Ayhan ve Mehmet’in yanından ayrıldıktan sonra hemen hemen hiç durmadan şehrin dışına doğru yol aldım. Önce kuzeye sonra kuzeybatı yönüne doğru 50 kilometreye yakın yol alıp şehrin dışına çıkmayı başarmıştım. Şehrin karmaşasından çıkmak, Garmin GPS sayesinde çok kolay oldu.
Şehir merkezinde bisiklet yollarının çok kısıtlı olduğunu söylemiştim. Bueonos Aires’den çıkarken de durum aynı. Sadece tek hat üzerinde bisiklet yolu var. Ara yollara girince o bisiklet yolunu kaybediyorum. Şehrin içindeki otobüs ve kamyon trafiği, rezalet ötesi bir durumda.
Batıya doğru gideceğimden dolayı o güzergâhtaki yolları daha önce harita üzerinden incelemiştim. 3 anayolu kullanma durumum var 7, 8 ve 9 numaralar. 9 numaralı yol en baba yol olarak gözüküyor. Sonrasında 8 ve 7 geliyor. 8 numaralı yolun üstünde Kaptan Sarmiento adında küçük bir kasaba var. O kasabada itfaiyeci olan ve Buenos Aires’de tanıştığım Daniela kasabada misafir etmek istediğini söyledi. Ben de tamam gelirim dedim.
Bu yüzden 8 numaralı yoldan gideyim dedim. Buenos Aires’den çıkıncaya kadar her şey güzeldi (yaklaşık 35 km). Hatta ilk gün yolda pek sıkıntı yaşamadım. Anayola paralel bir yolda ilerliyordum. Böylelikle araç trafiğinden de uzak duruyordum. Fakat sonraki günlerde ara yollardan anayola çıkmak zorunda kaldım ve sonrasında da sıkıntılar başladı. 8 numaralı yolda emniyet şeridi bulunmadığından araçlara çok yakın gitmek zorunda kalıyordum ve kamyonların bu kadar yakınımdan geçmesi çok rahatsız ediyordu. Yolu uzatarak aradaki yollara girmeye başladım.
Aradaki yollarda da pek bir değişiklik olmadı. Trafik azalmış olsa da gene bir kamyon trafiği hep var. Her kamyonun arkasında vagon şeklinde ek başka bir römork var. Böylelikle normal bir tırdan daha uzun oluyorlar ve daha fazla yük taşıyorlar. Fakat bu vagonlar yolda ki girinti çıkıntılardan dolayı sağa sola fazla oynuyor. Yolculuğun ilerleyen günlerinde 7 ve 9. yolları da kullansam da, ara yollara da girsem de bu kamyon trafiğinden bir türlü kurtulamadım. Direkt dağa taşa vurmayı düşündüm fakat bisiklet üstündeki bazı parçaları değiştirmek istiyordum, özellikle de disk fren sistemini. Yeni V fren parçaları Şili’nin başkenti Santiago’ya gelecekti. Bir an önce onlara geçsem mutlu olacağım. Buenos Aires’den Corodaba’ya kadar olan topraklara zengin topraklar deniyor ve yol boyunca her alan tarım arazisi olduğundan dolayı kamyonların sayısı da inanılmaz fazla.
Kaptan Sarmiento da Daniela’nın evinde misafir olup bölgeyi gezip At çiftliklerine uğradım itfaiyeci arkadaşlarla birlikte zaman geçirdim.
Bölgede tahıl ürünlerinin yanı sıra inanılmaz büyüklükte hayvan çiftlikleri var. Ayrıca at çiftliklerinin sayısı da oldukça fazla. Birkaç çiftliğe gidip inceleme fırsatım oldu. Tarım ürünlerini başta Çin olmak üzere Avrupa’da birkaç ülkeye gönderiliyor.
Mendozaya kadar olan yolculuğum boyunca kasaba ve şehirlerdeki itfaiyelere uğradım. Güney Amerika’nın genelinde itfaiyelerde çalışan insanlar gönüllü usulü çalışıyorlar. Kasabada kim gönüllü olmak isterse ve işinden kalan zamanda halka yardım etmek isterse geliyor itfaiyeci oluyor. Devlet sadece araba alımına ve kıyafet alımına destek oluyor. Yani anlayacağınız adamlar tam süperman. Bisikletiniz ile itfaiyecilere uğradığınızda sizi geri çevirmeyip ya çadır kuracak bir alan veriyorlar ya da yerleri varsa orada konaklamanıza izin veriyorlar. Duş, wifi, yemek imkanları neyse ellerinden gelen yardımı yapıyorlar. 9 ay boyunca Şili ve Arjantin arasında yaptığım seyahatte yaklaşık otuzun üzerinde itfaiye istasyonunda kaldım. Hepsine buradan selam olsun. Büyük kalpli kahramanlar.
Hava o kadar değişken ki bir gün yağmur yağıyor bir gün güneş açıyor, hiç arası yok. Güneş açtığı zaman hava sıcaklığı 48C’ye kadar çıkıyor. Bir gün hiç unutmam; bir anda yağmur başladı ve rüzgar çıktı. İleriye doğru bakıp hemen yolun kenarına doğru çekip manzarayı seyretmeye başlamıştım. Sanırım büyük bir hortum oluşacaktı. Bulutları hayatım boyunca hiç böyle görmemiştim. Belki de kaçmam gerekiyordu ama o manzarayı seyretmek inanılmazdı. Yağmur ve rüzgar şiddetini arttırsa da ortaya bir hortum çıkmadı.
Cordoba’ya gidene kadar yağmurla birlikte gittim diyebilirim. Cordoba şehrine girerken hiç zorlanmadım, oldukça az kamyon vardı, ayrıca şehir içinde bisiklet yollarının olması da oldukça iyi oldu, uzun bir aradan sonra rahatça bisiklet sürebildim. Internet üzerinden bir hostel ayarladım. Hostele gittiğimde resepsiyondaki arkadaşlar Türk olduğumu öğrendiler ve orada çalışan Türk arkadaşı çağırdılar. Adı Tolga’ydı. Hostellerde çalışarak Güney Amerika’yı gezmeye çalışıyor. Benim kaldığım hostelde son birkaç günüydü. Buenos Aires’de kendine iş bulmuştu. Resepsiyondaki diğer arkadaş bisikleti dışarda nereye park edeceğimi gösterdi ama ben zaten direkt oraya park etmem dedim. Tolga da “Sakın abi oraya koyma geçen hafta hostele senin gibi Amerikalılar geldi, Kanada’dan yola çıkmışlar bisikletlerini çaldılar oradan” diyince bisikleti lobinin ortasına kitledim. Daha ne yapacaktım, en güvenli yer orasıydı, üstelik kamera kaydı da vardı.
Cordoba’da arkadaşım Maru vardı. Arjantin devletinin Patagonya’daki petrol tesislerinde çalışıyordu. Cordoba’ya vardığımda burada olup olmayacağı kesin değildi o yüzden buluşup buluşamayacağımızı bilmiyorduk. Fakat vardığımda O da oradaydı. 3 gün kadar Maru ile Cordoba’da gezindim. Akşam restoranlarda yemek yedik, gündüz kiliseleri müzeleri birlikte gezdik, ikinci el pazarlarında turladık.
Cordoba sokaklarında yürümek Buenos Aires sokaklarında yürümekten çok daha keyifliydi. Mesela Buenos Aires’de sokaklardaki tango gösterileri yapılıyordu, işte beğenirsen biraz para koyuyordun önlerindeki sepetlere.
Cordoba’da çok daha farklı bir durumla karşılaştım. Mesela bir meydan var akşamları yoldan geçen insanlar durup çalan müziğe eşlik edip sokak ortasında dans ediyorlar. Bir çift önümden geçiyordu ellerinde de alışveriş sepeti vardı. Eşyaları bir yana bırakıp 10 dk kadar dans ettiler. Sonra eşyaları alıp evlerine doğru gittiler. Herkes böyleydi, kocaman meydanda halk dans ediyordu, çok hoşuma gitmişti. Böyle bir olayı sanırım en son Çin’de görmüştüm. Maru aslında bu bölgede daha çok folklorik dansların meşhur olduğunu söyledi. Cosquin adlı kasabada birkaç gün sonra festival varmış. Yolumu değiştirip o kasabaya gidersem güzel bir festivale katılmış ve o dansları da görmüş olacağım.
Cordoba’da dünya turunda olan bir Türk vatandaşı ile daha tanışma fırsatım oldu; Kerimcan Akduman. Türkiye’de bilenen ve takip edilen bir gezgin kendisi. Anlatımı, paylaştıkları, yeme iştahı oldukça yerinde olan bir arkadaş. Sadece bir öğlen yemeğini yiyecek kadar vaktimiz vardı. Fakat kendisi ile başka bir yerde tekrar karşılaşacağımıza inanıyorum. ☺
Cordoba’nın kuzeyine doğru gidip batıya doğru döndüğünde hemen bir dağ yoluna giriliyor. O festivali görmek istedim. Cosquin o kadar da uzak değildi. Bisikletle gittiğim bu yol Cordoba’da yaşayan ve dağ bisikletine binmeyi seven vatandaşların bir numaralı parkuruymuş. Gün boyunca yanımdan gruplar halinde geçen bisikletliler oldu. Tırmanış yapıyorken dikkatli olunması gereken bir yoldu. Çünkü öyle kafama göre yolun sağına soluna geçemiyordum. Zirveye çıkıp geri aşağı inen bisikletçilerin hızı toprak yolda 50 kilometrenin üzerindeydi. %10 eğim üzerindeki bu toprak yolda zikzaklar çizerek çıkmak büyük bir kazaya sebebiyet verebilirdi. Zirveye vardığımda alışık olduğum bir manzara ile karşılaştım. Katolikler hemen hemen böyle yüksek alanların hepsine ya bir kilise, İsa heykeli veya Meryem’in heykelini koyuyorlar. Bu noktada oldukça büyük bir heykel ve yolun öbür tarafından araçlarla gelen bir dolu yerli turist vardı. Benim çıktığım taraftan hiç araç geçmemişti. Bu alanın adı da Cerro Pan de Azucar.
Cosquin’e doğru inişe geçtiğimde bisikletle tur yapan bir çifte denk geldim. Bisikleti iteklemekten oldukça yorulmuşa benziyorlardı. Yanlarında durdum. Pek ümidim yoktu ingilizce konuşacaklarından fakat ikisi de anlaşacak kadar ingilizce biliyorlardı, çok hoş oldu. Fazla günleri olmadığından festivalin sadece ilk gününü izlemişler. Uruguay’a doğru yollarına devam ediyorlar. Üniversitede öğrenciler. Buenos Aires yolunda karşılaştığım kamyon trafiğinden kendilerine bahsettim. Bu yüzden alternatif yollar seçmelerini hatta yolu uzatmalarını söyledim. Sonrasında da herkes kendi yoluna devam etti.
Cosquin kasabasının hemen girişinde devasa bir halk havuzu gördüm. Şubat ayı bu ülkenin Ağustos ayı demek. 48C sıcaklık var, haliyle tüm kasaba havuzlarda. Her köyde kasabada mutlaka halka açık bir havuz var. Hepsi günün belli saatlerinde inanılmaz dolular. Özellikle haftasonları olaya mangal da girince tam bir curcuna bu havuzlar. Havuz hijyeni konusunda bir şey demek istemiyorum, şunu söyleyeyim yaz aylarında televizyondaki her üç reklamdan biri mantar ilacı reklamı. Yani o havuzlara hiçbir kuvvet beni sokamaz. Aynı şekilde eğer kasabaların içinden bir nehir veya dere geçiyorsa o alanlar da bu şekilde kalabalık oluyor.
Cosquin’in içinde de bir nehir vardı, zaten kalmayı planladığım kamp alanı da hemen oradaydı. Ulan bir gittim ki ana baba günü, nereye kalıyorsun? Arabalı kamp alanında bir araba girecek yer kalmamış, nehirde bir dolu insan. Festival olunca bölgede yaşayan insanlar veya turistler herkes kasabada. Birkaç otel, hostel bakındım hepsi dolu. İtfaiyeye gittim dediler normal zamanda gelsen başımızın üstünde yerin var fakat şu an tesiste kalacak yer yok, başka yerlerden itfaiyeciler de oradaymış. Garmin GPS’de illaki kalacak bir yer çıkar dedim, sistemdeki kalacak yerlere bakınırken yakında bir kamp yeri daha gördüm merkezin biraz dışında kalıyor ama olsun. Mekanı görünce hoşuma gitti, değişik bir havası vardı. Film sahnesi gibi bir alandı.
Kamp alanında bir köşede kalabalık bir aile, yan yana çadırlarını koymuşlar çocuklar toplarını oynuyorlar. Çadırların hemen karşısında iplerde sallanan kıyafetler. Sağ tarafta kocaman bir karavan üstünden brandaları geçirip karavanın yanına atölye gibi bir şey kurulmuş gençler içerde birşeyler yapıyorlar. Sonradan gördüm ki takı, kolye, küpe yapıyorlardı, yarınki festival için bu kasabaya gelmişler. Yaz boyunca da festival festival gezip yaptıkları ürünleri satıyorlarmış. İtalya’da Fransa’da Türkiye’den bir arkadaşımdan satın aldığım incik boncukları ben de tezgah açıp satmıştım. Güzel de bir para gelmişti. Fakat günlerce aynı yerde kalıp ürünlerin satılmasını bekleyemediğimden hepsini bitirememiş, Almanya’da evlerinde kaldığım Kutlu ailesine vermiştim.
Çadırı kurup duş almaya arka tarafa bir gittim ki iki tane daha tur bisikleti var. Buenos Aires’den yola çıkmış iki üniversiteli arkadaş. Biraz sohbet ettik:
- Festivale mi geldin?
- Evet, ben de festivale bakmaya geldim.
- Çadırım arka tarafta duştan çıkayım oturmaya gelin sohbet edelim.
Bir saat sonra benim çadırın oraya gelip tur bisikletimi gördüklerinde şaşırmışlardı. Arkadaşlara bisikletle geldiğimi söylememiştim. Sonrasında uzun uzun sohbet ettik. Henüz yolda böyle uzun yolculuk yapan biri ile denk gelmedim. En son Japonya’ya giderken Nathan ile denk gelmiştim 6. senesini devirmişti. Onla konuşması keyifliydi. Acaba benle sohbet etmek ne kadar keyifli? Bisikletle dünyayı gezen bir adamla gezi üzerine sohbet etmek. Gördüklerim ve yaşadıklarım gerçekleri yansıtmıyor olabilir deyip o açığı da yıllardır kitaplarla kapatmaya çalışıyor, gördüklerimle harmanlayıp kendi düşüncelerimi oluşturuyorum. Sohbetler sırasında da bazen paylaşıyorum. Belki de sıkıcı oluyorlardır bilmiyorum.
Ertesi gün bu iki genç arkadaş Buenos Aires’e yönelirken ben de eşyalarımı toplayıp festival alanına gittim. Yolları kapatmışlar, caddeler insanlarla dolu, bisikletle olunca o sokaklara girebildim. Bisikletin arkasındaki Türk bayrağını görüp “HEY TURCO” diye seslenenler de oldu. Festivaldeki yürüyüşü seyretmek için kendime uygun bir yer buldum. Festival seyredeceğiz ayağına bu kalabalıkta bisikleti çaldırmayalım. : )
Caddenin öbür tarafından atlı konvoyun ucu gözüktü, atların üstünde kadınlar, kızlar, küçük erkek çocukları, annesinin babasının kucağında çocuklar, süper bir görüntü vardı. En az 1000 at geçmiştir, en az diyorum. Ben böyle bir at konvoyu hiç görmedim. Güzel kareler yakalamaya başladım fotoğraf makinamla, karşı tarafa geçeyim dedim bir süre sonra, asfalt yolun her tarafını at boku kaplamıştı. Hoplaya zıplaya geçmiştim. : ) Bu atların geçişi oldukça uzun sürdü sonrasında da pazar alanı hınca hınç doldu. Akşama da yöredeki folklör dansları sergilenecekmiş. Ben ona maalesef kalamadım çünkü bisikletimi güvenle bırakabileceğim bir nokta yok. Öğlene kadar şehirde takılıp yola çıktım.
Bu alandan hemen güneye doğru inildiğinde bölgede bir çok kişiye farklı gözükecek bir kasaba var. Almanya’da Bavyera bölgesinden sonra dünyadaki en büyük bira festivali, October Fest dedikleri olayın olduğu kasaba. Şimdi ne alaka diyen olabilir. Birinci Dünya Savaşı’nda Arjantin ordusu askeri değişim programı ile Almanya’ya eğitime askerlerini gönderiyor. Sonrasında İkinci Dünya Savaşı sırasında Hitler’i destekliyorlar. İkinci Dünya Savaşı sonunda birçok Alman askerinin, ailelerin kaçtığı ülkedir Arjantin. Olayı sonraki yazılarda biraz daha detaylı anlatırım. Neyse kasabanın adı Villa General Belegrana. Kasabanın görüntüsünün Güney Amerika ile hiç alakası yok. Sanırsın Almanya’nın bir köyü. Sezonda gidince hostel, otel fiyatları oldukça pahalı. Şehrin dışında kamp alanı var. Akşama kadar pedal çevirip sonrasında şehirde gezmek için otel bulamamak kötü oldu. Hava kararıncaya kadar bisiklet üstünde şehrin içinde dolandım, sağa sola baktım falan. Arjantin’de bir Almanya esintisi isteyenler için ideal bir ortam. Çikolatasından birasına kadar her şey oldukça güzel. Sonrasında şehrin anayolu üstünde bir kamp alanı var. O kamp alanı bile normal kamp alanı fiyatlarından oldukça pahalıydı. Fakat yapacak bir şey yok. Zaten akşama da yağmur yağacaktı.
Cordoba’dan sonraki günlerde seçtiğim ara yol güzergahından oldukça memnundum, çoğunlukla kullanılmayan köy yolları ve ara yollar vardı. Kasabalar arası mesafenin uzun olması ve havanın 49C göstermesi suyu bu bölgede dikkatli kullanmama sebep oldu. Açıkçası bu coğrafyada böyle sıcak bir hava beklemiyordum. Yol üstündeki San Louis şehrine varmama pek bir şey kalmamıştı ki, kara yollarının berbat olduğu, yolların kamyonlarla dolu olduğu Arjantin de hiç beklemediğim bir olayla karşılaştım. Şimdiye kadar birçok ülkede bisiklet yollarında pedal çevirmişimdir fakat şehirlerarası yollarda bu kadar nizami ve ufak detaylarla takdirimi alan bir bisiklet yolu daha önce olmamıştı.
Yaklaşık 30 km süren bisiklet yolunda daha önce hiçbir yerde karşılaşmadığım güzel detaylar vardı. Arjantin’de radyolarda ve gazetelerde verdiğim röportajlarda özellikle belediye başkanlarına teşekkür ettim. San Louis’de bir hostel kalmak fena olmazdı sıcaktan sağlam kokuyordum. booking.com‘da hostel odası fiyatına bir otel güzel indirim yapmıştı, oraya gitmek mantıklıydı. Oraya bir gittim ki benle aynı düşünceler içinde olan bir başka tur bisikletçisi olan İspanyol Juan Rondon da otele geldi. Birbirimize gülüp merhabalaşıp sarıldık. İngilizce bilmiyor, ben de İspanyolca bilmiyorum. O an çat pat o nerden geliyor nereye gidiyor, ben nerden geliyorum nereye gidiyorum konuştuk. Seyahatine Buenos Aires’den başlamış ve Şili Santiago’da bitirecekmiş. Evli, iki çocuğu var. Hayali hep bu yolcuğu yapmak ve Mendoza’dan Ant dağlarını geçerek Santiago’ya varmayı istiyormuş. Aynı yöne gittiğimiz için önümüzdeki birkaç gün kendisini göreceğim. Ertesi gün sabah erkenden yola çıkacakmış. Bense sabah erken çıkmayı düşünmüyorum. Çünkü bisikletimde arka fren telini değiştirmem gerekiyor. (Disk fren olduğu için gene o eğimin olduğu noktadan birkaç tel kopmuştu. İşimi Lesotho’daki kazadan sonra şansa bırakmam. Zaten disk frenler değişecek, V frene geri döneceğim.)
San Louis şehrinde yüksek binalar görmedim fakat şehrin içinde bir inşaat havası vardı ve çarpık bir yapılaşmanın olduğu fazla büyük olmayan bir şehir. Juan benden 2 saat önce çıkmıştı. Yolda bir yerde yakalarım artık. San Louis’den sonra gidebileceğimiz alternatif bir yol yok. Mecbur ana yol gideceğiz. Neyseki Mendoza’ya kadar olan alanda emniyet şeridi yapmayı düşünebilmişler. Arjantin’de şehirlerarası yolda ilk defa emniyet şeridi görüyorum da diyebilirim.
Mendoza eyaleti sınırını geçtikten hemen sonra San Louis’den yaklaşık 60 km, bir benzin istasyonu var. Yol boyunca da zaten su veya yiyecek bir şey alabilecek başka bir nokta da yok. Baktım Juan’ın bisiklet orada, hava da zaten sıcak, ben de hemen benzinliğe girip mola verdim.
Sonraki 3 gün boyunca Mendoza’ya kadar birlikte pedallıyoruz. Performansı oldukça iyi, bu arada Juan benden 10 yaş büyük, fazla da hızlı gitmiyoruz, ben de onun hızına ayak uyduruyorum. Bir gün sohbet sırasında bacağının protez olduğunu söyledi. O an suratına nasıl baktıysam:
- Ne oldu Gürkan niye öyle bakıyorsun?
- Diyecek söz bulamadım, Juan büyük adamsın.
Nasıl bir protez taktığını sordum. Kalça kemiğinden dizin hemen üstüne kadar olan bir kesim metalden. Bunu röntgen fotoğrafları ile gösterdi. Yani pedal çevirirken bütün gücü verdiği yer protez. Övgü dolu sözlerime devam ettim. İnanılmaz bir azim. Ertesi gün Mendoza’ya varacağız. Bir ara yolda öne geçtim. Öne geçince tabi kaçla gittiğime dikkat etmedim, bir an kilometreye baktım, ups hızlanmışım, kafayı arkaya bir çevirdim ki Juan hemen arkamda pedallıyor. Gülümsedim, o da güldü. Biraz daha hızı arttırdım. Baktım hala arkamda, Juan inanılmaz pedal çeviriyordu. Daha fazla zorlamaya gerek olmadığını düşünerek, düşük tempoya geçip şöyle bir baş parmak yukarı yaptım. Ne azim ama süper.
Kilometreler akıp giderken bir anda karşımızda Ant dağlarını gördük. Juan’ın ellerini yukarı kaldırıp bir bağırışı vardı ki off… İspanyolca bir şeyler diyordu kelimeleri anlamıyordum ama o anki duygusunu çok iyi anlıyordum. Bendeyse bir tebessüm vardı. Hedeflediğin bir noktaya varmak ve sonunda mutlu olmak. İşte bu kadar, aslında hepsi bunun için, başka hiçbir şeyin önemi yok. Juan hayatına gözlerini kapamadan hep hayalini kurduğu Ant dağlarının eteklerine varmıştı. Şimdi sıra onu tırmanıp geçmekteydi. Mendozaya varmadan önce bölgedeki üzüm bağlarının arasında da pedalladık. En ünlü şarapların fabrikalarını da gördüm. Moldova’da dünyanın en büyük şarap mahsenlerini görüp yerin altında kilometrelerce pedal çevirdim, Fransa, İspanya’da üzüm bağlarının arasında pedal çevirdim, Güney Afrika’nın bağlarını bir uçtan diğerine gezdim ve şu an dünyanın en ünlü Malbec şaraplarının üretildiği diyarlardayım. Ne yolculuk ama!!! Bazen yaptığıma ben de inanamıyorum.
Tarlada çalışan bir çiftçi gördüm, bana bir salkım üzüm uzatmasını istedim hemen verdi. Vay be dedikleri kadar iyimiş. Bu şehirde 10 gün kalırım dedim ve tam 10 gün o şehirde kalıp Mendoza sokaklarında dolanıp şarapçılarını gezdim. Pazarlama konusunda bir Güney Afrika değiller ama bu üzüm de kendini sattırıyor. 2016 yılında üretilen üzümden 1.53 milyar litre şarap üretmişler. Rakam oldukça ciddi. ☺ Güney Afrika son yazımda şarap üretiminin ülke ekonomisine olan katkısı ile ilgili bir yazı yazmıştım. Bu olay Arjantin’de kısmen geçerli. Böyle bir üretim kapasitesi bu ülkede ekonomiyi kötü yönetimlerden dolayı ayakta tutmaya yetmiyor. Ha bu arada Tapdk verilerine göre Türkiye de 2016 yılında 51 milyon litre şarap üretilmiş. Şimdi bu noktada tarım ekonomisi şöyle böyle demeye gerek yok. Şarabın bulunduğu, en güzel üzümün yetiştiği topraktır Anadolu. Fakat bunun üzerine 10.yy örtü çekmişiz ve şarabın şarapçılığın gelişimi de durmuş. Şarap üretimimiz var mı ? Var o kadar işte
Mendoza’da kaldığım süre içinde arkadaşım Cecile ile San Martin tepesine çıkıp Mendoza’ya yukarıdan bakıp muhabbet edip mate içtik. Arjantin’in bu klasik içeceğini açık söylemem gerekirse hiç sevmiyorum. Özel olarak mate için satılan bir kabın içine işlemden geçmiş çay yapraklarını koyuyorlar, üzerine de sıcak su ekleyip metalden bir kamış ile içiyorlar. Su bittikçe yanlarında taşıdıkları termos ile ilave ediyorlar. Bir toplulukta eğer biri mate içiyorsa o mate elden ele herkesin elinde dolaşır ve o kamış herkesin ağzına değer. Yahu ben neden herkesin emzik gibi emdiği şeyi emip böyle bir şey içeyim ki? Ülkeye gelen yabancıların çoğu da mate’yi sevmiyor diyorlar. Bir çoğu emzik gibi herkesin ağzında gezdiği için sevmiyordur.
Cecile’e mate’yi beğenmedim dediğimde bana şunu dedi:
- Mate’yi beğen veya beğenme; biri sana mate uzattığında hayır içmiyorum deme, Mate arkadaşlığın dostluğun başlangıcıdır. Mate ile birlikte muhabbet ederiz sohbet ederiz, arkaşlıklar pekişir.
Bir başka gün instagram adresimde paylaştığım hashtag’li fotoğraflar sayesinde Mendoza’dan Juane adında hoş bir kadın şöyle bir mesaj atıyor:
- Selam, Instagram’daki fotoğraflarını gördüm, anladığım kadarı ile şu anda Mendoza’da bulunuyorsun. Eğer müsaitsen tanışıp sohbet etmek isterim. Ben de bir gezginim ve fırsat buldukça gezmesini çok seviyorum.
Hesabına baktığımda hakikaten Kuzey Amerika’da ve Avrupa’da birçok ülkeyi gezdiğini gördüm.
- Tabi ki yarın müsaitim, buluşup sohbet ederiz.
- Fakat transseksüelim bilmeni isterim.
- Ben de heteroseksüelim memnun oldum.
- Hahah süpersin, görüşmek üzere.
Hayatımda daha önce hiç transseksüel biri ile dışarda buluşup yemek yiyip, kahve içip sohbet etmemiştim. Homofobik biri değilim. Transseksüel ve gezgin olan birine soracak sorularım elbetteki vardı. Velhasıl kendisi ile buluştuk. Açık söylemem gerekirse transseksüelim demeseydi zaten anlamamın imkanı yoktu. Güzel bir kadın olduğunu belli etmek için “Taş gibi” deriz ya, hakikaten yanına koysan birçok kadın eline su dökemez.
Gezdiğimiz coğrafyalardan, sevdiğimiz ülkelerden, kültürlerden bahsettik. Konuşmak oldukça keyifliydi. Öğrendiğimde hayret ettiğim birkaç konu vardı. Mesela Arjantin de cinsiyet değişikliğine birey karar verdiğinde tüm masraflar devlet tarafından ödeniyor. Sadece ameliyat masrafları değil, öncesi ve sonrasındaki tüm tıbbi masraflar devlet tarafından ödeniyor. Toplum içinde dışlanma veya iş bulamama gibi bir korkuları yok. Arjantin Güney Amerika’da eşcinsel evlilikleri kabul eden ilk ülke olmuş. Dünyayı gezerken her kadının yaşadığı sıkıntıların aynısını da yaşıyor. Mendoza’dan Güney Amerika’nın güneyine doğru bisikletimi sürerken o da öncesinde Amerika’ya sonra da İskandinav ülkelerine geziye gidecekti. Kendisi ile sohbet etmek oldukça keyifliydi.
Mendoza’dan sonra Şili sınırına 4 günde gidilebilirdim. Fakat ara yolları denediğim için sınıra varmam zaman aldı. Upsala yönünde kestirme bir yol var, dağlardan falan giderim dedim fakat yolu kapatmışlar geçemedim. Geri dönmek zorunda kalmıştım. Yahu bir demiryolu yapmışlar Ant dağlarına inanılır gibi değil, sonra da bu demiryolunu atıl durumda bırakıp çürümesine, yok olmasına göz yummuşlar. Eğer bu demiryolu günümüzde işliyor olsaydı efsane bir demiryolu olurdu. Umarım gelecekte bir gün Buenos Aires’den Santiago’ya olan demiryolunu tekrar hayata geçirirler.
Yol üstünde kaldığım bir noktada ise bu demiryolunun ne zorluklarla yapıldığının görme fırsatını yakaladım. Akşam kamp atacak yer arıyordum, bir çiftliğe izin almak için girdim meğersem booking.com‘dan kiralanan ev gibi bir yermiş. Müşteri olmadığından ve sezon dışı dönem olduğundan ücretsiz kalmama izin vermişlerdi. Bu alanın bir tabelası yok. Yolda Buenos Aires’den 1.209 kilometre uzaktasınız, levhasının yakınında kocaman MUSEO diye bir tabela var. Kaldığım ev de oradaydı dışardan bir otel olduğu anlaşılmıyordu.
Yol boyunca yer alan irili ufaklı kasabaların içinde bedavaya konaklanabilecek kamp alanları var. Temizlik ve bakım konusunda rezalet yerler fakat en azından geceyi başka kampçılarla birlikte geçirmek fena olmuyor.
Bir gün gene bir kasaba öncesinde soluklanmak için benzin istasyonunda durdum soluklanıp, atıştırmalık birkaç parça bir şey alacaktım ki aaaa bir tur bisikletçisi. Adı Antonio, hayatında ilk defa bisiklet turuna çıkmış Mendozalı bir kasap ve bu arada aynı dili konuşmuyoruz. O İspanyolca ben Türkçe konuşuyorum. Kamp yerine birlikte gittik. Çadırları kuruyoruz. Çadır kurmasını beceremedi. Öncelikle çadırı nasıl kuracağını gösterdim, sonrasında bindiği bisiklette bir sele ayarı yaptım. Sahip olduğu gazlı ocağını nasıl kullanacağını bilmiyordu, onu da gösterdim.
(Benzin ocaklarını ve gazlı ocakları kullanmasını bilmeyen oldukça fazla gezgin ve tur bisikletçisi var. Arkadaşlar bu cihazlar çocuk oyuncağı değiller, kendinize zarar vereceğiniz gibi kamp alanına, çevreye hatta başkalarına da zarar verebilirsiniz. Rica ediyorum artık aldığınız ocağın markasını youtube’a yazın ve nasıl kullanıldığını öğrenin.)
Akşam güzelce yemeğimizi yaptık. Hava karardı çadırlarımıza çekildik. Bir süre sonra dalıp gitmişim. Lan sonra bir kükreme, yok yok bu başka bir şeydi. Yahu yan çadırdan bir anırma. Yok yok tarifi olmayan bir ses, hahah horlama olayı başka bir seviyeye geçmiş. Yahu kamp alanına mikrofonla yayın yapsan ancak bu kadar olur. Eminim ki kamp alanındaki herkes uyanmıştır. Silikon kulak tıkaçlarını kulağa düzgünce yerleştirip hani en azından sesi biraz keseyim dedim. Duymamak gibi bir şey zaten mümkün olamaz da, yapacak bir şey yok sabaha kadar bu şekilde devam eder olay. Ertesi gün sabah kahvaltısından sonra yola çıktık. Şimdi onun bisikleti ince teker lastik, asfalt dışında araziye girmesi onu çok zorlar. Baktım sağ tarafımda anayola paralel bir toprak yol var, ilerde bir yerde anayolla birleşiyor ama olsun en azından ben kopup giderim diye düşündüm. Tamam, çok güzel insan da böyle yolculuklarda uyku önemli. Gece uyuyamazsan ertesi gün perişan halde yola devam ediyorum. Bu yüzden benim kendisinden ayrılmam daha iyi olacak.
- Antonio, ben bu toprak yoldan gider, sen anayoldan devam et?
- Si si. ( Evet)
Bisikletinin oraya giremeyeceğini de söyledi ve böylelikle ayrıldık. Yukarıda da dediğim gibi Arjantin Buenos Aires’den Mendoza’ya doğru ilerlerken araç trafiğinin olmadığı yol bulmak hakikaten oldukça zordu. Cordoba’dan sonra bir nebze buldum fakat Mendoza’dan sonra bulduklarım da kısa süreler içinde anayola geri bağlandı. Hani böyle yolculuklarda insan sakinleşir nirvanaya ulaşır falan diyen çok oluyor ya ☺ Yok vallahi bildiğin küfürleri sıralamaya devam ediyorum. O gün içinde bir daha Antonio’yu görmedim. Akşam kasabaya vardığımda önce bedava olan kamp alanına yöneldim. Yok lan dur bu adam kesinlikle buraya gelir. Ben iyisi mi şehrin dışındaki paralı olana gidip kalayım. Gayet hoş güzel bir kamp alanı buldum. Çadırımı kurdum. Aradan saatler geçti hoooooppp Antonio çıkıp geldi.
Ooooo Gürkan falan filan sarıldık öpüştük. Çadır kurmasına yardım ettim. Derken gene yemek hazırladık. Yarın erken yola çıkacağımı söyledim ve çadırlara öyle çekildik. Haliyle bu gece de uyumadım. Uyuyamadığım için sabah erken yola çıkmak oldukça rahat oldu. Toplanırken özellikle ses çıkartmamaya çalıştım. Her şeyi paketledikten sonra yola koyuldum. Gün içinde bir kere lastik patladı sonrasında dinamoda bir kablo sorunu çıktı, elektrik iletmiyordu, oturdum onun tamiri falan derken Antonio beni yakaladı. Oturup birlikte öğlen yemeği yedik. Sadece arkada iki çantası olduğu için temposu da oldukça iyiydi, derken Ant Dağı’nda %8 eğimler başladı. Bendeki tempo tabi sürekli olduğundan Antonio bir süre sonra geride kaldı, baktım fırsat bu fırsat hiç durmadan hava kararıncaya kadar pedal çevirdim, artık çadırı gece karanlığında nereye denk gelirsem oraya kuracağım. Uymam lazım arkadaş. Akşam geçirdiğim yalnız kamptan sonra Arjantin sınır kapısının olduğu noktaya vardım.
Şimdi bu noktadan sonra ya bisikletini araca koyacaksın, Ant Dağları’nın altından geçen 3 km uzunluğundaki tünellerden geçeceksin ya da hemen sol taraftaki toprak yolu seçeceksin.
O yolun da detayını şöyle vereyim; Güney Amerika’daki ülkelerin özgürlüğü için savaşan komutan San Martin’in askerlerini geçirdiği Los Libertadores geçidi, Ant Dağları’nda yer alan en büyük heykel Christ The Redeemer of the the Andes’in yanına çıkıyor. Bu noktada manzara süper. Eğer Mendoza’da kalıyorsanız turist otobüsleri ile getiriyorlar yoksa kendi aracınızla çıkabilirsiniz. Tırmanışı oldukça keyifli ve manzarası güzel bir yer. Tepeye vardığımda sıcak çikolatımı içip dağın öbür tarafına geçtikten sonra da Şili kontrol noktasına vardım. Arjantin serüveni henüz bitmedi, bu sadece ilk bölümüydü Güney Amerika’nın en uç şehri Ushuaia’ya varıncaya kadar daha bir iki defa Arjantin’e geri döneceğim.
Bu ilk bölümde diyebilirim ki sanırım dünya da turumda yediğim en güzel et bu ülkedeydi. Arkadaş herkes mi anasının karsından mangalcı doğar. Her şehirde köyde kasabada etin tadı pişirilişi aynı. İnsanları da çok sıcak kanlı. Sarılmalar öpüşmeler misafirperverlik süper..
Şili ‘de pedallamaya devam
Sıradaki yazı için tıklayın