Güney Kore’yi çok sevdin Gürkan? Evet sevdim. Hele ayrılmama 2 gün kala birini tanıdım ki daha çok sevdim. Baktım ki Japonya’ya varamayacağız sabah erkenden hazırlandım. Pat kapı çaldı, artık evin bir diğer sahibi de ben olmuştum. June uyanacakta, kapı açacak.. Müşteriyi kaçırmamak lazım. Tayland’dan iki kız. Hemen kapının dışına çıkıp kapıyı geri kapatıyorum. Önce onlara eve nasıl gireceklerini gösteriyorum. Kapı şifreli olduğundan birkaç uygulama gerekiyor. İçeri girdiğimizde June ayağa kalkmış bana bakıp gülüyor. Ben işi June’a bırakıp çantaları hazırlıyorum. Bu arada gece de iki kişi gelmişti. Fakat ben uyanıpta kim geldi diye bakmadım.
Sabah onlarla da tanışıyorum. İki İngiliz hoş genç kız, Kore’yi gezmeye gelmişler. Birkaç şehir önerisinde bulunuyorum. Bu arada evden çıkmaya hazırlanırken Taylandlı kızlar June’a beni sormuşlar. June da “Kendisi Türk’tür, bisikleti ile Türkiye’den buraya kadar geldi. Şu duvarda da bana hediye etmiş olduğu yol haritası var.” diyor ve kızlar çığlık atıyor. “Aaaaaaaaaaaa!!!” June’la birbirimize anlamsız anlamsız baktık. Kaç gündür orada kalıyorum, bir çok insana aynı cümleyi kurdu, hiç çığlık atan olmamıştı.
“Biz seni biliyoruz.!!!” Nasıl?. “Gazetelerde çıktı orada mı okudunuz?” diye soruyor June. “Yok biz Taylandlı gezgin bir kızın blog sitesini okumuştuk buraya gelmeden. Bu guest house’un adresini de o siteden aldık zaten. Senden çok etkilenmiş, muhteşem bir şey yapıyorsun. En ince detayına kadar anlatmış senin turunu, biz de okuyunca çok etkilendik”.. Güzel bir paylaşım olmuş. gülümsedik. Size Güney Kore’de iyi eğlenceler dilerim çok güzel bir ülke.
“Gitmeden şuraya imza attığın iyi oldu. İlerde bol bol senden bahsedeceğim brother. Tekrar bekliyorum seni.” Birbirimize sarılıyoruz ve vedalaşıyoruz. Komik bir şey diyim şimdi sizlere: June ile birlikte çekilmiş fotoğrafımız yok. O da unutmuş ben de.. Sonraki konuşmalarımızda internetten mesaj attı atmıştı “Nasıl olsa bir daha gelirsin , sevdin burayı”.
Gemiye binene kadar şehrin öbür yakasında oyalanıyorum. Balık tutan insanları seyrediyorum. Parkta oynayan çocuklara bakıyorum. Çocuklar hep aynı, bunca kilometre yaptım hep aynılar. Muhteşem bir olay. Yolculuğun en baba dersini de bu çocuklar vermişti Tacikistan’da
Limana gittim, bekleme salonu ana baba günü. Amma kalabalık bir gemiymiş. Yabancılar hemen birbirlerini buluyor bu kalabalıkta. Önce Micheal ile tanıştım, sonra Jeff’le. İkisi de Amerikalı. İkisinin de tek bildikleri dil İngilizce. İkisi de Kore’de öğretmen. İkisi de üniversite mezunu değil. Vizelerinin süresi dolmuş Japonya’ya geçip sonra geri dönecekler. Çalıştıkları yerde iyi de maaş alıyorlar. Yani anlayacağınız bizim ülkemizde cesaretini toplayıp ben gidiyorum kardeşim İngilizce öğretmeni olacağım bu ülkede diyip, Kore’ye gitmek isteyen varsa hemen iş bulma ihtimali yüksek (yıl 2010)
Gemiye binip yerleştikten sonra alıyoruz birer bira çıkıyoruz güverteye. Dışarısı soğuk ama öyle durulmayacak gibi değil. Ayrıca güvertede şehrin ışıklarına bakarak bira içmekte ayrı güzel oluyor. İçeriden bize bakan Koreli ve Japonlar da baş parmaklarını kaldırıp tebrik ediyorlar.
Korelilerin bedenleri ve metabolizmaları soğuk ve alkole karşı dayanıksız. Hep merak ediyordum bu adamlar iki şişe “çamşi” içince (Korelilerin çok sevdiği ama benim bir türlü sevemediğim alkollü içecekleri, bu da sütlü su gibi) neden kafayı buluyorlar diye? Meğersem genetik olarak açıklanmış. Çekik gözlüler alkol içtiklerinde sindirim sistemleri kaldırmıyor.
İçeri geçtiğimizde muhabbet ederken masaya yaşlıca bir adam oturuyor. Biraz inceledikten sonra hemen anlıyorum Japon olduğunu. Konuşmaya çalışıyor bizlerle de, anlamıyoruz, Japonca bilen yok.. Amerikalılar çat pat Korece öğrenmişler ama Japonca… Ihh.. Masaya birileri geliyor, bize selam veriyorlar sonra yaşlı amcaya selam veriyorlar.. Bir şeyler konuşup gidiyorlar. Amca biraz içmiş ama gene de iyi durumda. Sonra bir başka amca grubu gelip selam verip gidiyor. 10 dakika bizlere bir şeyler anlatıp soruyor. Nereli olduğumuza kadar öğrendi. Kendisi Kyoto’dan yakuzaymış. Yakuza ne? Şakkaaa şaka haha, ne olduğunu biliyorum. 70 yaşında bir yakuza masaya gelmiş. Yakuza diyince zaten hepimizin tepkisi bir oldu.. Ne nam salmış herifler. Anlaşıldı gelen geçen niye selam veriyor. Bu amca bilindik biri sanırım.
Bir anda masaya kolunu koydu, bana bilek güreşine var mısın diye işaret ediyor? Ben de koydum. Kendi bir şeyler dedi ve başladı. 70 yaşındaki bir adam için inanılmaz bir güç. Bileğimi hiç oynatmadım sadece o kendi gücünü gösterdi. Benim hareket etmediğimi de görünce bıraktı ve tebrik etti, ben de kendisini tebrik ettim. 70 yaşıma geldiğimde o güç kuvvet bende de olur mu bilmem.
Bu arada Jeff ve Michela’a Japonlarla olan ilişkilerimizden bahsediyorum.
Belli bir saatden sonra da “Hadi sabaha görüşürüz.” diyip odalarımıza dağılıyoruz. Yatana kadar belli olmuyordu da yatınca anlıyorsun. Gemi bir sağa bir sola sallanıyor. Beşik gibi bir güzel uyuyorum. Sabah bir kalkıyorum, dengeyi tutturamıyorum bir türlü, sürekli sallanıyorum. Gemi limana yaklaşmış, hemen koridora kendimi atıyorum. Heyecan var heyecan. Caponya’ya geldik yahuuuuuuuuu..!!
Gemiden aşağı indim, karaya ayağı bastım. “Ulan harbiden Japonya’ya geldik ha!” Bunu Türkçe diyorum, çevremdekiler de bana bakıyor ne konuşuyor bu diye.. Hızlı adımlarla pasaport kontrol görevlisinin önüne kadar gidiyorum.. O kadar insan var, çekilmez şimdi diyip koşar adım gidiyorum.
Konichiwa ile başlıyorum. Adam da konichiwasını dedikten sonra pasaportumu alıyor incelemeye başlıyor. 10 dk inceliyor. Vizelere bakıyor falan sonra. Hemen önümde duran parmak izi makinasına işaret parmaklarımı koydurtuyor. Parmak izim alındıktan sonra kameraya bakmamı söylüyor. Gülümseyerek bir poz veriyorum. Ulan saçlar da darma dağın, insanlıktan çıkmışız kamera açılınca gördüm.
Bekliyorum ki adam pasaportumu versin de gideyim. Suratıma bakıyor, ben de ona bakıyorum. Galiba pasaport fotosunu benzetemedi. Yok be benziyorum. Ben bunları aklımdan geçirirken bir güvelik görevlisi geliyor. “Benimle gelir misiniz lütfen” diyor. “İyi de bizim vizeye ihtiyacımız yok sorun nedir?” “Gürkan Bey, lütfen sorun çıkartmayın, polisle birlikte gidiniz.” Tabi ki de önce pasaportumu istiyorum, onu da vermiyorlar. Peki diyip görevliyle birlikte gidiyorum. Gemide ne kadar insan varsa herkes bana bakıyor. Amerikalı arkadaşlar da bakıyor. 1 saatten fazla süre bir odada bekledim. Bir görevli bir bardak su getirdi gitti. Sonra bir bayan görevli geldi. “Ülkeyi ne zaman terk ediyorsunuz?” dedi. Daha ülkene yeni girdim, sen her gelen turiste bunu mu yapıyorsun? Önce kendimi tanıttım, ne yaptığımı neden Japonya’ya geldiğimi söyledim. Bisiklet de kargodan çıkmış, görmüş. Tek başınıza mı geldiniz o kadar yolu diyor. Heee tek geldim. Desem de ı-ıh inanmadı. Çantamı açtım. Bilgisayarımı çıkarttım. Tek tek çektiğim videoları seyrettirdim. Çoğunu seyretti, fotolara baktı. Japonya’da nerede kalacaksınız sorusuna gelindi. Eee videolarda gördünüz ya, çoğunlukla çadır. Baktım iş uzayacak elçilikten Tunç Bey’in telefonunu verdim. Kendisi arandı. Beni söylüyorlar ama adımı tam telafuz edemiyorlar. Telefonu istedim. “Tunç Bey selamlar ben Gürkan Genç, bir saattir pasaport kontrol noktasında bekletiliyorum, sorunun ne olduğunu da anlamadım.” diyince “Ahh Gürkan Bey siz misiniz, hemen telefonu verin o görevliye diyor.” 4 dakikalık bir telefon konuşmasından sonra Tunç Bey artık benim için ne dediyse herifler ve kadın önümde iki büklüm oldular eğilip eğilip özür diliyorlar. Ben gidene kadar 10 defa eğilip kalktılar onlar eğildikçe bende eğiliyordum.. Kafa da eğmiyorlar, belden yukarı komple eğiliyor. Yahu gideceğim güzel kardeşim tamam hadi da…
Ohh be dünya varmış.. Nerede kalmıştık hah geldik Japonya’ya.. Neredeyim: Kyushu Adasındaki Fukuoka şehrinde. Bu şehir Tokyo’ya 1300 km uzaklıkta. Ee, ben ara yollara girip çıktığımdan bu çok rahat 2000 km olur..
Şehirde pedallamaya bir başlıyorum, bir şeyler tanıdık geliyor, tanıdık geliyor. : ) Biliyordum fakat uzun zaman olmuştu bu trafikte yol almayalı. Kıbrıs’da 4 sene okuduğum için alışığım bu tersten akan trafik olayına. Hiç zorluk çekmeden pedallamaya devam ediyorum. Bu arada da aklıma Kıbrıs geliyor. O kadar düz bir ülkede bisiklet alıp da turlamadım ha. Hep araba ile gezmiştim.
Busan’da June’un evinden Japonya’da kalacağım guest house’da yer ayırtmıştım. Bulmak hiç zor olmuyor. Çok küçük bir guest house fakat süper dekore edilmiş. Hemen girişte restoranı var. Uzun zamandır yediğim en güzel rameni orada yiyorum. Ben ramen diyorum bunlar nudel diyor. Buna benzer rameni en son Çin’de Kasghar’da yemiştim. Kaldığım oda 2. katta, 4 kişilik bir oda, yer yatakları var. Oda soğuk, yerden ısıtma falan yok. Hatta ısıtıcı yok. Girer girmez de nemin yarattığı soğuğu hissediyorum.
Eşyalarımı yerleştiriyorum, gecelik ücretini öğrenince “İşte Japonya farkı” diyorum. 45 TL 4 kişilik oda. Böylelikle turun en pahalı ülkesi konumuna pat diye yerleşiyor. Normal bir otel fiyatını merak ediyorum. Yataklar birbirine nerdeyse yapışık, içerde yürüyecek alan yok, ısıtıcı yok, duşa ben zor sığdım. Arazide çadırımda daha iyim durumdayım valla bu ne ya.. Otelde çalışan gençlerle tanışıyorum, sohbet ediyoruz. Bana şehirlerini falan anlatıyorlar.
Busan’dan tatile gelen bir kızla tanışıyorum. Onunla ülkesi ve Busan hakkında uzun uzun sohbet ediyoruz. Kendisi Filipinler’de okuyormuş. Babası oraya İngilizce öğrenmesi için yollamış. Niye Filipin? Çünkü babası Filipinlilerle iş yapıyormuş. Çok mantıklı. Bu uygulamayı bizim ülkemizde yapan iş adamları da var. Çocukları ile Çin’de tanıştım..
Ertesi gün şehrin sanat müzesine gittim. Asya ülkelerinin resim sergisi varmış. Hayatımda hiç 3 buçuk saatimi resim sergisinde geçirmemiştim.. Ne kadar güzel tablolar vardı. Görüntüleyemedim, yasakmış.. Japon gençlerin yaptığı projeler ise “Hah işte, boşuna demiyorum bu çekiklerde bir rahatsızlık var” dedirtti gene..
Bir kitapçıya girdim. Japonlar anim ve mangalarla kafayı bozmuşlar. Kitapçının yarısı manga ve anim. Naruto hayranı olarak (çizgi film diyelim), onun kitaplarına ve dvdlerine baktım. Neler neler var. Bu dükkanın içinde bir de kafe vardı, oturup bir şeyler içip dergilere bakiyim dedim. Siparişi verdim, kartı uzattım. Kredi kartı kabul etmiyoruz dedi. Aynı şekilde guest house da etmemişti. Yandaki market de. İyi peki…… Nakit ödedim. Yanımda da nakit kalmamıştı, artık bankaya gitme zamanı geldi.
Şehirde 3 banka gezdim, makinalarından para çekemedim. Ya kartımı kabul etmiyorlar ya da master visa kabul etmiyorlar. Bu Garanti’nin şeffaf kartı var ya? Hah! Hay ben o kartı icat edenin güzel yanaklarından öpeyim. O kartın sağ alt köşesini ne halt etmeye yarım yapıyorsun? Makinalar kartı kabul etmiyor.. En sonunda şehrin postanesindeki bir makine kartı kabul ediyor ve para çekebiliyorum. O makina da niye kabul ediyor söyleyeyim: Geçen yüzyıldan kalma bir makine de ondan! Bu çok kötü bir durum. Yanımda nakit taşımam lazım, bu kart hiçbir yerde geçmeyecek anlaşıldı. Kaldı ki aynı atm’den bakalım başka nerede bulabileceğim..
Güney Kore’de Family Mart ve SevenEleven süper marketlerinin içindeki atmlerden para çekebiliyordum fakat Japonya’daki atmler Garanti’nin şeffaf kartını soktuğum gibi geri çıkartıyor, geçersiz kart diye.. Koca koca da yazıyor Master geçer diye.. Garanti Bankası ise o kart geçmiyormuş öğrendik.
Bu arada yola çıkmadan Fukuoka’daki Kain Guest House’un menejeri Mizue sabah bana yiyecek birşeyler hazırlayıp öyle yola çıkartıyor.. 😀 Türkiye’ye davet ettim, umarım bir gün gelir.
Vurdum kendimi yollara. Fakat bu yollar diğerlerinden farklı. Neden çünkü Hiroşima’ya kadar 400 km boyunca bisiklet yolundan geldim. Evet sadece bisiklet yolu. Bu bisiklet yolunu da kaliteli ve kalitesiz olarak ayırabilirim. Kurduğum cümleye bak kaliteli ve kalitesiz bisiklet yolu. Hatta bazı noktalarda abartmışlar, sağlama veya sağlamama çizgisi falan da var.. : ) Asya’da 3 ülkede bisiklet yolunda gittim. Çin, Kore ve Japonya.. Çin yer yer fakat Kore’de çoğunlukla kaldırım üzerinde gidiyordum. Kaldırım taşı üzerinde iniş çıkışların olması ve özel kaldırım taşı üstünde gitmek aslında hiç de konforlu değil.. Yahu şunları da asfalt yapsalar ya demiştim. Japonlar yapmış, hem de ne asfalt.. 20 km sabit hızla kavşakları bile geçtim sarsıntı olmadan, o kadar rahat geniş ve güzel yapmışlar ki büyük keyif aldım pedallamaktan.. Sağına soluna baka baka, inceleye inceleye geziyorsun.
Kyushu adasından Tokyo’nun da içinde bulunduğu Honshu adasına geçeceğim. Bizim İstanbuldaki köprünün iki katı büyüklüğünde köprü var arada.. Yahu bu adamlar şimdi köprüden geçirtmezler kesin dedim, harbiden de geçirmediler. Ehh bu ülkede bisikletler için özel yeri olan deniz otobüsleri vardır kesin dedim. İndim aşağılara kadar, sahil yolundan başka bir şey yok, nerde len bu gemiler? Acaba şehir merkezinden mi kalkıyordu, tüh ulan geçtik orayı da. Tam o sırada bir amca denk geldi. Karşıya nasıl geçeceğim dedim. Arkamdaki yapıyı gösterdi; bakıyorum üst katı daire, alt katı boş. Anlamadım diye işaret yaptım.. Sonra da kendisini takip etmemi istedi. Bisiklet yolundaki işaretlerin o yapının altındaki asansöre doğru gittiğini fark ediyorum. Sağa sola bakmaktan kaçırmışım. Gittik yapının altına asansör çağırdı, sonrasında da “Evladım bisiklet yolu aşağıda devam ediyor.” dedi ve gitti. Japonca dedi ama dil bilmesen de anlıyorsun artık… Asansöre bindim, yerin 10 kat altına indim, kapı bir açıldı karşımda sonu gözükmeyen bir bisiklet yolu. Evet “Pasifik okyanusunda deniz seviyesinden -98 metre altında tam 2.8 km pedal çevirdim.” Böyle bir yapının varlığından haberdar olan var mıydı?. Bırak treni, metroyu, aracı.. Adam okyanusu bisiklet için yarmış da ne yapmış. Sonrasında da bakın ne öğrendim.. O alanı değiştirmeyi düşüyorlarmış, çok sıkcıymış. Neden sıkıcı ki? Yani yol işte, ne olacak daha okyanusun o kadar metre altında? Efendim adamlar camdan yapmayı planlıyorlarmış. Akvaryum gibi. Hadiii leeeeeennnnnnnnnn.. Kesin yaparlar çünkü buna şu şekilde şahit oldum.
Yahu yer yer yolda çalışmalarına rastlıyorum.. Yol çalışmalarına rastlıyorum derken yanlış anlaşılmasın araç yolu değil bisiklet yolu. Bunlar aracı, treni geçmiş. Bak tren dedim aklıma ne geldi. Çin’de de hızlı tren gördüm, Güney Kore’de de.. Japonya’daki hızlı tren gibisini görmedim. Konudan konuya atlıyorum ama toparlarım. : ) Sağ tarafımda 6 şeritli bir yol, sol tarafımda 4 adet tren yolu, bunların tam ortasında da bisiklet yolu var.. İlerde de tünel var. Tünele yaklaşırken iki ufaklık görüyorum. Aynı dedeleri gibi bu iki ufaklık da. Dedelerini nerEden mi biliyorum? Yahu her sene gelirler ya bizim Kapadokya’ya, boyunlarında asılı kocaman cannon fotoğraf makinaları ile birlikte.. Bu çocukların boyunlarında da cannonlar asılı. Birinin boyunda Nikon var, yanında da Eos Mark 4, diğerinde Eos 5oD. Bu iki fotoğraf makinası cannon ailesinin en pahalı fotoğraf makinalarından ikisi sayılır. Bu çocuklar da 12 ve 13 yaşında. Soruyorum ne yapıyorsunuz burada diye -çünkü çevrede ne yerleşim yeri var ne bir şey, kasaba da biraz uzakta- “Hızlı trenin fotoğrafını çekiyoruz.” dediler. Fantaziye vurmuşlar kendilerini o yaşta… Ben de eşlik ediyim dedim. Başladık treni beklemeye. Yeni nesil İngilizceyi gayet iyi biliyor. Biz orda sohbet ederken o tünelden bir tren çıktı, birkaç saniye içinde de gözden kayboldu! Şehirler arası hızlı tren çok farklı bir olay. Çocuklar da fotoğrafı muhabbetten kaçırdı. Ben bu gençlere daha fazla mani olmayayım diye de yanlarından ayrıldım..
Bisiklet yolu çalışmalarından bahsediyordum. Evet yolda ilerlerken bisiklet yolu çalışmalarını görüyordum.. Şehirler arası bisiklet yolları alan varsa, her iki tarafta gidiş geliş. Bu gidiş geliş dediğim alana koca tır gider. Alan biraz daraldı mı.. Arbanın sığacağı boyuta düşer bu yol. Daha da daraldı diyelim. Karşılıklı iki bisiklet geçebilir şekle kadar iniyor.. Dağa bayıra kendini vuruyorsun. Bisiklet yolları var fakat her iki şerit de değil. Ya sağda ki ya da solda ki şeritte. Doğayı tahrip etmemek için boş alan nerede varsa bisiklet yolunu da oraya kaydırmışlar.. Karşıdan karşıya geçişler içinde butonlu ışık sistemi koymuşlar yollara.. Yolun yanında hiç mi yer yok. 2-3 kot altında yer bulmuşlar oraya yapmışlar, orda da mı yer yok? Çakmış depreme dayanıklı köprüyü bisiklet için, devam etmiş. Hiç mi yer yok? Aha yukarıda dediğim gibi adam okyanusu yarmış yapmış. Bir de bunlarla yetinmiyorlar, bisiklet yollarını da yeniliyorlar.. Eee yol vardı burada, gayet de güzel ama adam daha güzelini yapıyor.
Bak şimdi bak bisiklet yolu tadilatta ya, yaklaşıyorum beni durduruyorlar. Telsizle 500 metre ilerdeki adama anons geçiliyor “Araçları durdur.” diye. Trafik durduruluyor. Bana güvenlidir geç işareti yapılıyor.. Herifler şehirler arası trafiği durduruyorlar bisikletli araç yoluna girdi diye.. Pehhh!!
Bir başka çalışma alanında bisiklet yolu bayağı bir dardı. Normal bisiklet rahat gidiyordu fakat ben çantalardan dolayı rahat gidemiyordum. İki direk arasına gelince de bisikletten indim. Elimle ordan geçiriyorum. Bu sırada hemen yandaki bir mühendis geldi bana baktı, fotoğraf çekti, metresini çıkardı, ölçümünü yaptı gitti.. Aha adama iş çıkardım, direğin yerini kesinnnnnnnnnn değiştirecekler haha!
Pedallarken dikkatimi çeken başka bir ayrıntı da bu inşaatlarda neden bu kadar fazla adamın çalıştığıydı ve neden Japonya’da bu kadar fazla yol yapımı, köprü yapımı falan görüyorum? Sürekli bir inşaat olayı var. Neden? Bunu da bir başka gezginden öğreniyorum. Japon iş gücünün %20 inşaat sektöründe çalışıyor. Hükümet firmalara iş vermezse bir çok kalifiyeli eleman açıkta kalacak, bunu göze alamıyorlar. Bu arada inşaat sektörünü de iç piyasada rekabete açmadıklarından tamamen devletin elinde. O yüzden ülke sürekli inşaat halinde. Ya yeniliyorlar, ya daha iyisini yapıyorlar, sürekli çalışıyorlar.
Gürkan tapınak yok mu tapınak? Haha tapınak maceraları güzel oluyor di mi? Bir ada öğrendim, 88 tane tapınak varmış. Adaya da bisiklet yolu yapmışlar, onu da öğrendim. Hatta dünyanın en iddialı, en güzel manzarasına sahip olan bir bisiklet yolu çünkü ana adaya ulaşıncaya kadar 7 küçük adadan 7 devasa köprüden geçiyorsun.. Deniz kenarından gitmeyip dağlara vurayım kendimi dedim. Sırf şu adaları ve bisiklet yolunu görmek için gideceğim.. Haa 88 tapınakta vardı.Fakat Japonların çoğunun bu tapınaklarla işleri yok. Çoğu Hristiyan da değil. Bu ülkenin dini Şintoizm. Japon tarihini kitaplarda çok okuduğum için biliyordum fakat daha önce hiç Shinto (bizdeki cami) görmemiştim.. Shinto’ya gidip nasıl dua ettiklerini inceledim.
Bir laf vardır Amerika’yı bir daha keşfetmeye gerek yok diye.. Bizim ülkemizde sık sık kullanılır, ticarette hele daha sık kullanılır!. Başkası Amerika’yı keşfetmiş sana ne oluyor?
Ben bu dua ediş şeklini ve yapılanları görünce aklıma Moğolistan geliyor ve daha önce çok defa yaşadığım o mutluluğu bir daha yaşıyorum. Tamam bazı profesörler bunu daha önce keşfetmişler ama olsun ben de gözlemleyip görüyorum ve neden o profesörlerin de Moğolistan – Japonya – Türkiye konusunda araştırmaya gittiğini de daha net anlıyorum. Bu Japonların bize sempati duymasının bir nedeni de yapılan bu araştırmalardır. Aslında çok güzel ve hayret verici detaylar var. Merak eden zaten hemen araştırır netten.
Bir gün bir tır parkında mola verdim. Sipariş vermek için tezgaha gittim bana makinayı gösterdiler . Önce makinadan hangi yemeği yiyeceksin onu seçiyorsun. Parasını atıyorsun, makina da sana o yemeğin fişini veriyor. İçeceğini de başka makinadan alıyorsun. Yemeklerini de yedikten sonra orda kirliler bölümü var oraya bırakıyorsun, güzel bir olay… Garson yok, kasiyer yok, basit sistem. Ama güzel.
Bu ara yemek yerken de hep beraber çizgi film seyrediyoruz. Biliyorsunuz bu ülke manga ve anim konusunda en üst sırada. Herkes çizgi film seyretmeyi ve çizgi roman okumayı çok seviyor. Teknoloji konusunda neden bu kadar ileri olduklarının önemli sebeplerinden biridir bu. Hayal gücü zenginliği..
Japonya’da kamp konusunda denilenler doğruymuş arkadaşlar; şehrin ortasında kamp attım. İnsanlarla sohbet ettim. Sabah sporu için parka gelenlerle spor sonrası kahve içtim. Ne rahatsız eden oldu, ne gelip sorgulayan oldu. Polis selam verip geçti. Çocuklar çadırın içine falan baktılar.
Japonya’da yaptığım tüm yolculuk sağnak yağış altında geçti şu ana kadar. Her gün 80 km üstünde yol aldım. Hastalandım. Hastalandığım günde üstümden soğuk terler akarken bile 101 km pedalladım.. 9 aydır ilk defa hastalandım. Sebebi rutubet oldu. Ada ülkesi, rutubet çok fazla. Ben de hep denize yakın yerlerde kamp atıyorum, hava zaten soğuk, yağmur var rüzgar var.. O gün çok pedalladım çünkü ertesi gün Hiroşima’ya varmam lazım, bir daha uzun bir yol alamam demiştim. Bir sonraki günde 30 km pedallayıp otele geldim zaten… Gece çadırı nasıl kurdum, çorba yaptım, yemek yaptım, o güç nerden nasıl geldi anlamadım. Uyumadan önce de Çin’den bir ilaç, Moğolistan’dan bir ilaç ve Güney Kore’den bir ilaç alıp yattım hahahahha.. Her ülkeden farklı ilaçlar almıştım. İlaç kullanmayan biri olarak hepsi hemen etkisini gösterdi. Hastalığım sadece 8 saat kadar sürdü hahahaha ertesi gün Hiroşima’daydım..
Güzel bir guest house buldum. Temiz, rahat, olanakları iyi ama pahalı. Yapacak bir şey yok, ülke pahalı. Yabancı gezgin sayısı fazla. Hastalığım geçti desem de cidden çok yorgun düştüm. Günlerce o hava koşullarında pedallamak inanın çok yoruyor. Yatıp kalkıp o ekipmanı almışım diye şükrediyorum. Sabahtan akşama kadar yağmur, soğuk, rüzgar, zerre ıslanmıyorum. Neyse Hiroşima’da dinleneceğim hatta belki yılbaşını da burada geçirirm. En azından oteldeki insaları tanıyorum, sahibini tanıyorum muhabbet ediyoruz.. Çadırda tek başıma girmemin alemi yok.
Hiroşimayı hepimiz biliriz; insanlık tarihinin en büyük, en acımasız sivil ölümü atılan ilk atom bombası ile bu şehirde oldu. O bombanın atıldığı alandan geriye kalan eski belediye binasını görmeye gittim. Yazılanları okuyunca, o yıkımın fotoğrafını görünce tüylerim diken diken oldu. O bombanın atıldığı alanda durdum, çevreme şöyle bir baktım, kuşlar uçuyor, nehrin kenarında bir çocuk gitar çalıyor. Gençler bisiklet yolunda bisikletlerini sürüyor. Ağaçlar renk renk, şehrin ortasında huzur buluyorsunuz; adını Barış Parkı koymuşlar.
Gözlerimi kapatıyorum ……… Atom bombasını bırakıyorum o alana. Hayal edip canlandırmaya çalışıyorum, o gördüğüm fotoğraftaki gibi. Bir insan evladı olacakları bile bile nasıl böyle bir karar verebilir? Nasıl yapar? Hatırlıyorum……. Aslında cevabı biliyorum. Fakat sistemin içinde olan bizlerin bu bildiklerimizi de unutuyoruz veya unutturuyorlar. Ben bunu unutmuştum. Tacikistan’da 3500 metrede iki çocuk söyledi hatırlatmış, yaşatmışlardı. Yabancı gezginlerle birlikte orada hepimiz büyük bir ders almıştık. Tacikistan yazılarıma dönüp bakmayın oralarda yok. belki bir gün sizlerle paylaşırım.
Samurayların büyük şehri Hiroşima’dan sevgiler, saygılar.