Funda ile Fes’den ayrıldıktan sonra Casablanca’da tekrar buluştuk zamanı az kaldığından kendisi oraya otobüsle gitmişti. Kasabalanka da kalabalık bir bulusma gercekleşti. Ayça, Ayşe, Funda, Enes ve ben bir araya geldik. Ayça her geldiğinde Türkiye’den sevdiğim özlediğim tadları ve annemin gönderdiklerini de yanında getirdiği ile kalmadı bu sefer Enes’in ispanya’da bozulan telefonun yeni pilini de getirmişti. Funda’da kasablanka’dan ayrılırken bu seferde Ayşe bize 1 ay kadar eşlik edecek.
Kasablanca’yı hep birlikte gezdik. Hepimizin bu şehir hakkındaki düşüncesi aynıydı. Fas’ın hemen hemen her büyük şehrini gördükten sonar Kasablanka için rahatlıkla bu ülkede gidip görülecek en son şehir diyorum. Tatil için gelenler uçaktan indikleri gibi başka şehirlere gidebilirler. İnanın hiçbir şey kaybetmezsiniz. Fas’da çok daha güzel yerler var. Bu şehir için 1 gün bile çok fazla.
Ayça ile birlikte o meşhur Casablanca filminde adı geçen Rick’s Café de uğrdım. Mekanın tasarımı filmde ki gibi yapılmış. Filmde ki gibi yapılmış diyorum çünkü bu café de o film çekilmemiş. 1990’da Fransız bir kadın binayı satın alıp restore etmiş ve adını da Rick’s Café koymuş. Sonuç olarak dünyanın dört bir yanından, bu filmi seyredip adı geçen bu Café’de yemek yemeye gelen yüzlerce insan var. Çok isabatli ticari bir hamle olmuş. O gün gittiğimde içerde Japon kafilesi vardı. Hiç bir şeyi olmayan başkentleri işte bu şekilde cazibe merkezleri haline getirirsin ki benzer örnekleri geçtiğim ülkelerde de görmüştüm.
Kasablanka da gidilip görülmesi gereken bence tek nokta Hasan 2 Cami. Şimdiye kadar gördüğüm en büyük avluya sahip olan camidir. İnsan merak ediyor tabi böyle büyük bir avlusu olan caminin Cuma namazına kaç kişi gidiyor. Neden mi merak ediyorum?. Çünkü cami tanıtılırken “dünyada aynı anda 100.000 kişinin üzerinde insanın namaz kılabileceği tek cami” diye tanıtılıyor. Minaresi de en uzun camilerden biri. Cuma günü gidiyorsunuz bakıyorsunuz. 25000 kişiyi içeriye alabilen caminin içi bile dolmuyor. Şimdi okyanusa dolgu zemin üzerine bu kadar büyük camiyi yaptın. İçerisini dolduramıyorsun, Okyanus kıyısını tahrip ettin, dogal yaşamında haliyle içine ettin. Bu gösteriş bu şak şakcılık kime? Allah’a mı. Ee tabi ki de olmadığını biliyoruz. Şu fani dünya da dötüm rahatta üstüne şaşalı birde cami yaptıralım durumu. Ha bu arada müslüman değilseniz fas’da ki camilere giremiyorsunuz! Müslümanım demeniz yetersiz kalabilir. İçeriye girebilmek için Kelime-i şahadet getirmeniz de gerekebilir. Namaz kılarken gözler üzerinizde olacaktır. Fes’de girdiğim cami de esnaf içeri girmeme kızmıştı. Fakat müslüman olduğumu öğrendiklerinde şaşırdılar. Eh abi hayatlarında açık kumral mavi gözlü kaç müslüman görmüşler ki? tabiki de görmediler. Cami’nin Avlusunda oturup etrafı seyretmeye başladım. Bir iki kare de fotoğraf çektim. Bu camiyi ziyarete gittiğinizde mutlaka sizlerde caminin önünde insanların oturduğu alana oturup halkı seyredin. Bir şey dikkatinizi çekecektir. olurda bir gün giderseniz ve deneyiminizi benle paylaşırsanız bu konuda biraz sohbet ederiz….
Bunun dışında şehirde dikkat ettiğim konulardan biri de toplu taşımacılık. Şehrin bir ucundan diğer ucuna taksi ile gittiğiniz de dahi 30 dirhem den fazla vermeyin. Kısa mesafeler için 10 dirhem verseniz kafi. Fakat o kadar yavşak bir taksici kesmi var ki. O taksimetreyi bilerek açmıyorlar. Mutlaka ama mutlaka taksimetreyi açtırın. 50 dirhem fazla alan bir taksiciyi bir gün sonra polisi aramakla tehdit ettim. Hemen parayı geri verdi. Esnafın turisti kazıkladığını polislere şikayet ederseniz vay o esnafın haline. Kralın bu konu da ciddi açıklamaları olmuş “turistlere iyi davranılacak” . Fes,Marakesh,rabat ve Casablanca şehirlerinde tramvay taşımacılığı mevcut. Gene ülkenin her büyük şehrine trenlede gidebilirsiniz.
Bu arada bir günlüğüne trenle Ayça ile birlikte Rabat’a da gidip Casablanca’ya geri dönüyoruz ve orada da güzel bir buluşma gerçekleşiyor. İsveç’de evinde kaldığım Maggy’de iş dolayısıyla Rabat’da bulunuyordu. Onu görmek ve sohbet etmekte oldukça hoşuma gitti. Isvec’de olan Micheal’a hemen bır ıkı kare poz yolladım .. Yenı ev almıslar oldukca buyuk. Bir sonraki gelişinde ev hazır dediler : ) .. Zaman ne çabuk geçiyor..
Casablanca şehrine gelmeden önce Enes ile birlikte önce Meknesh sonrasında Muhammediya şehirlerine de uğradık. Meknesh’de sadece 3 saat kadar kaldık. Şehrin medinasını gezdik oturup bir çay içtik biraz sohbet sonrasında yola devam. Muhammediya’da ise kara parçasından ayrıldık : ). Fas ülkesine girdiğimizde bir mesaj geldi.
– Baba biz buraya Türkiye’den tekne ile geldik buyrun gelin sizleri bekliyoruz
Hayda bunlar kim len? bir araştırıp baktım ki kendilerine Cahil Cesaretimiz adını koymuş muhteşem bir çift Ugur ve Maral . Tekneleri Muhammediya’da demirliydi. Bir gece de gidip onlarda kaldık.
Bir duble rakı nasıl iyi geldi varya arkadaş. O tek yudum içip “ohhhhhhhh beeeeeee” demek nasıl iyi geldi. Hanı filmlerde yaşanır ya anlık geçmişe gidersin işte o yudum içilirken birlikte rakı içtiğim tüm dostlar aklıma geldi. ( Rakı masasında sohbet ettiğim tüm dostlarıma sevgi selamlar buralardan) Sabah Maral’ın hazırladığı sucuklu yumurta ve bizim oralardan bir çay. Harbiden de Oh be dedik. Allah razı olsun sizden canlar. Hem yolculuğumuza renk kattınız hem kafamızdaki gezginlik olayına farklı bir bakış açısı eklediniz. Dünya’nın her neresindeyseniz seviyorum sizleri öpeyrum.
Kasablanka sahillerini Ayça ile yürüyerek turladık. Oldum olası şu yürüme olayını sevemedim. Yürüyerek gezmek hakikaten bana göre değil. Güney Kore’de ayaklarımı pasifik okyanusuna oldukça rahat sokmuştum. Fakat Atlas Okyanusu çok deli. Ayağı suya sokayım derken dizine kadar batıyorsun. Öyle bir geriye çekiliyor ki deniz ve sonrasında bir geri gelişi var kaç kaç kaç… Casablanca kumsalı oldukça pis. Manzarayı gördüğümde üzülmüştüm. Bu kumsalda her gün yüzlerce insan futbol oynamasına ragmen kimse o plajı temizlemiyor. Okyanusun bir gün gelip bütün pisliği alıp götüreceğini mi düşünüyorlar.?? Aklıma Özbekistan geliyor.. Orada da yerel yönetim çöpleri nehirlere boşaltıyordu. Hum acaba İsviçre’nin okyanusa kıyısı olsaydı nasıl olurdu çok merak ettim. ( isviçre anılarımı henüz paylaşmadım fakat yapmakta olduğum yolculuğumun en etkileyici ülkelerinden biriydi.. Ayrıca bisiklet kültürü konusunda da kendi görüşüm ve incelememdir isviçre birinci sıradadır!)
Futbol demişken evet bu ülkede bir futbol manyaklığı olduğunu söyleyebilirim. Türkiye’den daha mı fazla ?.. Kesinlikle daha fazla. Her gün hiç abartmıyorum her gün Casablanca sahilinde yüzlerce kişi futbol oynuyor. Bu sadece Casablanca sahili ile sınırlıda değil. Okyanus kıyısı boyunca her büyük şehrin sahili aynı. Her köyde topraktan bir futbol sahası var. Bu sahalar oldukça temiz ve bakımlı. AKşam veya sabah saatlerinde mutlaka oynayanlar var. Barcelona ve Madrid taraftarları oldukça fazla.Türk olduğumuzu öğrendiklerinde Türk futbolcuların adlarını sayıyorlar hemen.. 4 senedir yolda olan biri olarak artık takımlarda kimler var kimler yok onları da bilmiyorum. Evet, evet diyip geçiyorum.
Bu arada Enes Cep telefonu için bir LG servis buluyor fakat gene bir sonuç alamıyor. Yapılamamasının aslında çok basit bir sebebi var. LG telefonun yan sanayi ürünlerinin gelişmemiş olması. Bu tarz yolculuklara illaki akıllı telefonla çıkılacaksa ya Samsung olacak veya iphone olacak. Bu telefonların başına birşey geldimi hemen her ülkede Tamiri, servisi, yedek parçası mevcut. Yolculuk esnasında böylelikle can sıkmaz. Bu sürede bisiklet malzemesi ve ekipman konusunda eksik gedik ne varsa onları da tamamlıyorum. Mesela Tripod kırıldı. İyi birşey almak istiyorum. Hem hafif olacak hem sağlam olacak. Enes kendi kullandığı Sony marka tripod gösterdi hem Küçük hemde oldukca sağlam birşeydi. Yahu bunu Kasablanka da nerede bulacağım derken Sony mağzasında sadece bir adet buldum : ). Güzel bir tesadüf oldu. Model hakkında bilgiyi ekimpman sayfamda vereceğim o sayfayı belli aralıklarla güncelliyorum. yeni deneyimlerimi yazıyorum yakında ürünlerle ilgili videoları da ekleyeceğim.
Son akşamda yemeğimizi Kasablanka da ki Istanbul Shawarma da yiyoruz. Türkiye’den gelip dönerimi çok özledim diyen olursa tavsiye ederim. Ha bu arada Genel olarak Fas’ın yemek kültürü bizimkine oldukça benziyor. Ay bunun tuzu eksik ay bunun şekeri fazla, ay fazla baharat var gibi takıntılar yoksa rahatlikla yeniyor. Ülkede çıkan her yemek güzel. Bir yemeği beğenmedim, o da salyangoz. Baba çok ağır tadı var. Yenmiyor… Böcekgiller istikakımı Güney Asya bölgesine ayırıyorum.
Funda ve Ayça’yı uğurladıktan sonra Enes ve Ayşe ile birlikte Essaura’ya kadar birlikte pedallıyoruz. Kasablanka’dan sahil boyunca güneye doğru ilerlendiğinde muazzam bir yapılanma olduğunu görüyoruz. Otel, tatil köyleri, devre mülkler. Bazı kasabalarda tatilci evleri bile var. Bir tanesinin parkında mola verdiğimizde Rob’la tanıştık. Kendisi Hollandalı. Emekli olduktan sonar gelmiş yerleşmiş bu bölgeye.
Hayırdır Baba hollanda gibi yeşili bol, kanallarla dolu, bisiklet kültürü tavan yapmış, sosyal imkanları üst seviyede olan bir ülkeden neden ayrılıp buralara geldin? Üstelik göçmen falanda değilsin ha öz mü öz adam Dutch yahu : ) . Aslında neden geldiğini biliyorum. Şu hollanda anılarım çalındıktan sonra bir daha o anıları yazmadım. Açıkcası yazmakta istemedim. O sıralar sitem yeniden yapılanıyordu tam bitti yazıları ekleme yedekleme işleme yaparken uçtu gitti herşey. Zamanla ekleyeceğim. şimdilik o anılar not defterlerimde yazıyor. Yabancı ülkeler sadece büyük şehirlerden oluşmuyor veya oradaki görünen o güzel caf caflı fotoların çekildiği turistlere gel buraya gel diyen noktalardan oluşmuyor. Holanda’da evlere misafir olduğumda, esnafla oturup bir kahve içip ülke ve ekonomik durum hakkında nabız yokladığımda herşey daha net gözükmüştü.
Rob’un Fas’da neden olduğunu iyi biliyorum ve bence çok mantıklı bir karar almış. Okyanusa nazır kendine bir ev almış. Fas’da toprak sahibi olduğunda devlet toprağı yabancıya bir şartla veriyor. Öldüğünde kimseye devredemiyorsun. Devlet üstündeki taşınmazlarda dahil olmak üzere ne varsa hepsine el koyuyor. Ee Kralın ülkesi olacak o kadar. Parkta Rob ile konuşurken iki tane faslı kız gelip hemen yan tarafımıza oturuyor. Ayşe’nin de yanımızda olmasından cesaret alarak sohbet etmeye başlıyorlar. Büyük şehirlerde pek olmaz ama küçük kasabalarda fransızca veya ingilizce bilen yerli halk mutlaka konuşmaya çalışır. Hiç olmadı bir Bonjuuu diye seslenir, selam verir. Faslıların bu olayını seviyorum, konuşmaktan korkmuyorlar. İngilizcesi, Fransızcası yarım yamalakta olsa korkmuyorlar. Akıllarından “ay yanlış cümle kurarım. komik duruma düşerim” geçmiyor! senle iletişime geçmeye çaba gösteriyorlar. Fırsatı bulmuşken “HELLO’dan oteye gitmem lazım” diyor
Fransız asıllı kanadalı justın ile aramızda geçen dialog
– Gürkan Fransızcaları iyi değil, sende Fransizca bilmediğinden konuşmaları sana çok iyimiş gibi geliyor.
– Ama konuştuklarında ne demek istediklerini anlıyorsun sanırım
– Anlıyorum tabi ki
– ( Tebessüm)
Dünyayı gezerken insanlarla ama öyle ama böyle bir şekilde anlaşıyorsan sorun yok herşeyin üstesinden gelirsin yeterki anlaşabilesin. Çoğu zaman aynı dili konuşmana bile gerek kalmıyor..
2010 yılından beri dünyayı bisikletle geziyorum. Japonya turundan sonar Türkiye’ye dönüp tecrübelerimi gençlerle paylaşmam ve dünya turu hazırlıklarımı yapmam 14 ayımı almıştı. Yani yaklaşık 3 senedir yollardayım. Bu seyahatin büyük bir çoğunluğu da çadırımda geçiyor. Mesela Enes ile 3 aylık İspanya-Fas serüvenimiz boyunca 2 aydan daha fazla süreyi çadırda geçirmişiz. Bunun dışında hostellerde ve evlerine misafir olduğumuz insanların yanında kalmışız. Hal böyle olurken çadır hayatında o kadar çok yaşanmışlık ve tecrübe varki. Bu yüzden Enes, Funda ve Ayşe ile birlikteyken çadırları kurmak için seçtiğim yerler veya çadırların gözükmemesiyle iligili dikkat ettiğim detaylar sıkıcı veya fazla abartılı gelmiş olabilir. Dediğim gibi yaşadıklarımdan dolayı tedbiri elden bırakma lüksüm maalesef yok. Güneye indikçe belediyelere uğramayı da ihmal etmiyorum.
Bir seferinde fantazi yapıp okyanus sahiline kamp attik. Sabaha anladık ki bu okyanus yanında attığımız ilk ve son kamp olacak. Çadır ve bisiklet hem rutubetten hemde tuzlu su taneciklerinden perişan haldeydi. Ertesi gün bisikletleri ilk fırsatta yıkadık. Güneye giden yol boyunca wifi olan cafeler olduğunu Enes sayesinde öğrenmiş olduk. Ülke genelinde internet köy, kasaba ve şehirlerde var.. Ayrıca telefon hatlarıda yeterli internete gücüne sahip. Moroc telekom İç bölgelerde daha kuvvetli. Inwi’de sahil şeridi boyunca oldukça iyi.
Yol üstünde Amazeour adında bir kasabaya girdik. Tam şehrin medinasının yanından geçerken biranda “dur lan burada ne varmış” diyip içeri dalıyorum. Fas’da bir süre sonar medina görmek insanın canını sıkıyor girmekte istemiyorsun. Fakat bu medina farklıydı. Fas genelinse gençlerin sanatsal faliyetleri dikkat çekmiyor desem yalan olur. İlk defa grafitilerle süslenmiş bir medina görüyoruz. Hatta bu medinada kayboluyoruz gps yardımı ile çıkıyoruz içerden. Güneylere doğru inilirken kesinlikle uğrayıp gezilesi bir nokta. Gezen herkesin hoşuna da gidecek bir medina.
Yol üstünde Eljadida’ya vardığımızda üçümüzde çok şaşırdık. Oldukça rahat bir şehirdi. Mesela okyanus kenarında kızlı-erkekli yürüyenler, el ele tutuşanlar. Halkın uygun gördüğüi ahlaki kurallarla dolu olan bir ülkede bu kadar rahat tavırları görünce insan şaşırıyor.
Sahilinde, caddede sevdiğinle el ele tutuşmak, yanyana, omuz omuza yürümek öyle kolay değil. Fas’da hangi cafeye giderseniz gidin masaların dizilişine dikkat edin. Hepsinin oturma düzeni sokağı seyredecek şekildedir. Masaya oturduğunda karşınaki arkadaşının yüzüne değil sokağa bakarsın. Kim kimle geziyor ne yapıyor ne ediyor.. Dedikodu için yapılan bir düzenleme.
Yahu ne kadar acı bir durum. Mesela kız arkadaşına güle güle diyip öpüp ayrılacaksın. Yapamazsın. Resmi bir havada elini sıkıp ayrılacaksın. Sokakta kız arkadaşını yanaklarından bile öpemezsin. Layun şehrinin girişinde bir köprüden geçiyorsun. O köprünün sol tarafında ki tepelik alanlar şehirdeki gençlerin flört alanı. Öyle caddelerde cafelerde takılamıyorlar işte o dedikoducu zihniyet yüzünden. Gidip şehrin tüm pisliğinin aktığı pis kokular içinde kimeselere gözükmeden kız arkadaşları ile buluşuyorlar. Faslıysan sevdiğin adamla, kadınla gezmek kolay değil. Gerçi hangi müslüman ülkesinde kolay ki? Türkiye de yok mu bu dedikodu? Biz böyle şehirde hayretler içinde gezinirken bisikletiyle yanımızdan geçmekte olan Said durup sohbet ediyor. Sonrasında bizi şehirdeki Camping Alanına götürüyor.
Fas’ın batı sahilinden güneye doğru inildiğinde bütün şehirlerinde kamp alanı var. Neden? Çünkü özellikle Fransa’da emeklilik paraları ile beyaz karavan alıp ülkeye gelen turist sayısı oldukça fazla. Yol boyunca yüzlerce, binlerce beyaz Karavan görmek mümkün. Bu Karavan ile gezmenin ayrı bir kafa olduğunu teeee Danimarka’da gördüğüm ilk kamp alanından sonra anlamıştım. İlerde olurda bir gün böyle bir seyahat yapacak olursam alacağım karavanda ancak bu şekilde olur. Hahaha.
Bu adamda Almanya’da bu karavanları üretip satan ünlü şahsiyetlerden biri . Yolda karşılaşıp sohbet ettik. Günlerdir çölde takılıyorlarmış. Sadece Benzin almak için anayola çıkıyorlar. Seyahatlerini dağlarda ve çöl kumlarının tepesinde geçiriyorlar.
Bazen arazide kamp atacak yer bulunamadığımızda halktan yardım isteyip bahçelerine, binalarına çadır kurduğumuz anlarda oldu. Genel olarak Fas insanı bu konuda çok yardımcı oluyor. Mesela daha önceki yazımda belediye binasında kaldığımızı söylemiştim. Bir keresinde bir alana kamp attık bir çoban çıka geldi. Gelin Gelin buraya kurmayın çadırlarınızı diyip bizi evinin yakınında daha güvenli bir yere götürdü. Çadırı kuracağımız yeride bir gösterişi var. Koca bir taşı aldı toprağın sert olduğu alanın üstüne ddoğru bombeli bir şekilde fırlattı. Taş yere düşünce de tok bir ses çıktı. Abi ile aynı dili konuşamıyoz ama biz anladık.
– Nah işte şuracığa kurun çadırınızı, Aşağ tarafta da su var. Burası güvenlidir. diyip gitti
(nah o yerde burası)
Akşamı da fenerle kontrole geldi. Başka birgün şehir yakınlarında kamp yeri bulamadık bir inşaatın içinde kamp atmak için izin aldık. Sıkıntı yok dediler. Bir başka gün benzin istasyonun içine çadırlarımızı kurduk. İnsanlar evlerinin bahçelerine çadır kurmamıza izin verdi. Kısacası Dağlarda, çöllerde, ormanlarda , kasabalarda Fas çadırlı kamp konusunda oldukça güvenli bir ülke.
Essaura adında güzel bir şehri var. Fas’da bu şehri atlamamak gerekiyor. Orson Well Otelinde iki kişi kahvaltı dahil 250 Dirheme de kalabilirsiniz. Atlantis hostelde 50 dirheme 6 kişilik oda da kalınabilir. Akşam Toros adlı barına gidin bir jazz dinleyin. Benim yerime de bir kadeh şarap için keyfini çıkartın anın. Şehirde yürümek sizi fas’ın dışına çıkaracak. Diğer tüm fas şehirlerinden farklı. Medinası diğerlerine göre oldukça temiz ve düzenli. Esnafın güzel diline aldanmayın. Bir önceki yazımda kucağa alma durumu bu noktada da devam ediyor. Her ne kadar Ayşe yok yok bu şehir öyle değil desede tecrübe ile Enes durumu test etmiş oldu.. Heleki “boynunuzda kolye görmesinler” hemen “vayy arkadaşım ne güzel kolye çok beğendim. Bak benzeri var bizde de” diyip içeri çekmeler. Aynı ürünleri farklı fiyatlara satmalar. Esnafın müşteriye ihtiyacı var kabul. Fakat bu tarz basit kelime oyunları hem esnaftan hem birşeyler almaktan insanı kaçırıyor. Dükkanın var işti şu vitrinini o şehre gelen insanların keyfine göre veya farklı bir al benisi olacak şekilde düzenlesen de müşteri içeriye sen demeden gelip baksa di mi? Yok ama illa kucağa gel diyorlar…Atlas dağlarının arasındaki kasabalarda artık tak etti canıma… Yolculuk sırasında öğlen yemeklerini veya bazen akşam yemeklerini restoranlarda yerdiz. Köfte yapan bir yer bulduk iki yarım ekmek iki kola istedik. Adamda 100 dirhem dedi… Suratımın aldığı şekli görüncede hemen sordu (İngilizce konuşuyoruz)
– Fiyatı iyi değil mi?
– Yahu yabancı gördünüz mü illa kazıklaycaksınız di mi? Ulan 3 aydır ülkende geziyorum suyunu havasını ürünlerin fiyatlarını artık ezberledim. 100 dirhem nedir? Asagda Layunda 20 dırhem’e yedıgımız seyı nasıl olurda burada 100 dirheme satarsın? Sen müslüman değil misin?
– Evet müslümanım
– Biz Türküz
– Aaa, Öylemi Tamam, Tamam 50 dirhem
Aynı şekilde bir kasabada gene terasında yatırmak için para istedi biri esnafın teki. O zamanda verdim veriştirdim. Türk dediğimde hemen müslüman olduğumuzu anlayıp farkli konusuyorlar
Fas’ın Quarzazate şehrine vardık. Hi Hostel grubunun burda da yeri var. İki kişılik oda kahvaltı dahil 70 Dirhem. Hemen o noktaya gittik. Belli bir standartı yakalamış hostelleri tek bir bayrak altında toplamayı başaran Hi Hostelleri seyahattimde tercih ediyorum. Hi Hostel yoksa veya yer bulamazsam başkalarına yöneliyorum. Quarzazate şehiri Fas’da oldukça meşhur. Dünyanın en büyük açık hava film stüdyosuna sahip. Afrika’nın sanat şehri yapmaya çalışıyorlar.
(Film seti)
Game Of Thrones, Kingdem Of Heaven, Gladiator ve daha bir çok film bu alanda çekilmiş, çekilmeye de devam ediliyor. Quarzazate’ın çevresinde gezilecek çok yer var. Bu yüzden şehre bir tane de havalimanı yapmışlar. Enes’in gitmesine türiye’ye dönmesine çok az kaldı ayrıca ülke girişinde aldığımız 3 aylık vizede bitmek üzere.O halde bu yerlere nasıl gideceğiz?
(Sahra çölünde kuma saplanmamıza ramak kalmıştı.. Ee bisiklet gibi heer yere girmeye çalışarsan :))
Araba kiralayarak. Amacımız şu; Quarzazate şehri çevresinde gidilebilecek ne kadar yer varsa araba ile gitmek sonrasında bisikletlerimizin yanına dönüp kaldığımız yerden devam etmek. Ulan yaklaşık 4 senedir araba kullanmıyorum büyük değişiklik olacak. Bisikletlerimizi kaldığımız hostel’e bıraktık.2 gün sonra kaldığımız yerden devam. Çantalarımızı arabanın bağajına tıktık. fakat Enes ve benim bisiklet çantalarımız aracın bagajına da ucu ucuna sığdı. Yahu biz baya yük taşıyormuşuz…. 2 Günlüğüne bu aracı 400 dirhem’e yani 100 TL ye kiraladık. Çantaları da yolda bir yerlere kamp atarız diye alıyoruz. İki gün içinde araba ile 900km yol yaptık. Bu yolculuğu yaparken yolda onlarca otostop çeken insanı aldık. Bir noktadan diğerine bıraktık. Son gün sinirlerimiz bozuldu artık. Arabayı sanki sırf bu iş için almışız gibi bir durum oldu. Kaç kişi arabaya bindi hakikaten hatırlamıyorum
Mesela yolda arabası bozulan ve otostop çeken Muhammed’in hikayelerini dinledik. O da bizim hikayemizi dinledi. Bırakacağımız şehre vardığımızda çıkardı cebinden para uzatıyor “de get lan ne parası” Alın lütfen . Almıyorum diyince de babası ile birlikte çay içmeye davet etti.. İşlerinden dolayı ingilizceyi gayet iyi biliyorlar. (esnaflar)
Muhabbetin bir noktasında Muhemmedin babası
– Hayatımda ilk defa Türkleri canlı kanlı görüyorum..
– Peki başka bir müslüman ülkenin Turistini hiç gördün mü?
(Uzunca bir süre düşündü)
– Çok garip ama bunca yıllık esnafım siz gördüğüm ilk müslüman turistlersiniz.
Bu kasabanın adı Fas’ın Agdz şehri. Şincik bu şehirden hemen çıktıktan sonra sola bir yol sapıyor. Google’da Tamnougalt diye geçiyor gideceğimiz yerin adı. Nerden buldunuz o noktayı diye soracak olursanız. Bizde o an bulduk. Bisikletten inen adamlar arabayı nasıl kullanır?
– La Enes bu yol nereye çıkıyor.?
– Gürkan yolun çıkışı gps’de yok. Siktir et altımızda araba var sonuna kadar git da. Olmadı döneriz
– Aaa asfalt bitti
– Ooo araziye girdik len arabanın altı çarpmasın
– Ama ben dedim.. bize jeep ver dağa taşa vuracaz aracı diye..
– Yavaş altı çarpacak Lan.
– Geçer mi lan buradan bu araç?
– Vay vay baba bura nere ya? Len Kasbah denilen olayın kralları burdaymış.. üstelik yaşam hala geçmişteki gibi devam ediyor. Nokta çok bombaymış.
15 dakika kadar dağda bayırda gezip insanda görmeyince “len şurda araca bir halt olsa kaldık iyimi? servis de çağramayız. Neyseki tüm takım taklavat yanımızda yemekte yaparız çadırda atarızz”Biz araç bozulsa neler yaparız diye düşünerek gezerken. Yolunu şaşırmış bir turist aracı ile yanımızda durdu. Ee bizler artık yarı yerli sayılırız.
– Merhaba biz yolu şaşırdık bu geldiğiniz noktadan araba geçer mi?
Yazık bu adamada jeep vermemişler kiraladığımız arabanın aynısından onda da var.
– Geçer geçer sıkıntı yok.
Atlas dağlarından gelen sular vadinin içinde muhteşem bir Palmiye denizi oluşturmuş. İlk defa böyle bir manzara görüyorum. Bu palmiye ağaçlarının altında binlerce su kanalı yapılmış tarımcılık yapılıyor. Fas içinde pedallarken o zamana kadar tarlalarda hiç traktör görmedim. Fas’ın genelinde toprağı sürmek için atlar, eşekler, ve öküzler kullanılıyor.
Araç altımızdayken 150 km kuzey de yer alan Skoul adlı kasabaya da gittik. Hem kaldığımız hostelin sahibi hemde aracı kiraladığımız yerin sahibi Kuzeyde dinazor kalıntıları bulundu falan fila dedi. ( Bu arada İngiltere’de Ulusal Tarih müzesini gezdiğimde ulan adamlar utanmasalar gerçek dinazorları koyacakmış demiştim.) Ee bizde gidelim dedik. 100 kilometre kadar gittikten sonra bir köyde durdum. Halka dinazorları soruyorum. Önce ingilizce sonra Türkçe sonra sesli anlatım
– Amca burada dinazor fosilleri varmış ne tarafta
– ????
– Dinaozor fosilleri….
– ???
– La işte kocaman hayvanlar dinazorlar
El kol hareketler pençe işareti derken (HRRRR ses efektleride vear) köyde ingilizce bilen bir insan denk geldi. Herife sorduğum gibi yerini gösterdi. Lan bütün dillerde dinazor dinazordur. başka bir tarifi yok. Ya köylü civarda dinazor kalıntıları bulunduğunu bilmiyor veya dinazorun ne olduğunu bilmiyorlar. Sonrasında başka bir köye geldik. Gene yerini sorduk geçtiniz dediler. Tam gideceğiz soruyu yönelttiğimiz adamlar o sıra yolda yukarı doğru yürüyen adamı da alın gidin o tarafa doğru dediler. Ee zaten bizim işimizde sevap işlemek.
Amcayı da aldık araca nereye gideceğimizi bilmiyoruz. Fakat tahminimce bir sonraki köye bırakacağız derken amca dinazor yolunu sol taraf olarak gösterdi. Araba ile gene bildiğin dağ bayır tırmanmaya başladık. Amcaya sen de bizimle mi geliyon demek yersiz olacak. Ee hadi sen in gayri de diyemiyoruz, o da bizimle geliyor. Toprak yol taşlık yol derken karşımıza gayet afilli bir bina çıkıyor. Kapısının önüne gidiyoruz. vay vay arkadaş adamlar ne kapı yapmışlar. Binada yeni.. Eee bu kapı kitli ya lan…. Nasıl gireceğiz demeye kalmadan amca Calebasının içinden ( Bu adamların giydiği yerel kıyafet olur) kolum kadar bir anahtar çıkardı.. Anaaa bu amca buranın bekçisiymiş. Hahahaha
O koca anahtarla kale kapısını açtı içeri girdik. Bina yeni bitmiş içi bomboş. Bizi dinazorun bulunduğu noktaya götürdü ve karşımızda ki manzara şu…..
– Hum…. Enes ne düşünüyorsun?
– Bilemedim Gürkan
– Bu yükseltinin altında mı lan fosil? kazmayı mı bırakmış bu herifler?
– AMCAA DİNAZOR NEREDE?
Nah işte orada der gibi bir hareket yapıyor
– Len burada ne dinazoru olacak. Toprağın tepesinde dolu ayak izi ve tuğla falan var
– Gürkan Adamlar 3 katlı düğün salonu yapmışlar içinde de bişey yok. ilginç
Baktık ki içerde hiçbir halt yok dışarı doğru çıkarken amcaya son bir kez daha soruyorum ve ağzından Rabat kelimesi çıkıyor. Hah lan sonunda ..Ulan Fosil kesin Rabat’da . Buraya boşu boşuna gelmişiz. Kimsede bulunan fosil orada değil demiyor ha.. Rabat a gittiğimde de şunu öğreniyorum bulunan kemikler ve diğer fosiller Fransa’daymış eheuh. Enes kusura bakma kardeş Fransa’da uzakta kalıyor okemiklri gidip göremeyceğim.
Güneye inerken Sidi ifni adında bir şehir bulunmakta.. Sörfçülerin yeri falan diyorlar. Ulan zaten ülkenin atlantik sahili komple sörfçülerle dolu. Neyse bu şehre gelmeden Lagzira adından bir alan var. 15 km kadar şehirden uzak. Zamanı olan herkesin gidip görmesi gereken bir yer diye düşünüyorum. Tabiatın dünyayı nasıl bir tual olarak kullandığını görebileceğiniz güzel noktalardan biri. Balıkçı kulübelerinde kalmak 60 Dirhem. Sabah Kahvaltı 20 Dirhem . Öğlen yemek 50 Dirhem : ).. Deniz ürünleri yemeğe doyacağınız bir nokta.
Sidifni’den Tantan şehrinin 50 km yakınına kadar okyanus kıyısından gitmek mümkün. Fakat bu yolu çıkmaktan vazgeçen 4×4 jeepleri görmüş kişiler olarak bizde biraz teredüttüt ettik.. Alan tamamen ıssız ve kurak.
– Enes sağdan mı sol dan mı?
– Sağ tarafta yol yok gibi Gürkan eşek yolu var len..
– Ee ne yapacağız
– Adamlardan ekstra su aldık deh hadi eşek yoluna
Nedemişti Enes.. Yolun bittiği yerde macera başlar
Zaten Fas videosundan Enes’in bisikleti ittiği nokta gözüküyor yolda orası işte.. Girdiğimiz alanın ne kadar zorlu bir parkur olduğunu 3 gün o alandan çıkamadığımızda anlamış oldum. İlk gün şanslıydık akşama doğru bir kuyunun yanında kamp attık. Kuyudan çektiğim suyu filtre edip akşam yemeğinde kullandım. Sabah gene aynı suyla saçımı yıkadım. Bu arada bu kuyuların içi kurbağlarla ve sivri sineklerle dolu. Dağ eteklerinde olan kuyuların suları daha berrak.
Diğer alanlardaki kuyu suları tamamen bulanık. İkinci günün akşamına doğru gene kuyu bulmamız gerekiyor ama yok. 80km arazide pedal çevirip üstüne birde kuyu aramak hakikaten adamı yoruyor. 2. günün sonunda bu boş arazide birde baktık ki bir çoban.. Adam bizi gördüğüne çok sevindi tabi Enes’de hemen soruyu patlattı. Su var mı su?. Yahu civara bakıyorum hiç kuyu falan yok. Ayrıca adamın bu boş arazide bu kadar hayvanla nereden çıktığına da hayret ettim. Ulanbu hayvanlar ne içiyor?
– Gürkan adam su verecek su tanklarınla git
– Lan nereden su verecek? kuyu yok ki
– Yahu sen bir git. Vardır herifte
– Bu adamın verdiği suyu arıtıp almak lazım tanka
4 litrelik su tankını yanıma aldım adamı takip ediyorum. Bu bölgelerin sularını arıtmadan bizler içemiyoruz. İçtiğimiz zaman mutlaka bir rahatsızlık, hastalanma falan olur. Türkmenistan bölgesinden bu konuya oldukça vakıf biriyim. Yerel halk doğduklarından beri bu sularla büyüdükleri için bünye bir şekilde başığıklık kazanıyor fakat bizim sindirim sistemi bu olayı kaldırmıyor. Tam bunları aklımdan geçirirken adam biraz önce üzerinden geçtiğimiz çamurlu su birikintisinin üst tarafından çaydanlığını dolduruyor. Nasıl la? İyide arkadaş çamur ki o….
– Enes gel baba gel. Görmen lazım durumu
– Ne oldu lan?
– Gel gel adam bize çay hazırlıyor hahah .. içecez yolu yok
Enes’de yanıma geliyor
– Suyu görüyor musun?
– He hayvanlar için…….
– (haha%+&haha) Yok kardeş bize çayı bu suyla hazırlıyor
– Hasiktir Len
Bu çayı canı gönülden denemek istememin iki sebebi var
- Neden
Adam bölgesine gelen insanları misafir ettiği ve onlara birşeyler ikram edebildiği için çok mutlu
- Neden
Şekerli çay kültürü böyle doğdundan. Çölün olduğu kuzey afrika bölgelerinde çay yetişmiyor. Fakat halkın tamamı çay kolik. Ee peki nasıl oluyor bu iş?.. Kervanlar yüzyıllar boyunca ipek yolundan oradan buradan ülkeye malzeme taşıdılar. Haliyle bölgeye çayda geldi. Şu an bölgedeki çayların hemen hemen tamamı çinden geliyor. hepimiz biliriz Çayı şekersiz içtin mi biraz acı gelir. Ee bu herifler hayatları boyunca kuyu suyu kullanmışlar. Bu suların büyük çoğunluğuda tuz ve toprak tadı var. Tadı acı olan çayı birde bu suyla yaptın mı tadını siz düşünün. İşte bu tadı kırmak için taaaaaaa o zamanlardan şeker operasyonuna girilmiş ve günümüze kadar bu gelenekte devam etmiş. Bölgede yaşayan birine sorsan “Yahu siz çayı bu kadar şekerli neden içiyorsunuz” diye. Binbir çeşit hikaye anlatılır. Halbuki geçmişten gelen bir kültürdür. ana kalırsa şekerli çay içmiyorlar. Çaylı Şeker içiyor bu adamlar. Haliyle ülkede de yüksek tansiyon hastalığı birinci sırada.. Japonya’da da inek etinin en pahalı bölgesinin yağlı alanın olması gibi Sebebini de yazmıştım. Benzer durumlar.
Sırada Çöl maceramız ve muhteşem yeni deneyimler var..
Sesli Anlatım