Türkmenistan sınırından geçip Özbekistan sınırına doğru ilerliyorum. Kapının orada bizim tırcılar kuyruk oluşturmuş. Hepsi bana bakıyor. Kapı açıldı. Tırcı arkadaşlar “Hemşehrim, hoş geldin” deyip çayı ocağa koydular. 30 veya 40 tırcı arkadaş vardı. Sabah çaylarımızı içtik, sonra ben kontrol noktasına doğru yöneldim, onlar da Türkmenistan’a doğru yol aldılar.
Kapıda sıraya girdim, bu sırada karşı tarafta bir bisikletli de Türkmenistan’a giriş yapmak üzereydi. Parmaklıklar arkasından yüksek sesle konuşmaya başlıyoruz. Güney Asya tarafından geliyor ve Avrupa’ya doğru gidiyordu. Adını söyledi, o gürültüde duyamadım. Amerikalı olduğunu duyabilmiştim. Uzunca bir süre sohbet ettik. Bu sırada bir İspanyol, motosikleti ile karşı tarafta bekliyordu. Benim Türk olduğumu öğrenince hemen yanıma geldi.
Herifin durumuna bakın. Özbekistan’daki Türkmenistan Elçiliği adama “Türkmenistan tarafına geçin. Oradaki memurlarda evraklarınız hazır, sizi bekliyor” diyorlar. Herif motoruna atlayıp Özbekistan sınırını geçiyor. Türkmenistan sınırına gidiyor. Türkmenistan polisi “Burada evraklarınız yok, Özbekistan’a geri dönün” diyorlar. Adamın Özbekistan vizesi tek geçişlik olduğundan Özbekistan sınır kapısı da “Bu vize tek geçişlik, içeri giremezsiniz” diyor. Herif kalıyor mu tam ortada. Kafayı sıyırmış durumdaydı.
Memurlarla konuşup durumu halletmeye çalışıyorum. “Adama iki gün verin, herif Kazakistan sınırından çıkıp gitsin” diyorum, izin vermiyorlar. Günlerden cumartesi olduğundan İspanyol Elçiliği de kapalı. Yani adam pazartesi gününe kadar maalesef iki sınır arasında beklemek zorunda kalıyor. Yani anlayacağınız uluslararası gezilerde “Kapıya gidin, evraklar orada hazırdır, sizi bekliyordur” derlerse de inanmayın. Evraklarınızı alın, öyle gidin. Sonrasında böyle göt olmayın. İşte tecrübe edinmiş oldu adam, ben de öğrenmiş oldum. 😀
Kapıdan geçtikten sonra da herkes dün Kanadalının geçtiğini fakat akşam durmayıp yol aldığını söylediler. Ulan bir kere inat ettim ya “Herifi yakalayacağım” diye, yakalayacağım kardeşim ne olursa olsun. Buhara’ya 120 km vardı. “Rüzgâr arkamda, tamamdır ben bu adamı yakalarım” dedim. Buhara’ya 40 km kala adamı kayısı ağaçlarından kayısı çalarken yol kenarında yakaladım. 😀 Beni görünce şok oldu. Sonra suratında bir gülümseme oluştu. O da yalnız yol alan bir bisikletçi. Bir noktadan sonra yol alırken sohbet edecek birilerinin olması hiç fena olmuyor. Neyse ilk önce hiç konuşmadan birbirimize sarıldık. Sonrasında da tanıştık. Herife “Nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun” dedim. Bu arada adı David Nathan. Son bir buçuk senedir Atlantik’in bu tarafında geziyorum, dedi. “Nasıl ya anlamadım? Öncesinde neredeydin? Kaç aydır yoldasın” dedim. Herif “1,5 senedir bisikletimle Avrupa ve Orta Asya’da geziyorum” dedi. Hahahaha İngilizce bildiğim bütün küfürleri ettim sonra Türkçeye geçtim. Sonra muhabbet biraz daha ilerledi. Meğersem herif Kanada’dan 6 sene önce yola çıkmış. Ben yanlış anlamışım. Oha ki ne oha! Nereye gidiyorsun, diyorum. “Bilmiyorum, geziyorum öylesine” demez mi? Hahahahah len herif arıza çıktı. Yani arkadaşlar ”Çılgınım, deliyim” falan diyoruz ya. Hikayeeeee hepsi. Herif başından geçen olayları bir anlatıyor. Ben anlatmadım sadece dinledim. Adamın anlatacak macerası çoktu. Kaç km yaptın, diyorum. Haberi yok bilmiyor. Bir noktadan sonra bıraktım, diyor. Buhara şehrine kadar onun yol anılarının küçük bir kısmını dinledim. Çok keyifliydi. Bu arada “Gürkan, biraz hızlı pedallayabilir miyiz” diyor.
Saat 14.30’da Mir-i Arab’ın önünde olmamız lazım, diyor. “Ya hakikaten sen neden bu kadar hızlı gidiyorsun, sebebi nedir, acelen ne?” Kız arkadaşımla bundan iki ay önce konuştuğumuzda orada buluşacağımıza karar vermiştik, demez mi? “Nasıl ya, iki aydır niye konuşmadınız” diyorum. Bende telefon yok, dedi. Adamda telefon yok, GPS yok, harita yok. Belli bir plan yok. En son Türkiye’de konuşmuşlar. Kız arkadaşı da Bulgar. Bir dahaki turumu ben de böyle yapacağım, çok hoşuma gitti. Annen yok mu, dedim. Var onu da ayda bir arıyorum, dedi. Eee onu da yapmasaydın dedim :D. Biz Mir-i Arab’ın oraya vardığımızda kız arkadaşının gelmesine 30 dk vardı, ben de civarda otel aramaya başladım. Döndüğümde 5 dk geçmişti, kız arkadaşı hâlâ ortalıklarda yoktu. Peki ya gelmezse ne olacak, dedim. “5 dk daha bekleyelim, gelmezse gidip otele yerleşelim” dedi. Bunu tam dedi, pat kız çıkıverdi karşısına. Hadi len oldum :D. Ohaa ya! Len hiç kıskanç herif değilimdir ama şu olayı kıskandım vallaha. Sen 2 ay önce konuş anlaş, pat diye gelsin kız. Vay arkadaş yaa. Angelina da geldiğine göre artık gidip otelimize yerleşebilirdik.
8 dolara sabah kahvaltısı dâhil süper bir otelde kaldım 5 gün boyunca. Buhara’da birçok yer gezdim gördüm. Bir dolu yabancı arkadaşla tanıştık, muhabbet ettik.
Eskiden Buhara yolu ticaret amaçlı kullanılıyormuş. Medreseler, kervansaraylar, hanlar, konaklar… İpek Yolu’nun en hareketli şehirlerinden biriymiş. Fakat bu yüzyılda farklı bir amaç için de kullanılıyor. Yaşadığımız şu dünyayı daha iyi anlamak, kendi kültürlerini ve ülkelerini insanlara tanıtmak ve hayatlarına yeni anlamlar katmak için yola çıkmış birçok maceraperestin, hayalperestin kesişme noktası olmuş. İstanbul’da Ankara’da çok zor karşılaşırsın aynı amaç için yola çıkmış insanlarla. Burada öyle değil. Bisikleti ile gelenler, motorları ile gelenler, toplu taşıma araçlarını kullanarak seyahat edenler, çalışarak dünyayı gezmeye çalışanlar, kamyonları ile dünyayı dolaşanlar… İnanılmaz bir nokta. Herkes bir arada ve insanların yüzlerinde muhteşem bir gülümseme ve mutluluk var. Ben bu gruba artık “yaşamın ne demek olduğunu fark etmiş insanlar” diyorum. İster araçla ister yürüyerek, bir şekilde uzun soluklu yolculuklar yapmak şart. Eğer bir şeylerin farkına varmak istiyorsanız…
David ve Angelina 20 gün boyunca Özbekistan içinde trenle oradan oraya gezip duracaklar. Ben de bu arada yoluma devam edeceğim. Yol arkadaşlarım İsveç’ten Benjamin ve Nora olacaklar. Semerkant’a kadar birlikte yol alacağız. Sonra ben Taşkent’e devam edeceğim. Yolda tanıştığım herkes Tacikistan’a gidiyor fakat Tacikistan benim rotamda yok. Yolu pek uzatmak istememiştim, o yüzden de o ülkeyi es geçmiştim fakat hemen hemen herkes Tacikistan’da görülecek muhteşem yerler olduğunu söylüyor. Şimdilik öncelikli hedefim Taşkent’teki Türk Elçiliğine varmak. Belki ilerleyen günlerde rotada bir değişiklik yapıp Özbekistan içinde alacağım yolu Tacikistan’da alabilirim. Böylelikle bisiklet camiası ile de hareket etmiş olurum. Bu arada Rusya’da gideceğim güzergâh hakkında kimsenin en ufak fikri yok. Rus’a soruyorum “Buraları biliyor musun” diye. Geçeceğim köyleri şehirleri bilen yok. Ne rota çizermişim arkadaş.
Sabah erken yola çıkılacaktı fakat akşam Kristian ve Gisa beni İtalyan restoranına çağırdılar, beraber yemek yedik. Yol hakkında yolculuk hakkında ve kazandığımız deneyimler hakkında sohbet ettik. 4 şişe bira gitmiş muhabbet esnasında. Baktım ki içmeye devam ediyorlar, “Sizde motor var, ben motoru bozmadan otele kaçıyorum” dedikten sonra kalkıyorum. Gisa sabah erkenden gideceğim için kapılarını çalmamı istedi. İki gündür beraber geziyoruz, birlikte fotoğrafımız yok. Sabah ben erken kalkıp bisikletin çantalarını yerleştirirken Cristian ve Gisa da uyanıyor, birlikte bir fotoğraf çekiliyoruz.
Kapının önünde bekleyen Benjamin ve Nora’ya katılıp yola çıkıyorum. İkisi de gayet hızlılar, 28 km’de sabitliyorlar hızımızı. Benim onlara yetişmem düz alanlarda biraz zor oluyor. Çark ebatlarımız ve tekerlek ebatlarımız aynı değil. Fakat benim de bisikletim onlarınkine nazaran fazla yüklü olmasına rağmen hafif. Bisikletleri el yapımı demirden. Çark sistemi arka göbeğin içine saklanmış 2500 euro gibi bir paradan bahsetti sadece o sistem için. Bana biraz anlamsız geldi. Yolda bozulsa ne halt edecekler. 15 aydır bisikletle geziyorlar, henüz bozulmamış. Onu da hemen söyledi. Kardeşim bu ne ya, gezginlerin hepsi ağzını 1 seneden açıyor. Ben 2 ay demeye utanır oldum vallaha.
İlk gün tempolarına alıştım. Benim eşlik etmem Benjamin için de çok iyi oldu. Her 10 km’de bir öncüyü değiştiriyorduk, rüzgâr her zamanki gibi karşıdan geldiği için bu şekildeki değişim ikimize de çok iyi geliyordu. Nora’nın keyfine diyecek yoktu. Kendisini birkaç defa tebrik ettim o ağırlıktaki bisikleti o hızda sürdüğünden.
Her 30 km’de mola verip günü 112 km ile kapadık. Kamp için bulduğumuz alan yoldan 1 km kadar uzaklıktaydı. Yanımızda bir dere akıyordu. Benjamin dere gördü mü girip yüzüyormuş. “Yahu buradaki dereler temiz değil, girip yüzme” dedim. “İyi de Gürkan içmiyorum, yüzüyorum” dedi. Şimdi adama ne diyeyim? “Çadırları kuralım, gireceğim ben” dedi. 10 dakika sonra ilerideki köyden bir traktör geldi, köyün çöpünü o dereye karşı taraftan boşalttı. Benjamin’e gösterdim “Al bak ne yapıyorlar” diye. Aman Tanrım, diye çığlık atıp duruyor. Ne yapıyorlar bunlar, diyor. Bana soruyor. “İstersen bir durdurmayı dene, bu insanlar bunu senelerdir yapıyorlar” dedim. “Şimdi gir o suya. Nasıl olsa içmiyorsun, yüzüyorsun. Hadi bakayım aslanım, göreyim seni” dedim. Midesi bulandı. O görüntüden sonra sanırım bir daha kolay kolay derelere giremeyecek. Gün içinde şunları da yaşadık: Yolda otostop ile dünyayı gezen Kristopher bir araçla önümüzü kesip bize erik verdi. Öğleyin, motorları ile Türkmenistan çöllerini aşarak Moğolistan’a giden Gisa ve Cristian bizi yakaladı; beraber yemek yedik. Akşam David’le konuştum Taşkent’te dolanıyormuş. Biz kamp atmadan önce Polonyalılar karavanları ile yanımızdan geçerken soğuk su verdiler. Aha işte İpek Yolu’nda seyahat etmek böyle bir şey 🙂
Gün çok sıcak geçmişti, çadırın içinde sadece boxerla duruyordum. Her iki giriş bölmesinin tepedeki havalandırmasını sonuna kadar açtım. Yemekten sonra bir ağırlık çöktü, hemen uyumuşum. Gece 2’de uyandım. Hava buz kesmiş her tarafım tutulmuş. Hemen tulumu çıkartıp üstüme örttüm. Sabah güneş çadıra bir vurdu, anında hamam oldu ortalık. Şu çöl ikliminden bir çıkamadım anasını satayım.
Sabah 8’e kadar pılımızı pırtımızı toplayıp kahvaltımızı yapıp yolumuza çıktık. Hava bir önceki güne göre çok daha sıcaktı. Hatta bayağı sıcaktı çünkü ben litre litre suyu ilk defa üzerime döktüm. Neredeyse her 15 km bir mola vermek zorunda kaldık. Ağaçlarla dolu serin bir yer bulduk mu hemen duruyorduk. 15 litre su taşımaya başladım. Benjamin ve Nora da toplamda 20 litre su taşıyorlardı ve akşama kadar hepsini bitiriyorduk. Yolda mola yerleri ve su haricinde hiç durmadık. Ben tek başıma olsaydım kesinlikle dururdum. Sabah 8’de yola çıkıp akşam 5’e kadar 100 km’yi geçmeye çalışıyorlar. Ben tek başımayken sabah 6’da yola çıkıp akşam 7-8 gibi kamp atıyorum. Ben de ortalama 100 km üzerine çıkıyorum diyebilirim. Ama en azından yolda fotoğraf çekiyorum. Bunlarda öyle bir şey yok. İkisinin fotoğrafını kaç defa çektim. Mutlu da oldular “İlk defa yoldayken biri fotoğrafımızı çekti” diye. Len iyi hoş güzel de siz de beni çeksenize. Biz de hasretiz “Biri fotoğrafımızı çeksin” diye. Makineyi ayarlayıp kendimizi çekip duruyoruz iki aydır. En sonunda Benjamin’e “Çek ulan beni” diye söylendim. Yoksa çekeceği yok 😀
Yavaştan yavaştan rampalar başlamıştı. İkisine nazaran rahat çıkmama rağmen çok terliyordum. 100 km’yi devirmiştik gene kamp alanı arıyorduk. O kadar güzel bir yer buldum ki. Yüksek bir tepede ağaçlar arasında pöfür pöfür esen bir yer. Hepimize çok iyi gelmişti bu alan. Çadırları kurmadan şekerleme bile yaptım çam ağaçlarının altında. Hemen arkamızda da kayısı ve vişne ağacı vardı. Oradan da meyve topladık. Yakındaki evin çocukları bizi görüp hemen yanımıza geliyorlar. Biraz onlarla sohbet ettim, daha doğrusu etmeye çalıştım. Bu bölgede artık Türkçeyi çok az kullanmaya başlıyorum. İnsanlara “Türkçe biliyor musunuz” dediğimde “Türkçe değil Özbekçe biliyoruz” diyorlar. Türkçe diye bir dil yok onlar için. O dil Özbekçe, diyorlar. Hepimiz Türk’üz, diyorum. Hayır biz Özbek’iz, diyorlar. Baktım ki her yerde aynı tepki ile karşılaşıyorum. Karşılaştığım ilk Özbek’le sanki Türkiye’deymiş gibi konuşuyorum. Beni anlıyorlar fakat ben onları anlamıyorum. Burada artık Türkçe ile Rusçayı öyle bir karıştırmışlar ki Rusça sanki daha çok kullanılıyor. İlk başta beni Türkmen sanıyorlar. “Türkiye’denim” deyince donup kalanlar, gözlerini açanlar bile oluyor. Türk’e benzemiyormuşum. İtalyan gibisin, diyorlar. Bunu yabancılar da söyledi. Onlar da “İtalyan’a benziyorsun” diyorlar. Alla alla. Len İtalya’ya gitmediğim için bilemeyeceğim tabii, bu herifler gezmiş görmüş. Arhavi Nüfus dairesi başkanı Zeki Amcam sayesinde de yüzyıllardır Karadeniz bölgesinde yaşadığımızı bildiğimden rahatım 😀
Gece kamp attığımız alan süper tamam da gecenin bir yarısı kurbağalar başladı vıraklamaya. Sesleri bir yükseliyor bir alçalıyor. Üstüne cırcır böcekleri de eklendi mi? Len sanırsın dışarıda resital var, biz de locadan dinliyormuşuz gibi. Çadırdan dışarı çıktım. Biraz yürüdüm sesler kesildi. Benjamin de uyuyamamış. “Sabaha kadar bizi uyutmayacaklar Gürkan, boşuna uğraşma” diyor. “Tuvalete gidiyorum, ne uğraşacağım canım. Kafalarına göre takılsınlar, yapacak bir şey yok” dedim.
Sabah Benjamin’le ben sersem gibi kalktık. Nora’ya soruyorum “Uyudun mu” diye, “Çok rahat uyudum” demez mi. Eeee “Dün çadırın önünde konser vardı, nasıl başardın” diyorum. “Çok yorulmuşum, duymadım bile” diyor. Vay arkadaş ya! Ulan Benjamin ile neredeyse ayakta uyuyacağız. “Neyse Samarkand’a 70 km kalmış, hemencecik biter” diyoruz.
Yola çıkıyoruz, başlıyor rampalar. Birini çıkıyoruz, yeni bir tanesi bizi karşılıyor. Biraz aşağıya iniyoruz, sonra daha yükseği karşımıza çıkıyor. Böyle in çık in çık giderken Benjamin aniden durdu, yolu işaret ediyor. O ne len öyle, oldum. Yolun ortasında yaratık var. Yaratık var, diyorum çünkü ben hayatımda bu kadar büyük bir örümcek görmedim. Hemen kamerayı çıkartıp çekiyorum bir kare. Ben yaklaştıkça o korkup kaçmıyor. Tam tersine saldırmak için pozisyon almaya başlıyor. Ee bu işler cüsseye göre tabi. Hayvan öndeki dişlerini lastiğe saplasa patlatır valla. Baktım ki üzerime atlayacak, hemen geri çekiliyorum. Kendisini yolun ortasında rahat bırakıp yolumuza devam ediyoruz. Tempomuz gene gayet hızlı. Semerkant’a kadar hiç durmadan ilerliyoruz. Nasıl olsa az kaldı, deyip öğle yemeği falan da yemiyoruz.
Semerkant’a girdiğimizde benim GPS de sinyal veriyor “Bataryan bitiyor” diye. Benjamin’in GPS’inden haritalar indirmiştim, biraz değişik fakat işe yarıyordu. GPS’deki harita bizi eski şehre götürüyordu, bu çok güzeldi. Sağa sola sormadan otellerin olduğu noktaya kadar gittik.
Kendilerinin internetten bulduğu oteli sağda solda araştırırken tesadüf eseri oradan geçmekte olan yakınlardaki bir hotelin sahibi “Gelin benim otelimde kalın. Almanya’dan, Belçika’dan bisikletçiler var. Günlüğü de 8 dolar” deyince hemen “Olur” dedik.
Hotelde konfor olmasa da ortam cidden çok iyiydi. Bir masa etrafında 10 tane turcu buluştuk, saatlerce sohbet ettik. Muhteşem bir duyguydu bu. Bunca turcu tek bir ortak noktada buluşuyorlardı. Türkiye muhteşem bir yer, diyorlar. Yeri geliyor, kendi ülkelerini eleştiriyorlar. Ama Türkiye ve o topraklarda yaşayan insanlar için o kadar güzel sözler söylüyorlar ki gurur duyuyorum. Onlar da yollarda ilk defa bir Türk turcu ile karşılaştıkları için mutlu olduklarını dile getiriyorlar. Benim Türkmenistan’dan bir aylık vize aldığımı duyduklarında da çok şaşırıyorlar. İlk defa birinin Türkmenistan’ı baştan sona geçtiğini sayemde öğrenmiş oluyorlar :D. Ben de ekliyorum Dışişleri Bakanlığımın yardımı ile bu izni aldığımı ve bu şekilde onların tarihine geçtiğimi söylüyorum. Atılım Üniversitesini de merak ediyorlar, onu da anlatıyorum. Üniversitenin böyle bir projeye sponsor olması da mutluluk verici, diye ekliyorlar.
Bu otelden ben gelmeden ayrılan bir de Türk varmış. Aslen İzmirli fakat Amerika’da yaşayan Selma. Otostopla gezen 35 yaşlarında bir Türk kadın. Helal olsun vallaha, ne diyeyim? Kaçırdığıma üzülüyorum, tanışmak isterdim kendisiyle.
Otelin bir de ilginç bir anı duvarı var; her gelen bir şeyler yazmış, fotoğraf eklemiş. Bunları incelerken gördüğüme inanamıyorum. Gizem’in fotoğrafı karşımda duruyor, kendisi de buraya daha önce gelmiş. Bu arada otelde bulunan bir İspanyol çift de fotoğrafa dikkatlice bakıp “Biz bu kızla şubat ayında Büyük Ada’da tanıştık” demez mi? Ulan dünya bir anda küçüldü. Bu çift ayrıca benim Azerbaycan Yevlax’ta kaybettiğim bisikletli Belçikalılar çıkmaz mı? Yani arasan bu kadar tesadüfü bulamazsın bir arada. Akşama kadar sohbet ediyoruz. Muhteşem bir çift, keşke yakalayabilseymişim.
Semerkant’ta birkaç gün kalıp yoluma devam etmeyi planlarken Kırgızistan’daki olayların kızıştığını öğrenip hepimiz üzülüyoruz. Umarız en kısa zamanda geçer, diyoruz. Özbekistan’dan Kırgızistan’a geçmek için de benim sadece 8 güne ihtiyacım vardı. Şu durumda Kırgızistan’a gitmem pek uygun değil. Elçilikten Ümit Bey de Kırgızistan’a gitmemem konusunda beni uyarıyor. Bu durumda rotamı Kazakistan’a çevirmem gerekiyor. Bu Belçikalı çift benim rotamı tam tersten yapmışlar. Azerbaycan Bakü’den Kazakistan’a geçip oradan Özbekistan’a geçmişler. Yol boyunca sadece pedalladıklarını, görmeye değer hiçbir şey olmadığını söylüyorlar. Bizimle Tacikistan’a gel diyorlar.
Bütün gezginlerin gözdesi olan Pamir Dağı, Tacikistan sınırları içinde. Kimisi “dünyanın tepesi” diyor. Araçla çıkılacak en yüksek zirve, diyorlar. Bisikletle çıkılan en yüksek nokta 4650 metre. İnternet kafe bulup Pamir Dağı ve Tacikistan hakkında bilgi buluyorum. Evet, anlatılanlara ve fotoğraflara bakılınca muhteşem bir yer. Fakat Çin’e geçmek için Kırgızistan gene kullanılmak zorunda. Biz yol alırken her şeyin değişeceğini söylüyorlar. Peki, Tacikistan üzerinden gidersem ne olacak?
Kazakistan ve Rusya rota dışında kalacak gibi gözüküyor. Ben Tacikistan’da pedallarken bu arada Kırgızistan’daki iç savaş biterse ve ben Osh şehri üzerinden Bişkek’e ulaşabilirsem rotaya aynen devam edeceğim. Tek bir farkla: Araya Pamir Dağı’nı ve Tacikistan’ı sıkıştırdığımdan tur bir ay daha uzuyor. Tahmini kilometre 15000’e yaklaşıyor. Savaşın bitmediğini düşünürsek gene de her hâlükârda Osh şehrinin 100 km yakınına kadar yaklaşıp Kırgızistan’a girmek zorundayım Çin’e geçmek için. Tacikistan sınırı ile Çin sınırı arasındaki 250 km mesafeyi 2 günde almaya çalışacağım. Bu sırada yanımda Belçika’dan Tierry ve Elena, Almanya’dan Thomas, Kanada’dan David, İsveç’ten Benjamin ve Nora olacak. Herkesin vize tarihi ayrı zamanlarda ama millet birbirini yakalayacak yolda.
İki gündür internette araştırıyorum, Pamir’e tırmanış yapan bir bisikletçi bulamadım. Cidden bu dağa tırmanış yapan ilk Türk bisikletçi ben mi olacağım, onu da merak ediyorum. Eğer öyle ise bu cidden kayda değer bir başarı olur. Tabii eğer 4650 metreye ulaşabilirsem. Zor bir tırmanış olacak gibi. Öncesinde de 3200 metrelik bir tırmanış daha var. “Kar kaplanı” lakabı alıyormuş bu dağa tırmanan dağcılar. Bu tırmanışı gerçekleştiren bisikletçilere ne deniyor acaba? Onu da bir dahaki yazımda öğrenip sizlerle paylaşacağım.
Ben yarın Tacikistan’a doğru pedallar.
Sevgiler, saygılar…