesleri ile uyanıyorum. Bekliyorum ki güneş çadırıma vursun. Vursun ki ilk katmanda terlemeden oluşan o ıslaklık gitsin. O sırada çadırın içini toparlıyorum. Kahvaltımı yapıyorum. Hah güneş vurdu, bir 10 dk sonra çadır da kendine geliyor, toparlanıp aşağı kaptırıyorum. Yyyyyiiiiiihaaaaaaaaaaaaaaaaa süpeeeeeeeeerr!!! Keskin zikzaklar yapa yapa aşağı kadar iniyorum.
Gene o ayrıma geliyorum. Duruyorum, aşağı inerken takmış olduğum maskeyi çıkartıyorum bu arada karşıda bir kadın görüyorum, ikinci defa baktığımda göremiyorum. Sonrasında da bir adam bana sesleniyor. Yanına çağırıyor, ben de gidiyorum. “Bisikleti bırak, kahve içelim içerde.” diyor. Yaşlı amcanın davetini kabul ediyorum. İçeri giriyorum, tekrar teşekkür ediyorum. Bana masayı gösteriyor girip oturuyorum.
Dün akşam bu evlere hayran olmuştum. İnsan bu manzara karşısında çok üzün süre yaşar demiştim kendi kendime. Sonra oturduğum yerden evin içine dikkatlice bakmaya başladım. Ev böyle bir düzensiz karman çorman haldeydi; yerde kurutulmuş meyvalar, sağda solda boya tenekeleri, fırçalar. Tablolar, resimler, resimler, RESİMLER , RESİMLEEEEEEEEEERR! Bunlar ne ya ayağa kalktım. Bir çok defa kara kalem çalışması görmüşümdür. Ben böylesini ömrüm boyunca görmemiştim. Ayağa kalkıp arka odaya bakınca bir yağlı boya tablolar gördüm inanılır gibi değil. “Bunları siz mi yapıyorsunuz?” “Hayır karım yapıyor” dedi ve demin dışarıda gördüğüm bayan da elinde kahvelerle geldi. : ) “Muhteşem çalışmalarınız var.” Orada bir de torunlarının fotoğrafı duruyor “Bu fotoğraf di mi, sizin çalışmanız değil?” dedim. Gülüyorlar. : ) Muhteşem bir ev, her taraf sanat eseri dolu. “Eğer bisikletle geziyor olmasaydım kesinlikle birkaç tablo satın alırdım sizden.” diyorum. Bisikletle nerden geldiğimi soruyorlar ben de hikayemi anlatıyorum. “Beğendiğin bir tane resim varsa Türkiye’ye döndüğünde sana yollayalım.” diyorlar. “Çok teşekkür ederim.” diyorum. Muhabbet ilerledikçe de Güney Kore’nin yaşayan en ünlü bayan ressamlarının birinin evinde olduğumu öğreniyorum.
Evden çıkıp pedallamaya tekrar başladığımda, o akşam zirvedeki gülümseme gene suratımda beliriyor. Yavaşça oradan ayrılırken yaşlı çift arkamdan “Annyong” diye sesleniyor.. Güle güle.. Ben de elimi kaldırıp yoluma devam ediyorum.
Gün boyu bir aşağı bir yukarı şeklinde geçti. Çok ciddiyim gün boyunca bir kere düz alan görmedim. En son akşam hava kararıyordu, şehre varmıştım. Oh be sonunda düz bir alan dediğimi hatırlıyorum. Duş almanın vakti de gelmişti. Attım kendimi bir otele. Kardeşim yer ısıtmayı bir açmışlar ki. Çıplak ayak zeminde gezemiyorsun. Len bina tutuştu tutuşacak bu nasıl iş. Aşağı inip “Kardeşim yakıt beleş mi?” demeyi bile düşündüm. Dışarıda nerdeyse kar yağdı yağacak, benim odamda balkon pencere ne varsa açık. Gece de öyle uyudum.
Ertesi gün dışarıda güneş olmasına rağmen hava -11 dereceydi. Öğlene doğruda pek ısındı diyemem. Bir ara arka lastiğim patladı. Nasıl denk gelir ki raptiye tekerin o en zayıf bölgesine hiç anlamam. Eldivenleri elimden çıkardığımda 1 dk dayanabildim. Tekrar onları giyip, öyle tamir edip yola devam ettim.
Bugünün dünden tek farkı havanın daha soğuk olması. Üstümdeki malzeme bu kadar soğuk havada kurumayı o kadar hızlı yapamıyor. Fakat düzenli olarak giy çıkart yapıyorum. Akşama kadar kaç defa yapıyorum bu işlemi unutuyorum. Kamp yeri arıyorum, yok inanılır gibi değil! O kadar ağaçlık alanda çadırı kuracak bir düz alan bulamıyorum. Her bulduğum düz alan mezarlık.
En son Türkmenistan’da Oğuzhan şehrine varacağım diye geceye kalmıştım. Evet onca kilometre sonra ikinci defa gece yolculuğu. Tepe lambamı arka flaşörleri takıyorum, bisikletin ışığını da açıyorum. Neyse önümü rahat görüyorum. Arkadaki kırmızı ışıkların gücü ön tarafa bile yansıyor. Gündüz gözü ile bulamadığım kamp alanını gece aramanın hiç lüzumu yok. Bir motel bulana kadar yoluma devam ediyorum. Tırmanış yapmaktan artık üst bacak kaslarım yanmaya başlıyor. En sonunda bir motel buluyorum ve geceyi orada geçiriyorum.
Bakmayın bu kadar söylensem de pedalladığım o dağların, o ormanların her bir kilometresine değer. Ne kadar yorulsam da umrumda değil. Şu zamana kadar 6 Ulusal parkın zirvesine çıktım bu ülkede. Belki bir o kadar da zirve denilecek noktaya. Çıkmaya da bilirdim. Bu ülkede okyanusun yanında da pedallanırdı. Ama o suratımdaki gülümseme eksik kalırdı. : )
Ormanlar içinde kasabalar, köyler geçerek koca bir hafta geçirdim. Çok güzel yerler gördüm. O kadar ülke gezmeme rağmen kamp atacak en çok sıkıntı çektiğim ülke bu Kore oldu. Üstelik bu kadar ağaçlık alanda… Bir gün daha böyle kamp alanı bulamadım. Gene bir şehre girdim. Yeter ulan bu ne ya, baktım güzel bir park. Parkın tam ortasında da bir ağaç hemen sağ tarafta nehir var sol tarafımda yol ve binalar. Ağacın yanına gittim. Yazmışlar altına 300 senelik ağaçtır diye. Tamamdır kamp alanı burası. Meraklı gözlerin bakışları altında çadırımı o ağacın altına kurdum. Yaşlı bir teyze geldi. Korece bir şeyler dedi, anlamadım. Sonra “Gece çok soğuk olacak.” demeye çalıştığını anladım. Bana otelin yerini gösteriyordu. Yok dedim teşekkürler ben burada yatacağım. Akşam o teyze bana sıcak çorba getirdi. : ) Koca şehrin içindeki parkta çadırımın içinde huzur içinde uyudum. İşte Kore böyle bir yer.
Bir başka gün gene kamp alanı bulamadım, bu sefer arazideyim. Baktım sağ tarafta 5 tane mezarlık. Yapraklar o kadar güzel örtmüş ki mezarların üstünü… Demiştim doğanın bir parçası bunlar diye. “Koreli amcalarım ve ablalarım kusura bakmayın, bu gece buraya kamp atmak zorundayım, gidecek gücüm kalmadı. Hava kararmak üzere. Hemen 5 metre ilerinizdeki düz alana ben çadırımı kuruyorum, gece rahatsız etmem sizleri.” dedim ve bir gece de o rahmetli Korelilerle huzur içinde uyudum. Mezarlıkta uyudun ve bu mu? Dedi birkaç kişi duydum. şimdilik bu. Kalanı başka bir zamana.
Bu yazıyı tam yazarken, arkadaşlardan biri boş zamanında stüdyoya girip Mustafa Seyran’nın yazdığı o meşhur şarkıyı söylemiş. ‘Elbet bir gün buluşacağız’ Şarkıyı arkadaşlarına yollarken, benide internetde görünce ”Al dinle de kulağının pası gitsin” dercesine bana da yolluyor. İlk çalışında yazmaya devam ettim, ikincisinde durdum ve şarkıyı dinledim. Güzel söylemiş. Şarkının hakkını vermiş. Gözlerimi kapadım. Şarkının sözlerini dinledim. Kalpten bir ses “Bir gün biriyle bir yerde elbet buluşacaksın Gürkan. Nerde olur bu veya nasıl olur onu ancak yol arkadaşın bilir. Sen o zamana kadar çizdiğin yolda yürümeye devam et veya pedallamaya”dedi ve şarkı değişti.. Ben yazının kalanını buradan ayırıp, bir dahaki internetle buluşmama bırakıyorum….
: )
Sevgiler, Saygılar.