Lesotho sınır kapısından geçtim. Güney Afrika sınır kapısına geldim. Pasaport alındı, bir aylık damgayı vuracaklar. Güney Afrika’ya 1 ay vizesiz girmenin serbest olduğunu biliyorum. Görevli memur pasapaortuma bakara
– Güney Afrika’ya daha önce Botsvana sınırından iki defa, Svaziland’den de bir defa giriş yapmışsınız. Güney Afrika’ya 4. girişiniz olacak. Sisteme göre size bir haftalık vize verebilirim.
-Memur bey ben bisikletle dünyayı geziyorum. Bu noktadan Cape Town’a 1 haftada pedallamamın imkanı yok. 1500 km’den fazla mesafe var.
– O zaman pedallamayıp araçla Cape Town’a gidin.
-Böyle bir şey mümkün değil. Lütfen, müdürünüzle görüşmek istiyorum
Müdür de tam o sıra arkamda duruyormuş. Odasına çağırdı, sandalyeyi göstererek oturmamı istedi. Sonrasında hiç benle ilgilenmeyip evraklarına gömdü kafasını, 3-4 dakika bu şekilde geçti. Bilgisayarı ile ilgileniyormuş gibi yapıyordu ama aslında, zaman geçiriyordu. Kucağımdaki çantayı masaya koydum, şöyle biraz kendimi koltukta yaydım. Sağa sola bakınmaya başladım. Ah bir bilse bu benim kaçıncı sınır geçişim. Baktı ki gayet rahat bir pozisyona geçiyorum, stres heyacan gözükmüyor. Hemen sorusunu sordu
-Buyrun nasıl yardımcı olabilirim?
-Bana bir aylık vize lazım. siz şuanda 1 haftalık veriyorsunuz.
-Ülkeye 3 defa girip çıkmışsınız. 4. defa girişlere bir aylık izin vermiyoruz, Kanunlarımız bu şekildedir. Bisikletle dünyayı da gezseniz, size ayrıcalık yapamayız.
-Peki teşekkürler.
Bu konuyu daha önce Lesotho’da Cemal Abi ile konuşmuştuk “Kapıda sıkıntı yaşayabilirsin” demişti. Sevim Abla ve Cemal Abi beni Güney Afrika’da sınırın ötesinde Lady Brand’da bekliyorlardı. Sınır kapısını geçtikten 30 dk. sonra şehre vardım. Sevim Abla şehir merkezinden gelip evlerine kadar bana eşlik etti. Biraz soluklandıktan sonra durumu onlara da anlattım. Cemal Abi’nin abisi Celal Abi de arandı ve sıkıntıya gerek yok hallederiz dedi ve sınır kapısına doğru Araba ile geri gittik
Önce güney Afrika’dan tekrar çıktık. çıkış damgası vuruldu. Lesotho’ya girmeden bir U dönüşü yapıp Güney Afrika gümrüğüne geri döndük. Cemal Abi’nin orada tanıdık varmış, onun gişesine gittik pasaportu verdik. Pat bir aylık vizeyi hemen verdiler.
-Tamam mı Gürkan?
-Tamam abi sağ olasın.
İşte burası Güney Afrika deniyor. Saatler önce hayır imkânsız falan filan denen olay 1-2 dakikamızı bile almadı. Sonrasında tekrar eve döndük. Mangal yakıldı, yemekler süperdi., tTka basa yemek yedim. Bu arada evlerine 20 senedir davet ettikleri tek Türk vatandaşı da benmişim. Bulundukları şehir ve bölgede zaten Türk vatandaşı yok, Lesotho’nun kuzey sınır kapısındaki küçük bir kasaba burası. Muhabbet hem Güney Afrika’daki iş sahaları hem de bu ülkede çalışan Türkler hakkında oldu. Elçiliğimizde Türk iş adamları ile yapılan toplantıların detaylarını da kendilerinden öğrendim.
Sevim Abla ülkeye gelene kadar şehrin devlet okulunda öğrencilerle bir araya gelebileceğim sunum ayarlamış. Bir sonraki gün okula gidip ilkokul ve ortaokul öğrencilerine bir sunum verdim. Hatta şehirden gittikten sonra lise öğrencileri mesaj yağmuruna tuttu “Neden bize sunum vermeden gittin” diye. Yahu ben vermek istemez miydim? Sizlerin programları doluydu çocuklar yoksa imkan varsa hiç sıkılmadan sabahtan akşama kadar sizlere anlatırım sıkıntı yok.
Güney Afrika’da şehirlerde gittiğim devlet okullarında dikkatimi çeken konulardan biri; okullarda çok ciddi anlamda sportif aktivitelerin olması. Rugby var, futbol var, kriket var, çim hokeyi var, yüzme var. Çocukların üstüne başına bakıyorum hepsinin ayrı ayrı forması, ekipmanları her şeyleri tam. Eşofman giyin gelin çıkın ne yaparsanız yapın gibi bir durum hiçbir okulda görmedim. Belki bu çocuklardan bazıları geleceklerini spor kariyeri üzerine kuracaklar ve en doğru yaşta çocukları sporla büyütüyorlar. Okullar devlet okulu olmalarına rağmen aylık 160$ ücret veriyorlar. Güney Afrika’da orta seviyede çalışan için bile az para değil. Dersler İngilizce yapılıyor, eskiden Afrikans dili de zorunlu dillerden biriymiş fakat ülkeye girdiğim dönemlerde zorunlu diller arasından kaldırılmış, seçmeli dile çevirmişler.
Bloemfontein şehri de dahil olmak üzere Afrikans dilinin günlük yaşamda sürekli konuşulduğu birkaç şehir daha var. Bölgedeki en büyük şehir olmasına rağmen şehrin içinde yüksek bir yapı bulmak hemen hemen imkansız. Her şehre girmeden önce şehrin 10 km veya 5 kilometre dışında teneke evler veya fakir mahallelerin bulunduğu kesimler var. Bu şehre girmeden önce de o alanlardan birinde çadır kurdum. Daha önceki yazılarımda dediğim gibi her yerin etrafı çitlerle çevrili. Bu çadırı kurduğum yerdeki insanlara karşıda ağaçlar içinde çevresi tel örgülü alanı sordum. Bir çiftlik olduğunu ve iyi ki oraya girmediğimi söylediler. Neden dedim, geçen hafta içeriye giren birini öldürmüşler. Civarda o kadar fazla büyük baş ve küçükbaş hayvan hırsızlığı oluyormuş ki haliyle arazi sahipleri de önlem almışlar. Tabi bu noktada gene beyaz ve siyah çatışması olmuyor dersem olmaz.
Bloemfontain’den güneye doğru ineceğim Aliwal North’un bulunduğu 6 numaralı yolu seçtim. Hedef bu noktadan East London’a gitmek. 6 numaralı yol o kadar sakindi ki yolda çok az araç geçti ve yolun durumu oldukça güzeldi. Her zaman olduğu gibi kamp alanı bulmakta oldukça zorlandım. Hatta bu yol boyunca bir alanda 100 kilometre boyunca hiçbir yerleşim yerine rastlamadım. Yukarıda da yazdığım gibi bu ülkede öyle kafama göre çitlerden atlayıp şu arazinin içinde kamp kurayım da diyemiyorum. Bazı alanların kamera ile gözlendiği ve sensörlerle kontrol edildiği de çitlerin belli noktalarında zaten yazıyor.
Öyle çok yoruldum ki artık pedal çevirecek takatim kalmadı. Hava da kararıyor. Son bir kez Gps’den bakıyorum yakında kamp atabileceğim bir yer var mı?……… Yok.
Yolun kot olarak yüksekte olduğu bir alandan aşağı iniyorum, çitle yol arasında bir boşluk var. Su gideri için yapılan alana oturuyorum. Yapacak bir şey yok buraya çadırı koyacağım, yorgunum. En nefret ettiğim şeydir. Yolun altına bir yere çadır kurmak. Yukarıdan geçen biri arabadan bir şey fırlatsa senin çadıra gelme şansı var. Tamam çadırı sakladın ama tehlikeli bir nokta. Biraz soluklandım. Erzak çantasından bir elma çıkarıp yedim. Yahu biraz daha devam edebilirim sanırım, olmadı gene buna benzer bir yeri ilerde bulur orada dururum nasıl olsa havanın kararmasına 40 dakika daha var.
Toparlanıp tekrar yola çıktım. İki kilometre ya gittim ya gitmedim sağ tarafta Piler&Kitty Karavan parkı yazısı çıktı. Nasıl bir çığlık atıyorum var ya? Hahaha ulan işte bu, işte bu beee.. Kapının önüne gidiyorum çiftlik o kadar içerdeki ana kapı çok dışta kalmış durumda. Zile basıyorum ediyorum hiç kimse açmıyor. Çok uzun süre bekledim açan olmadı. Artık yapacak bir şey yok. Çadırı bu kapının hemen yanına kuracağım. Tam her şeyi çıkardım çadırı kuruyordum ki Piler motosikleti ile geldi.
– İstersen bu gece orada uyuma. İçeride rahat edeceğin bir karavanım var…
Eşyaları bıraktım. Yüzüne gülümseyerek baktım. Kapıyı açtı, yanıma geldi öyle bir elimi sıkıp sarıldı ki bu bu tebrik mesajıydı, sarılışıydı. Bu yol üzerinde ne kadardır yerleşim yeri görmediğimin, nasıl bir yoldan geldiğimin, uzun bir yoldan olduğumu öyle iyi anlamıştı ki, öyle övgü dolu sözler söylemedi, nereden gelip nereye gittiğimi o an sormadı. Yüzüme bakarak omuzlarıma vuruyordu “Helal lan sana!” deriz ya biz, işte bu o vuruşlardandı.
-Teşekkürler. Çok uzun süre zile bastım, bakan olmadı, o yüzden buraya çadırı kuracaktım.
-Tarlada çalışıyordum pardon. Gel içeride her şey var.
Karavan parkında bana güzel bir karavan verdiler. Akşam yemeğimi hazırladılar. Sohbet ettik, sabah yola çıkarken kahvaltımı verdiler. Tek bir ücret bile talep etmediler. 400 senedir bu çiftlikte yaşıyorlarmış. 3 kızları varmış. İkisi evlenmiş çiftliği terk etmişler. Tek kızları ile birlikte bu çiftliği ayakta tutmaya çalışıyorlar. Bunu bana söylerken öyle düşünceliydi ki. Anlatacak çok şeyi vardı. Geniş tarım alanlarındaki ülke politikasından dolayı yaşadıkları zorlukları da az çok tahmin edebiliyordum. Neler hissettiğini, neler olmasını istediğini az çok tahmin ediyordum. Sabah ayrılırken tüm aile ile bir bir kucaklaşırken saniyeler içinde zaman durdu. Fransa’da Alsace bölgesinde buldum kendimi. Önümde bir araba durdu, içinden çıkan adam elime bir kağıt parçası tutuşturarak “Evim 10 km ilerde, akşam yemeği ve güzel bir uyku seni bekler” deyip arabasına binip uzaklaşmıştı. Beni evlerine bir gece ağırlayan Fransız Jean ve Maria’yı hiç unutmadım. Ertesi gün onlardan ayrılırken ağlıyorduk, tek bir gece tek bir gün. Piter&Kitty’nin yanından ayrılırken de gözlerim doldu. Tutamadım kendimi. Bazen o kadar güçlü bağlar oluyor ki çok farklı bir his, çok farklı duygular yaşıyorum. Arkama dönmeden pedallamaya başladım. Piter arkamdan seslendi…
– Yolun düşerse her zaman burada bir evin var Gürkan. Her zaman….
Yaptığım tek şey sağ elimi yukarı kaldırmak oldu…..
East London’a inene kadar günde 1400 metreden fazla tırmanmaya başladım. Oldukça yorucu olmaya başladı. Her gün 1000 metre ve üzerini 100 km içinde yapmak hakikaten yoruyor ama işte yapacak bir şey yok. Yolda ilerlerken yanımdan bir tır geçerken bir iki defa kornaya basıp öyle geçti. Ben de kendisine selam verdim. Adam önüme bir geçti dorsenin arkasındaki brandayı görünce ‘Vaaaaaaaaaaaayyy kralmış lan, helal olsun adamlara!’ dedim. Güney Afrika’da SG taşımacılık (http://www.supergroup.co.za/) kamyonlarının arkasına giydirmiş mi “Bisikletle aranda 1.5 metre olsun” brandasını, koca dorseye! Adamların sitesine girdim hemen hemen tüm filoda aynı olay var. Reklam işte böyle yapılır. O brandayı taşıyan kamyon bisikletliyi gördüğünde korna çalar, o kamyonun taşıdığı brandayı gören dünyayı gezen adamda İngilizce Türkçe sayfasında Güney Amerika anılarını yazarken firmanın adını yazar. Açık söylemem gerekirse Türkiye’de bir taşıma şirketim olsaydı kamyonlarımın hepsine bu brandadan giydirirdim ve sırf halkı bu konuda bilinçlendirdikleri için de herkesi bu firma ile çalışmaya davet ederdim. Şimdi bu yazımı okuyan bir taşıma şirketi firması bu fikri alsın araç brandalarına veya dorselerine uygulasın. Uzun vadede ticari anlamda geri dönüşü olacağı gibi memleket için de hayırlı bir iş yapmış olursunuz
Queenstown’a vardığımda Güney Afrika’da yapılan belediye seçimlerinin kimlerinin kazandığında öğrendim. Doğal olarak Güney Afrika’da bir beyazların destekledikleri partiler bir de siyahların destekledikleri partiler var. Bizde sağcılar solcular olayının farklı bir durumu. Fakat öyle ilginç bir durum vardi ki o dönemde beyazların destekledikleri partinin parti başkanı siyahtı ve büyük şehirlerin tamamında onlar kazanmıştı. Akşam kalmak için kendime ucuz yollu bir otel bakınırken yanımda bir kadın durup:
- Uzun yoldan geliyorsun sanırım, hemen soldaki otelin sahibiyim oraya gel..
Gülümseyip kafamı salladım. Oteline gittiğimde kendisi ile tanıştım. Nicky aslen Zimbaweli fakat Zimbawe’de yaşanan olaylardan dolayı uzun yıllardır Güney Afrika’da yaşıyor. Nerden gelip nereye doğru gittiğimi neler yaptığımı öğrendi. Otel konaklamamdan ücret almadı. İstediğim kadar kalabileceğimi söyledi. Kocaman bir odayı bana vermişti. Ne diyeceğimi bilemedim, sarıldım. Fakat ertesi gün gideceğimi söyledim. Sabah gitmeden önce geldi:
- Gürkan kahvaltını iyi yaptın di mi bak yolun uzun enerji lazım.
- Yaptım Nicky merak etme.
Bir anne evladını nasıl uğurlarsa beni de aynen öyle uğurladı. Annem aklıma geldi. Hiç unutmam o son sarılışını 4 sene oldu. Dimdik duruyorları babamla birlikte o kadar insanın arasında. Bir insanın oğlunu bilinmezliğe göndermesi ne demek? Askere gönderdi, yurt dışına okumaya gönderdi, tatile gönderdi derken bir Japonya’ya bisikletle gittim ama bisikletle dünya turu olayı çok farklıydı. Ne nerde yattığımı bileceklerdi ne de nerde kalktığımı. Yeri gelecek bana ulaşamayacaklardı. Bunların hepsini Japonya turundan biliyorlardı daha önce fakat bu sefer işin içine çöller zirveler ve daha birçok olay eklenmişti. Ailem için zor bir durum farkındayım.
Yol boyunca pek fazla mola vermeden East London şehrine ulaşmayı başardım. Kıyı şeridine geldiğimde yolun düzeleceğini sandım fakat öyle olmadı. Şehir merkezinde bile tırmanışlar inişler devam etti. Bu şehirde beni misafir edecek olan bir Türk şirketi vardı.
Koç grubu. Evet evet bizim ülkemizdeki Koç grubu. Koç grubu Güney Afrika’nın en büyük buzdolabı markası DEFFY’yi bundan birkaç sene önce satın almış. Satın aldığı gibi de fabrikayı büyüterek üretim hacmini artmış. Üstelik bölgede sadece bir noktada fabrika yok. Merkez Durban’da, haliyle tüm müdürler de orada ben Durban’a uğramadım. O kadar yaklaşmama rağmen vizem bitmek üzere olduğundan 80 km kala oradan Lesotho’ya dönmüştüm. Haliyle Deffy’ın Müdürü Emrah’da Durban’daydı, telefonda çok konuşup görüşmüştük fakat kendisi ile tanışmak kısmet olmadı. İnşallah Türkiye’de tanışırım. Sağ olsun East London’da bana Arçelik mühendislerin de kaldığı oteli ayarlamış. Daha oraya varmadan birkaç gün önce bir Türk mühendis ayrılmış onu görememiştim tek başıma takıldım otelde. Otel dediğim yer de müstakil bir evin odası (East Londan Cliff Mark Samuel – Shev Samuel – aatraveler info@hssm.co.za) Kimisi bu olayı resmi yapıyor, devlete vergi veriyor, kimisi hiç resmiyete dökmeyip kaçak olaya devam ediyor. Bu hostelde mühendislerimiz kaldığından hemen buzdolabının üstüne kocaman Türk bayrağını asmışlar ve sahibine de biraz Türkçe öğretmişler. ☺
Deffy grubundan Mühendis Ladsey beni şehir merkezinden alamaya gelecek. Adam haliyle bana soruyor, neredesin? Şehir merkezindeyim diyorum. Şehir merkezi olarak söylediğim yere arkadaşı ile birlikte geldiler bana bakıp gülüyorlar. Selamlaştıktan sonra:
- Gürkan bu bisikletle iyi buralarda dolanıyorsun..
- Neden ki?
- Burası şehrin en kötü yeri.
- Fakat merkez olarak gözüküyor.
- Merkez ama farklı bir merkez.
Daha önce demiştim bu insan ayrımı olayı benim kitapta yoktur. Fakat maalesef burada yerel halk bu olaydan hala tam olarak kurtulabilmiş değil. Siyahların ve beyazların gittikleri alışveriş merkezlerinden, marketlere, berberden, kuaföre, kasaba kadar bir çok şey ayrı. Fakat yeni nesil bu olayı kıracak ben buna inanıyorum. Onlara yol gösterecek doğru insanlar karşılarına çıksın
Şu Deffy hakkında biraz daha bilgi vereyim. Deffy markası Güney Afrika’da 1981’de kuruluyor. Bulaşık makinası, buzdolabı, fırın, mikrodalga fırın, mutfakta bulunan diğer aletleri üretiyorlar. Merkez Durban’da demiştim. East London ve Lady Smith’te de fabrikaları var. Sadece East London fabrikasında 300 kişi çalışıyor. 2012 yılında Koç Grubu bütün hisselerini almış. Rahmetli Mustafa Koç East London’daki ek fabrika binası açılışını yapmış.
East Londan’da kaldığım süre zarfında Deffy’nin müdürleri “Gürkan senin kesinlikle bizim çocukların okulunda sunum yapman lazım” dediler tamam dedim ve East London Hudson Park İlkokulu’nda Nicole Steidlen Haris sayesinde bir sunum verdim. Okula bisikletimle gitmem de ayrıca güzel oldu. Tüm okul sunuma katılmıştı, inanılmaz güzeldi. Sunumdan önce bazı spor dallarında başarı sağlamış çocuklara plaketler de verdim. Aklıma bir anda Rusya geldi. Rusya’nın bir ilçesinden geçerken tesadüf eseri beni gören bir öğretmen okula misafir etmişti ve spor salonun içinde çocuklar sportif aktiviteler yaparken ben de başarılı öğrencilere plaket ve hediyeler vermiştim. Bir keresinde de Moldova’da Fashion Tv’nin iç çamaşırı defilesine denk gelmiştim, orada da sahneye çağırdılar (Şaka şaka… Hay senin yapacağın tura diyenler olmuştur. Sahneye çağrılma kısmı şaka. Haha) Neyse konu böyle uzayıp gidiyor. Bisikletle dünya turunun bu anları beni hakikaten güldürüyor. Nerede kalmıştım, okulda. Ödül töreninden sonra çocuklara biraz ülkemden, biraz neler yaptıklarımdan ve onların gelecekte neler yapabileceğinden bahsettim. Konuşma öyle etkili olmuş olmalı ki sonraki günlerde e-posta adresime ailelerden onlarca mesaj geldi. Deffy’nin müdürleri kaç defa teşekkür etti unuttum. Cape Town yolunda beni gören çocuklar ailelerine aracı durdurup bana su ve yemek verdiler ve fotoğraf çekip arkadaşları ile paylaştılar. O günden beri 3 aile sürekli mesaj atar, nerde olduğumu, sağlığımı, neler yaptığımı öğrenirler. Güney Afrika halkının bu olayını seviyorum. Bu anıları Şili’de 2017’de yazarken, 2016’da Güney Afrika’nın kuzeyinden geçerken evine misafir eden polis memuru Rosalina birkaç gün önce mesaj attı.
East London’da Deffy grubu tüm konaklama masraflarımı karşıladığından oldukça rahattım. Emrah da ‘Gürkan istediğin kadar kal dinlen.’ demişti. Fakat gitme vakti de gelmişti. Otelin sahibi 110 km ilerde arkadaşlarının çok güzel bir sahil evi olduğunu, istersem orada da kalabileceğimi söyledi. Ertesi günde Deric ve Jenny’nin evlerine pedalladım. Vay arkadaş! Hint Okyanusu kıyılarında yer alan bu alanı drone ile yukarıdan videoya aldım. Aman Allah’ım, o nasıl güzel bir manzaradır. Yahu buralardan bir ev alıp yerleşip yaşamak lazım da, işte o evi alacak para ve buralarda iş kuracak sermaye de lazım. Onlar da maalesef bende yok. Ancak anlık olarak buraları görüp geçiyorum.
Akşam yemeğinde muhabbet döndüp dolaşıp gene Güney Afrika’daki beyaz siyah ayrımına geldi. Şu satırdan sonra yazacaklarım için kusura bakmayın ama olayın daha iyi anlaşılması için siyah beyaz kelimelerini kullanmak zorunda kalacağım.
Gözlemlerime göre bu muhabbeti hep açanlar beyazlar oluyor. Siyahlarla birlikteyken bu ayrım konusu hiç açılmaz. Beyazların Aparteyt dönemindeki insanlık dışı uygulamalarının acısını siyahlar doksanların sonunda ve ikibinli yılların başında almışlar, gerçi günümüzde de hala “Güney Afrika güvensiz” denmesinin sebebi gene kendileri. Konuyu fazla dağıtmadan neden siyahların bu ayrımcılık mevzusunu açmadıklarını şu şekilde söyleyeyim. Yıllardır yönetimde olan kendilerinin yaptıklarından memnun değiller. Ülkeyi yönetmeye başladıkları günden sonra tarım, endüstri, enerji, eğitim, ileri teknoloji, askeriye aklınıza gelebilecek her alanda ülke olarak gerilemişler. Geriledikçe iş imkanları azalmış, üretim azaldıkça pahalılık başlamış. En büyük darbeyi de tarımda almışlar. Buna rağmen sahra altındaki Afrika ülkelerinde marketlerde hep Güney Afrika ülkesinin ürünlerini görürsünüz. Peki darbe nasıl alınmış tarımda? 500-600 sene önce topraklara gelip koloni çalışmasına başlayan beyazlar verimli toprakları da haliyle ele geçirmişler. Günümüzde de Güney Afrika’da birçok alanda bu büyük ve geniş toprakların sahiplerinin büyük bir kısmı o insanların torunlarının. Fakat yönetim değiştikten sonra toprak reformu da başlamış. Beyazların ellerindeki büyük tarım arazileri siyahlara verilmeye başlanmış. Sonuçta geçmişte bu topraklar onların dedelerinin topraklarıydı. Verimli toprakları alan siyahlar tarımda sürekliliği getirmeyip sadece kendilerini veya çevrelerine yetecek üretimi yapmaya başlayınca buradan bir darbe almışlar. Bu tarım olayın temelidir. Bir ülkenin tarım ekonomisi iyiyse zirveye kadar aklınıza gelen her şey dört dörtlük olur. Bunu Almanya’da ve Hollanda’da incelemiştim. Eğer tarım ekonomisinde bozulma başlarsa bu her alana sıçrar. Haliyle ülkede çoğunluğu oluşturan ve bundan 25 sene önceki refahı göremeyen siyahlar da durumdan rahatsızlar. Jenny mesela yaz olimpiyatlarında ülke takımına yaptırılan kıyafetlerin milyon dolarlık paralara yapıldığını, kumaşından kalıbına kadar hepsinin rezalet olduğunu söyledi. Gazeteciler durumu ortaya çıkartmış ülkede skandal yaşanmış. Ben oradayken gündemdeki konulardan biri buydu.
Bu ve benzeri sebeplerden dolayı ülkede 2016 yılında yapılan yerel yönetim seçimlerinde tüm büyük şehirlerin belediye başkanları beyazların partisi oldu. Yani artık siyahlar da beyazlara oy vermeye başladı. Bakmayın beyazların partisine oy verdiler diyorum ama bu partinin başkanı da bir siyah. Hah sonunda bir noktada birleşmeyi başardılar demiştim. Güney Afrika’da hem beyazlar hem de siyahlar arasında birlik olup ülkelerini iyi bir konuma getirmek isteyen insan sayısı oldukça fazla. Gittiğim okullarda bu olayı görüyorum, gelecekte Güney Afrika halkı çok işlere imza atacak. (Bu noktada ülkedeki eğitim devreye giriyor)
Deric ve Jenny’nin evini çok sevsem de yola devam. Port Alfred’e doğru ilerlerken, nabzımın normalden yüksek olduğunu ekrandan görebiliyordum. Bir şey yavaş yavaş geliyorum diyordu. Öğleden sonra yediklerimi çıkarmaya başladım. Bunu yaparken bile gülümsemem de ayrı bir olay. Biliyordum bir halt olacağını, ulan ne yedim ki böyle dokundu. Port Alfred küçük bir kasaba bir gecelik konaklamaya 300 Rant (61 TL) verip orada dinlendim. Sonraki günde zaten fazla kilometre yapmayacaktım.
Güney Afrika’ya geldiğinizde herkesin zamanınız varsa yapın diyeceği bir Garden Route rotası var. Bu rota East Londan’dan başlayıp teeeee Cape Town’a kadar gidiyor. Hani her güzel noktasını gezmeye kalksan en az 2-3 aylık bir tatil olayı. Şimdi altımda bisiklet ve bir aylık vizem var. Hal böyleyken öyle aralara gir çık pek yapamıyorum ama bazı noktalarda hiç acımam girerim ama sonrasında deli gibi pedallarım ki zamanında sınır kapısında veya vizemi uzatabileceğim noktalarda olayım.
Bu noktalardan biri Cannon Rocks. Efsane ötesi bir yer. Hani bu Namibya’da çöl kumları okyanusla buluştu diye reklam geçerler ya, hah aynısı işte bu bölgede var. Çöl kumları okyanusla buluşmuş durumda, üstelik bu yol boyunca ilerlendiğinde bir noktada olayın çok daha güzel olduğunu görüyorum. Kıyı şeridinde büyük Dune (kum tepeleri) varken hemen arka tarafta ormanlık alanlar var. Okyanus, çöl kumları ve orman! Ben böyle bir noktayı hiçbir yerde görmedim. Aslında bu nokta baş başa karınla veya sevgilinle gelebileceğin bir nokta. Yahu okyanus kıyısında kiralık bir ev gördüm. Adresi koordinatı aldım. Gelecekte hanımla bu noktaya geleceğim bak buraya yazıyorum!! Gözümde film canlandı lan o kadar diyim öyle bir nokta. Çölleri severim ama sıcaklığı yok arkadaş çekilecek dert değil. (Karakum, Taklamakan, Gobi, Tabernas, Sahra, Arabistan, Kalahari çölleri bitti. Patagonya, Atakama, Basin, Viktorya çölleri kaldı.)
Cannon Rocks sahilinde bir yürüyüş yapayım desen yanına erzak falan her şeyi alman lazım, bildiğin okyanusa ulaşmak için çöl geçmen gerekiyor haha. Sahil boyunca da denize girmek yasaktır levhaları var. Belli zaten dalgaların boyundan, alır götürür vallahi adamı Antartika’ya doğru. Çok güzel bir karavan parkı vardı fakat orada duracağıma yolda bir yer bulurum sağda solda diyip devam ettim ve yol üstünde güzel bir çiftliğin içinde sahibinden izin alıp kamp attım. ☺
Bu arada ülkede çok fazla ananas yediğimden ananas bir süre sonra dokunmaya başladı, ananaslı bir şey yer veya içersem kusmaya başladım. Tanzanya’dan sonra çok güzel alışmıştım ananasa ama sanırım artık bünye yeter gari dedi. Yol üstünde Port Elizabeth’e varmadan, Colchester adında küçük bir kasabada benzin istasyonun yanındaki bir motel’de durdum. Tabii kusmaya başlayınca vücutta gidecek güç kalmıyor. Güney Afrika’da küçük büyük köylerde, kasabalarda yaz kış kalacak yer bulmak mümkün. Ucuz olup kötü olan bir yere de denk gelmedim. Kaldığım yerin sahibi Caroline benzinlikte yemeğe gittiğimde yemeğin ücretini ben ödeme yapmadan ödemiş. Gidip sarılıp teşekkür ettim. Mide boştu çok iyi yemiştim.☺
Port Elizabeth yolu oldukça kalabalık fakat daha öncede belirttiğim gibi Güney Afrika’da bisiklet sürmek rahat, yolların hemen hepsinde emniyet şeridi var. Burada da Retreat Marin adlı bir motel’de konakladım. Turistlik bir bölge olduğundan alternatif çok fazla, fiyatlarda ciddi oynamalar oluyor. 2 yan binasındaki otel sahibi iki katı fiyat çekmişken ondan çok daha güzel olan bir yerde yarı fiyatına kaldığım yetmedi mekanın sahibi Roxie Türkiye’den bisikletle geldiğimi öğrenince bir gün de benden kal, iyice dinlen öyle yola çık dedi. Ayrıca kendisi yol bisikleti yarışlarına katılıyormuş.
Dikkat ediyorum da Güney Afrika’nın genelinde oldukça ciddi bir misafirperverlik var. Güney Afrika ile ilgili ilk yazımda da bu olay belliydi. Özellikle spor yapan veya sporcuya destek veren insanlar bu konuda çok hassaslar. Bu biraz eğitim sistemi ile de alakalı gibi. Sunumlara gittiğim bazı okullarda öğrencilerin bir kısmı spor derslerinden geliyorlardı. Bu öğrencilerin hepsinde ekipmanlar tamdı. Kıyafetler ve sporla ile ilgili malzemeler bir takım halindeydi. Mesela voleybol oynayanda dizlikler, kriket oynayanda farklı kıyafetler, rugby oynayanlarda farklı kıyafetler. Hadi eşofmanını giy gel durumu yoktu. Bu olay Güney Afrika’nın geneli için geçerli bir durum da değil. Kuzeyi, güneyi, doğusu ve batısı ile çok farklı bir ülke Güney Afrika. Şu detayı da vereyim; belki daha önce demişimdir bilmiyorum. Gezdiğim ülkelerde hep bir başka ülkeden kesimler görürdüm. Aa benzer bir yer şu ülkede vardı, bak burası şu ülkeye benziyor gibi.. Her ülkede bir iki benzer alan çıkardı. Fakat bu Güney Afrika’da hemen hemen gezdiğim birçok ülke ile benzer yer şekilleri bitki türleri gördüm. Güney Afrika’nın farklı bir gizemi var. Zaten boş yere dıdısının dıdısında onca misyonu bir arada görmem normal değildi, neyse.
Yola çıkasım yoktu, hazır Roxie de kal dedi ama Lesotho sınırından Cape Town’a bir ay içinde varıp bir şekilde vizemi uzatmam veya uçakla ülkeden çıkıp geri girmem gerekiyor. Bakalım nasıl olacak o iş.
Port Elizabeth Jeffrebey arasındaki yolda bisiklet sürmek muhteşemdi. Öyle alanlar vardı ki bisiklet o kadar güzel akıyordu ki yolda durup fotoğraf bile çekmedim. O anı kesintisiz bir şekilde yaşamak istedim. Yolun bir kısmında yol bisikleti ile antreman yapan bir polis eşlik etti. Bisiklet üstünde biraz konuştuk. Kendisi tam da o sıra yanından geçmekte olduğumuz cezaevinde çalışan polislerinden biriymiş. Devlet spor yapan memuruna istediği bisikleti almada çok ciddi destekte bulunuyor, aynı zamanda cezaevi de yol bisikleti yarışlarına katılması için çalışanlarına maddi destekte bulunuyormuş. Vay arkadaş dedim. Biraz da benim seyahatten sohbet edip terini daha fazla soğutmadan bastı gitti. ☺
Jeffrebey Güney Afrika’da sörf için bir numaralı nokta, kalanı hikaye. Oralara da gittim burası süper bir nokta, kasaba da çok güzel. Tabi ben her zaman olduğu gibi bölgeye kış sezonunda gittiğimden bir canlılık yoktu. Burası daha çok yerli turistin tercih ettiği bir alan. Kaldığım yerler için hiçbir zaman gidin şurada burada kalın konaklayın dememişimdir. Sahilde oturup sörf yapanları seyrederken Google’da buldum kaldığım yeri, Africa Perfection. Kimse olmadığı için bu küçük otelde en pahalı ve en güzel odayı verdiler, sanırım 3 numaralı oda not defterime bunu bile yazmışım. Annemle babamı arayıp lan nasıl bir yerde kalıyorum bakın hayal etsem böyle güzel bir manzaralı yerde kalacağımı düşünmezdim hiç dedim. Tamam, birçok kişi çok daha muazzam yerlerde belki kalmıştır fakat benim için inanılmaz bir keyifti. Bir gün olur da biri giderse o odadan bir foto atsın haha. ☺ Tüm gün odadan okyanusta sörf yapan gençleri seyrettim. Gezilecek görülecek bir yeri yok. Bir gün kalmayı planlıyordum, ertesi gün baktım hava yağmurlu, yatakta kocaman aman sittir et lan ertesi gün 120km pedallarım diyip öğlene kadar yattım.
Ana cadde üzerinde Nina’nın restoranı var. Güney Afrika’da öyle her yerde beyaz garson göremezsin. Bak burada beyaz garsonlar vardı. Müşteriler de siyahi insanlardı. Ülkede alışık olmadığım ama görünce “Budur ya işte, neyin kavgasını veriyorsunuz ki hala” deyiverdim içimden. Yemekleri de oldukça iyidi. Güney Afrika’da bir keresinde hesabı öderken garsona %10 bahşiş bırakmayı unuttum, yemin ediyorum adam arkamdan 500 metre koşturdu “Yahu bahşiş bırakmamışın” diye. Hakikaten de unutmuştum hemen verdim. Önemli bir olay çünkü işletmeler garsona maaş vermiyorlar. Olay bahşişle dönüyor.
Bu arada Garden Route’da birçok turistin tercih ettiği N2 anayolunda gitmiyorum. Onu demeyi unuttum. N2, Garden Route’da araç sayısı artınca yapılan yeni otoban vari bir yoldur. Bundan önceki eski yol gidiş geliş asfalt halinde hatta ilk yol stabilize bir yol, o yolu bulmak oldukça zor oluyor fakat imkansız değil. Eski yollar birbiri ile bağlantılı, son noktalarında gene N2’ye bağlanıyorlar. Arada bir o anayola çıktığım da oluyor.
Bu ara yollardan biri de Bolukrans Geçidi yolu. Yol araç geçişine kapatılmış, inanılmazzzzzzz bir yol. Yol boyunca hem bu yolun araçlara kapatılmasına çok sevindim hem de çok merak ettim; yahu bu yolu neden kapatmışlar.. En azından bir noktasına kadar gidilebilmeliydi. Dur bir drone uçurup çevreme bakayım. Drone uçurunca olay biraz netlik kazandı, arka taraftaki ağaçlık alanların tamamı kesilmiş. Yokuş aşağı nehir ile aynı seviyeye indiğimde nehrin kirli olduğunu gördüm, orada ufak bir su benti yapılmış köpük doluydu. Drone’u tekrar uçurup civarda biraz dolandım, vadinin yukarısında fabrikalar vardı. Plettenberg Bay’de mola verdiğimde bu durumu oradaki bir iki kişi ile konuştum. Nehrin özelliği kara renkte olması dediler. Bazı bitkiler ve minerallerden dolayı rengi siyahmış. Tamam, rengi siyah olabilir de kimyasallar var gibi bu nehirde dedim. Hayır olamaz dediler, peki diyip geçtim. Bu nehrin geçtiği bölgelerde rafting falan yapılıyor, turizm amaçlı kullanılan bir nehir. Ben bölgede yaşayan gençlerden olsam sanırım o fabrikaların denetimden geçmesi için elimden geleni yapardım hatta oradaki suyu tahlil ettirirdim.
Her gün 100 km üzerinde pedallıyor en az 1000 metre tırmanış yapıyorum. 10. günden sonra kaslar yorulmaya başladı. Durmak lazım ama işte vize olayının bitmesine de az kaldı. Dwarswegstrand adlı bir küçük kasabadan geçerken ahşap evlerin şıklığı dikkatimi çekti, bu köy de dahil civardaki tüm köylerde karavan parkı bulunuyor. 150-180 rant arasıda fiyatlar değişiyor.
Bu 102 no’lu Garden Route yolunda giderken gene bir birleşme noktası oldu beni ana yola attı. Anayolu çıkınca tabi araç sayısı da arttı, 3 km sonra tekrar ara yola girecek. Emniyet şeridinde giderken tak polis durdurdu:
-Kaskın nerde?
-Kırdım o yüzden yok. (harbiden kırmıştım)
-Çek kenara.
Çektim, kenara geldi yanıma:
-Burası bisiklet yolu değil.
-Evet biliyorum.
-Madem biliyorsun neden bu yoldasın?
-Ben buranın bisiklet yolu olmadığını biliyorum da sen 102 numaralı yola sadece N2 üstünden bağlantı olduğunu bilmiyorsun sanırım. Al bu harita, şimdi bana 3 km ilerideki 102 numaralı yola nereden gideceğimi söyle
Haritayı aldı bakıyor inceliyor. Yol yok biliyorum. Baktı ki yol yok tamam ama dikkatli kullan kask da yok. Yahu kaskım olsa ana yolda takarım, kaskım yok şu anda. Eski fotoları gösterdim bir hafta önce an ana yolda kask ile çekilmiş fotoğraflarım vardı. Ondan sonra tamam tamam deyip devam et dedi. Olay aslında çok güzel, polisin benle gelip bu şekilde ilgilenmesi hoşuma gitti. ☺
102 numaralı yola tekrardan girip bu sefer Albertina kasabasında durdum. Şehirde bir tur attım. Baktım kalacak güzel küçük bir yer var, hadi bu gece de burada durayım dedim. Otele girdim bir anda zaman makinasının içinde yolculuk yapmışa döndüm. Ortam 1900 başı, otel 100 sene önce Garden Route zamanı yapılmış. Hatta bu rotanın en popüler oteliymiş. Oteldeki detaylar inanılmaz. Duvarlarda verilen konserlerin afişleri, gelen giden ünlülerin fotoğrafları. Bir gazete haberi dikkatimi çekti; balayına gelen bir çift otelde tam 5 sene kalmış. 1944 yılında yapılmış bazı posterlerde Güney Afrika’nın sömürülecek bir yer olduğu yazmakta. Gene burada Hindistan’dan çalışmaya getirilen insanların nerelere çalıştırıldığını gösteren afişler var. Konaklamak için ilginç bir otel. Kasaba da oldukça sakin, güzel görünümlü bir yer. Odalardaki detaylar da çok hoştu. Kasabada çıkıp bir tur attım. Bisiklete birkaç erzak aldım. Sonrada yola çıktım.
Gene eski toprak yolu tercih ettim. Her zaman olduğu gibi yolun sağı solu çitlerle çevrili, her taraf kapalı arazilere giremiyorsun. Arazilerin bir kısmında Güney Afrika’nın ünlü gıda ürünlerinin markalarının amblemleri var. Çoğunlukla benim de yolda çok tükettiğim Parmalat yoğurtlarına ürün tedarik eden çiftlikleri gördüm. Şimdi köyün adını hatırlamıyorum ama bir nehre geldim, karşıya tekne ile geçiriyorlar. Karşıdan karşıya çelik bir halat germişler halata bir makara mekanizması yapmışlar. Bu makaraları iki kişi ters istikamete çekti mi tekne hareket ediyor. Benzeri Ukrayna Moldova’da vardı hehe. Motorcular sticker yapıştırmış teknenin boş noktalarına, ben de kalemle sitemi yazdım. 3-4 kişi oradan ulaşıp seyahati takip etmeye başladı.
Öğlen molasında durduğum alanda yemek yerken arkamdan bir anda böyle bir kalabalık ses geldi, lan ne oluyor diye bir döndüm ki bir sürü deve kuşu. Bu kimdir diye meraktan bakınmaya gelmişler. ☺
Ve günler günleri kovaladıktan sonrada Güney Afrika’nın en uç noktasına varıyorum. L’Aghulas Burnu. Türkçe adı İğne Burnu. Bu nokta Afrika’nın en uç noktası. Güney Afrika Cape Town’da yer alan Ümit Burnu en uç noktası değil. Oranın meşhur olmasının sebebi geçmişten geliyor. Güney’den kuzeye esen rüzgar Avrupa’dan çıkan yelkenli yük gemilerinin, katamaranların Hint Okyanusu’na ulaşmakta zorlandıkları en önemli noktaydı. O noktadan sonra döndün mü sola Hint Okyanusu’na, rüzgarı yandan alıp ta Hindistan’a kadar giderdin. Sonrasında buharlı gemilerle birlikte mertlik bozuldu tabi. Hala o bölgeyi yelkenliyle geçmek çok zordur. Olayı Capetown’dan burna pedalladığım gün anladım.
L’Agulhas kasabasına girişte bir evin yanından geçiyorum. Manzarası da süper. Agulhas Ocean Bed&Breakfast. Vay be dedim şu manzaraya karşı kalmak güzel olurdu da hiç sormaya gerek yok bütçesi bizi aşar diyip yanından geçtim gittim. Sonrasında buruna kadar gidip feneri gezdim. Yol boyunca çok güzel evler vardı. Sessiz sakin bir kasaba, yolun hemen yanı başında koşan insanlar, bisiklete binenler. Bak bu da ayrı kafa; Afrika’nın ucuna kadar koşup geri döneceğim. Kuzey Kutup Dairesi’nde kışın koşanları görmüştüm onlar da Kutup Dairesi’ne kadar koşup evlerine geri dönüyorlardı. Ben de Ankara’da Eymir Gölü’nde koşardım. : )
Fenerin tepesine çıkarken gülme tuttu, dön dön dön.. Ulan kutup dairesinden şuraya kadar geldik. Bildiğin manyaklık. Nerden geldin diye sorana Türkiye diyorsun, adam direkt hat çiziyor, bakarsan kutup dairesinden aşağı indim. Hakikaten olayın zaten ucu bucağı kaçtı. Bilmeyene tanımayana detaylı anlatsan çok zaman alıyor. Büyük çoğunluğu da anlamıyor zaten. Bazen soranlara ülke içindeki başka büyük şehirden geldiğimi söylüyorum daha temiz oluyor.
Fenerden çıkıp şehir içine bir döndüm aboo mangal partisi var. Mangal partisi sevenler bir araya gelmişler araçları ile her ay ülkenin birkaç güzel bölgesinde mangal partisi veriyorlar. Mangallar henüz yeni yakılıyor ben de tam acıkmıştım. Türkiye’ye tatile gidenler hemen Türkiye’den buraya bisikletle mi geldin dediklerinde evet diyorum. Seyahatle ilgilenenler hangi rotayı izlediğimi soruyorlar anlatıyorum. Anlatım bittiğinde orta yaşlı biri yanıma gelip:
-Selam Adım Allen. Şehrin hemen dışında bir evim var seni yemeğe ve konaklamaya davet ediyorum, açsındır.
-Selam ben de Gürkan, memnun oldum, tabi memnuniyetle gelirim. Adres neydi?
-Girişte hemen bir ev var Ocean B&B.
-Aaa evet o muhteşem evi biliyorum. Inanmayacaksınız ya yanından geçerken burada kalsam fena olmaz ama pahalıdır demiştim kendime.
-Haha tamam işte o yüzden karşılaştık, misafirimsin.
Allen ve Shelly evlerinde çok güzel misafir ettiler. Gönlümden geçen de oldu, okyanus manzaralı güzel bir odada kaldım. Çok güzel yemekler yaptılar. Fas’a gitmişler, Fas anılarını dinledim. Çok farklı şeylere dikkat etmişiz. İstediğin kadar kal dediler ama benim vizemin bitmesine 4 gün kaldı ve Cape Town’a varmama 2 günlük yol var. Yani durum çok kritik, daha ne yapacağımı bilmiyorum. Ulan ülkeden atılacağız, son noktaya kadar illaki araç kullanmayacağım. Kritik durum, bin araca git di mi.. Doğrusu bu işte bazen laz inadı mı dersin, oğlak burcu olmanın bir olayı mı dersin bazen takılıp kalıyorum öyle.
Yola çıktığım günde Kurban Bayramı’nın ilk günü. Sabahtan ailemin bayramını kutlayıp yola çıktım, yardır yardır gidiyorum. Arkadan biri ‘‘My friend!’’ diye seslendi, ana bir baktım bir amca yol bisikleti ile arkamdaymış.
Durdum hemen iki soluklandım. Sonra elimi sıktı sarılıp ‘‘Bayramın mübarek olsun.’’ dedi. Nasıl la?
Amcanın adı Haci Charlie, senelerdir bu yolda çiftliğine gider gelir antreman yaparmış. Arada bir yarışlara da katılıyormuş. Çantasından çıkarıp bir muz ikram etti. Yahu ben sana bir şey ikram edeyim falan filan derken öyle muhabbet aldı başını gitti. Suudi Arabistan’dan mevzu açıldı, dedim ben de gecen sene Umre’deydim orada, O da geçen sene Hacca gitmiş. ☺ Güzel denk geldik. Birbirimize sarılıp ayrıldık.
Bu noktadan sonra Cape Town’a kadar bir çok üzüm bağının olduğu çiftliklerin yanından geçtim ve sonrasında yol gene o meşhur N2’ye bağlandı. Son olarak Cape Town’a girmeden önce bir gece daha arazide kamp atayım dedim. N2 yolundan çıkıp aralara girince önce bir üzüm bağının yanından geçtim. Sonrasında karşıma bir okul çıktı. Okulu tam geçiyordum, dur ya bu okulda yarın sabah sunum vereyim nasıl olsa Cape Town’a vardım dedim. Sabah sunum verdikten sonra devam ederim.. Ve okul yönetimi ile konuştum. Hemen kabul ettiler. Okuldan çıkıp çevresinde bir yerde kamp atacaktım ki kendimi bir kamp alanında buldum. Tri Activ. Kamp alanına madem girdim fiyat sorayım dedim resepsiyondan ki oranın müdürü John: ‘‘Birader nerden geliyorsun sen?’’ dedi. Dedim uzaktan, ne kadar uzaktan? Türkiye diyince git istediğin bir odada kal, zaten sezon dışı kimse yok istediğin kadar da kalabilirsin dedi. Bak diyorum bu ülkede bisikletle gezmek süper bir olay. Gelin gezin, çok keyif alırsınız. Bu kaçıncı ücretsiz kaldığım mekan artık sayısını unuttum. Hakikaten unuttum. Akşam bir de yemek hazırladılar, ona da ücret almadılar. Dünya turu seyahatinde bir ülkede en fazla ücretsiz olarak konakladığım otel sayısı Güney Afrika’da oldu.
Ertesi gün sabahtan okula gittim, tüm öğrencileri bahçede bir daire şeklinde topladılar, oturttular. Önce çocuklara ufaktan hızlıca kendimi anlattım, sonrasında ülkelerinde nereleri gezdiğimi neleri beğendiğimi neleri komik bulduğumu. Zenginliklerini, insanlarının misafirperverliğini anlatım. Bir dolu soru geldi sonrasında.
Sonra da koyuldum yola. Hedef Cape Town. Cape Town’a yaklaşmadan önce Kerem bana mesaj atmıştı. Gürkan ben de eski bir bisikletçiyim, evim sana açıktır ne zaman gelmek istersen buyur gel demişti ve Cape Town’a vardığımda Kerem-Aysel çifti ve oğulları Arın’ın yanında yaklaşık bir hafta kadar misafir oluyorum. Cape Town’da yeni bir süreç başlıyor.
Not: Bu yazıyı eklediğimde yanımda fotoğrafların çoğu yoktu. Çoğunu Türkiye’ye göndermişim :))