Bu yazıları Hazar Denizi’nin ortasından yazıyorum. Sabah yola çıkacağım, havaya bir baktım gri bulutlar. Bu kadar olur! Günlerdir açık olan hava ben yola çıkacağım için tekrar kapamıştı. Türkmenistan boyunca da bol bol yağmur bekliyorum. Sıcaklarda yol almayı hiç ama hiç istemiyorum, Moğolistan’ın Gobi Çölü’ne kadar sıcaktan bunalmayayım.
Son yazımda Gül Bayramı’na gideceğimi söylemiştim. Sabah erken saatte kalkıp festivalin yapılacağı alana gittim. Fakat yollar ve kaldırımlar kapatılmıştı. Çünkü erken saatte protokol oluyormuş. “Dağılın ulan! Pedal çevirerek Türkiye’den gelmişiz, protokolün kralı benim” diyemiyorsun tabi. Eee ne yapalım? Madem alınmıyoruz biraz dolanayım, dedim. Şehir içinde biraz turlayıp vakit geçirdikten sonra geri o alana döndüm. Hay dönmez olaydım. İzdiham var. Girdim o insan selinin arasına çıkamıyorum açık havada ter kokusu, osuruk kokusu, parfüm kokuları birbirine karışmış halde burnuma geliyor. Kaç ulan kaç! Biri çakmak çaksa yemin ediyorum alev alacağız alanda off. Ulan etrafımda çeşit çeşit çiçek var adamlar milyon dolar harcıyormuş bu çiçeklerin getirilmesi, düzenlenmesi ve diğer gösteriler için ortada çiçek kokusu yok. Hani mis gibi gül kokusu nerede? Caddeler ve ara sokaklar insan dolu. Minik adımlarla kendimi park alanının dışına atıyorum . Parkın dışında birkaç fotoğraf çekip alanı terk ediyorum. Sokaklarda polisler düzenli bir şekilde tören yürüyüşü yapıyor. İnsanlar onları seyrediyor, tüm parklar hınca hınç dolu parkların görüntüsü çok iyi. Bir gün için iyi emek harcanmış belli. Bakü bugün daha bir kalabalık ve hareketli. Trafikten hiç bahsetmeyeyim. Yahu güzel kardeşim trafik gitmiyor görüyorsun. Sen o kornaya dakikalarca da bassan gitmeyecek. Bunu anlamayacak kadar beynin yok mu senin hı? O kornaların hepsi ….
Benim düşüncem Gül Festivali bu kadar şaşaalı değil de daha az şatafatlı yapılsa ve harcanan paralar eğitim, ulaşım ve iş sahası doğrultusunda kullanılsa bu ülke için daha hayırlı olur.
5-6 sene sonra Bakü’ye tekrar gelmek isterim. Bence geleceğin en muhteşem şehirlerinden biri olmaya aday bir şehir Bakü. Tabii şu trafik sorununu hallederlerse. Yaşıl Velosipitçilere güveniyorum. 6 sene içinde bisiklete binen sayısında da fazlası ile artış olur. Bisiklete de bir idman aracı değil ulaşım aracı olarak bakarlar.
İdman aracı dedim ve aklıma bir şey geldi. Bakü içinde gezinirken Türk Şehitliğine de uğradım. Şehitliğe giden yol dik bir rampaydı. Uzun zamandır tırmanış yapmadığımdan. Rampayı görünce mutlu oldum. Eee alıştık biz Ankara’da, Karadenizlerde rampa çıkmaya. 2 ülke geçmişim, toplasan 1000 metre tırmanış belki yapmışımdır. Neyse zirveye vardığımda tüm Bakü pedallarımın altındaydı. Güzel bir manzara vardı. Asfalt yoldan ilerleyerek şehitliğimize doğru yaklaşıyordum. Yavaş gittiğimden solumda Azerbaycan – Ermenistan savaşında şehit düşen Azerilerin mezarlarına bakıyordum. Dikkatimi çeken mezar taşlarında hepsinin birer fotoğrafı olmasıydı. Şehitliğimizin yanına arabaların gittiği asfalt yoldan gidip bisikletimi yol üzerine park ettim. Oradaki polis avazı çıktığı kadar bağırıyor. Sizin ölüye hiç mi hürmetiniz yok, diye. Bize mi bağırıyor diye bakınıyorum. Ben ve diğer bisikletçiler gayet düzgün bir şekilde gelip bisikletlerimizi park etmişiz, bu herif niye bağırıyor ki. Bisikletten inip şehitliğe bakıyorum. Taşları yenileniyor, bayrağımız da asılı dalgalanıyor. Teker teker içimden isimleri okuyup dua ediyorum. Bu arada polis yanımıza gelip “Siz ne biçim adamlarsınız? Burası idman sahası mı, bisiklet ile burada ne işiniz var” diyor.
Ben Türkiye’den geldim. Bisikletimle de normal araç yolunda gittim. Ne demek ne biçim adamsınız. Hürmet göstermekle bunun ne alakası var. Ben Atamı anmaya bisikletimle gitmişim. Eğer olay hürmet ise, neden koca çöp varilleri benim şehitliğimin yanında duruyor da başka yerde durmuyor ve yerlere çöpler saçılmış durumda. Benim Türkiye’den gelen bir Türk olduğumu anladıktan sonra hiç muhatap bile olmadı. Hep Azeri arkadaşlara bağırdı çağırdı. Adam aklı sıra işgüzarlık yapıp hepimizin canını sıkıyordu. Ben laf ettikçe onlara daha çok bağırıyordu. Hadi gidelim, dedim. Uğraşmaya değmezdi. Cahil, eskimiş, yalaka, rüşvete dayalı bir polis sistemi işte. Ha bu arada Türk bayrağımız sadece Şehitlikte ve Elçilikte var. Azerbaycan Hükûmetinin emri ile başka bir yerde Türk bayrağı direklere asılamaz, yasakmış. Bunu Polat İnşaatın şantiyesinde görmüş ve sormuştum.
Sabah erkenden kalkıp hazırlandım, elçilikten ayrılma vakti gelmişti. Bu yolda bana destek olup Azerbaycan elçiliğimizin misafirhanesinde konaklattıkları için Aytekin Bey’e (Turizm ve Kültür Ataşesi), Jale Hanım’a (Dış İşleri Bakanlığı Yetkilisi) ve Ümren Hanım’a (Dış İşleri Bakanlığı Yetkilisi) çok teşekkür ederim. Laf aramızda 5 yıldız otel halt etmiş. Misafirhane süper. Sabah 7’de tanıdık bir yüz göremediğimden sadece çalışanlara el sallayıp çıktım. Yollar boş, korna sesi yok oh be ne güzel. Sahile indim, orada son bir kez fotoğraf çekip geminin kalktığı yere gittim. Biletimi aldım gümrük alanına doğru ilerledim. Polisler ilk başta yabancı sandılar, İngilizce konuşuldu. Hatta Rusça da bir şeyler dendi ve güldüler. Selam dediğimdeki o surat ifadeleri süperdi ya. Türk olduğumu anlayınca milletin ağzı açılıyor. Pasaportum alındı, biraz sohbet edildi. Pasaport verilirken de birkaç manat varsa ver yoksa geç dendi. Len yuh be. Daha bilet alırken verilecek tüm paraları verdim ya bu ne parası. Yok hep dolar var, deyip geçtim. Bisikleti odaya çıkaramadım aşağıda yük vagonlarının yanında duruyor. Çantaları söküp yanıma aldım. Deniz yolculuğu Azerbaycan’dan Türkmenistan’a 13 saat sürüyormuş. Yani gece 2 gibi sanırım Türkmenistan’da olacağım.
Tam da dediğim gibi gece ikide çapanın suya indiriliş sesi ile uyandım. Yahu gece gece bizi indirmeyecekler herhalde. Baktım ki kapı sesi hiç gelmiyor. Yatmaya devam ettim. Sabah kalktığım gibi güverteye attım kendimi. Bir bakayım neler oluyor neredeyiz, diye. Kara gözüküyor. Biz duruyoruz. Sordum nedir durum. Limanda gemi varmış ve yük bekliyormuş. O gemi limandan ayrılmadan biz limana giremiyoruz. Aha gemide kaldık. Belki bir gün belki de beş gün sürermiş. Neyse bu durumlar için zaten tur programını esnek tutmuştum. 15 Mayıs’ta Türkmenistan’da pedallıyor olmam lazım, zamanım var.
Ben de gemiyi keşfe çıktım. Gemiyi keşfe çıkınca aklıma Güllük’te kaçakçılıktan yakalanmış koca yük gemisinden yardım fişeklerini çaldığımız gün aklıma geldi. Sonrasında da babamdan yediğimiz dayak. Hey gidi günler hey hahaha. Jandarmaya da ifade vermiştik ya baba hatırlıyor musun? Denizde bulduk biz bunları diye. Sittir len ne denizi deyip içeri tıkmamışlardı bizi niye? Şero gücü sağ olsun. Baba seviyorum seni. Bu vesile ile anneye, babaya ve kardeşime de sevgiler…
Bu gemi de epey büyük bir gemi. Benim bisiklet tren vagonlarının yanında duruyor aşağıda. Yukarıda 3 kat var. Katların hepsinde kamara. Olabildiğince temiz tutulmaya çalışılan ama bayağı eski olan bir gemi. Üzerindeki yazılardan Rusya’dan ayrılmadan önceki döneme ait olduğunu anlıyorum. Eskiden Azerbaycan – Türkmenistan seferleri çok kalabalık olurmuş. Birbirlerini vizeye tabi tuttuktan sonra sinek avlar vaziyete gelmiş bu gemiler sadece yük taşıyorlar. Birbirlerine ne alıp veriyorlar çok merak ediyorum.
Kaptan köşküne çıkıyorum, orayı inceliyorum. Bir laptop GPS programı açık, uydudan geminin yerini gösteriyor. Ulan hevesleniyorum bir ihtimal internet mi var acaba diye. Adama soruyorum. Pehh herif ballandıra ballandıra bana GPS’i anlatıyor. GPS’i de saklamışlar bir köşeye gözükmüyor.
Odaya geri dönüp Windows 7’nin içinde olan oyunları oynuyorum. Chicken Invader 2, zamanı bununla geçiriyorum. Bu tarz yolculuklarda kitap olmaması ne kadar kötü. Neyse yarını bekleyelim bakalım neler olacak. Türkmenistan macerası başlıyor.