• ANLIK KONUM Garmin inReach

  • 29 Ocak 2011

Japonya – Atatürk’ten her ülkeye bir tane lazım..

Japonya – Atatürk’ten her ülkeye bir tane lazım..

Japonya – Atatürk’ten her ülkeye bir tane lazım.. 800 600 Gürkan Genç

“Ne içiyorsun?”

“Dondurma yer misin?”

“Cola, su, portakal suyu?”

“Kızartma yapayim mi?”

“Yoshi bize makarna yapsın. Bak çok güzel yapıyor.”

“Sen misafirsin, para veremezsin.”

“Hayyırrrrrrrrrrrrrr.”

“Oyyyyyy şorraaaaa, şorrraaa yaareeeeeeee!”

Kapıdan içeri bir girdim. Sanki dayımın kızı kendisi.. Bendeki enerjinin on katı Sergül’de var, hiç şüphem yok. Hemen arkasından Yoshi Kato ile tanışıyorum. İlk başlarda türkçe konuşuyoruz fakat sonrasında ingilizceye dönüyoruz. Türkçesini geliştiriyor ve bu konuda çok gayret ediyor. Yan komşuları Masa Toshi de o akşam yemekte bize eşlik ediyor ilerleyen saatlerde de Kato ailesinin arkadaşları Emi, Yui, Konçan da bize katılıyorlar..

Sergül ile ben ara ara diğerlerini unutup uzun türkçe sohbetlere dalıyorduk. Tüm gece Türkiye’den, Japonya’dan , Japonya’da bir yabancı olarak yaşamanın zorluklarından, kolaylıklarından, benim turumdan konuştup durduk.

İkimizinde bu ülkeye geldiğinde şaşırdığı konular hemen hemen aynı. Türkiye ‘de kocaman bir yanılgı var. Japonlar Türkiye’yi, Türk insanının düşündüğü gibi bilmiyor. Türkiye nasıl Ankara, İstanbul, İzmir’den oluşmuyorsa Japonya da Tokyo, Osaka, Nagoya’dan oluşmuyor.. Bir Japon nereli olduğumu sorduğunda “Turco” cevabından sonra bir Türk olarak beklediğiniz tepkiyi vermiyor. Hani Türkiye diğer ülkeler gibi bir ülke. Japonlar için bir özelliği yok.. Ertuğrul Gemisinden sadece Wakayama eyaleti haberdar diyebilirim. O da gemi bu eyalete bağlı bir şehirde kaza yaptığından. Hatta bu eyalette bile haberi olmayan insanlar var. Rahmetli Barış Manço’yu ne küçük şehirlerde ne de büyük şehirlerde tanıyan bilen tek bir Japon’a bile rastlamadım. Benim tanıştığım muhabbet ettiğim Türkler de rastlamamış. Bu durum için şehir efsanesi deniyor.Türkiye hakkında bilinenler Kebap, Türk dondurması ve Kapadokya. Şimdi Tokyo, Osaka ve Nagoya’da yaşayanlar yanılıyorsun Gürkan diyebilirler. 10 ada gezip 1800 km.den fazla yol yaptım bu ada ülkesinde. Güneyinden Tokyo’ya kadar köy, şehir, vilayet, dağ bayır gezdim. Benim tarafımdan görünen budur. Ben Türk insanının düşündüğü gibi bizi bilen bir Japonya ile karşılaşmadım.

Misafirler gidiyor, Yoshi dayanamayıp ben yatıyorum diyor. Biz hala Sergül’le Japonya hakkında sohbet ediyoruz. Gecenin bir yarısı Sergül, “Senden manyak olmasın, bu Japonlar’da da var böyle bir adam. O’na mesaj atayım, işi yoksa kesin senle tanışır sohbet edersiniz.” diyor. Ben de olur diyorum.

Ertesi gün Sergül’le beraber dışarı çıkıyoruz. Civarda gezip görülecek ne varsa hepsini gezeceğiz. Sergül’ün evini 1 saat uzaklıktaki Shizuoka’da sandığımdan ilk önce oraya pedallamıştım. Oraya vardığımda öğreniyorum ki evini 50 km geçmişim.  Hava karardığından ucuzundan bir otel buluyorum, 2 günlük parasını ödeyip bisikleti de odaya atıyorum. Sonrasında Sergül’ün evine trenle gidiyorum. Yani gezecek sadece bir günümüz var.

Şehrin yakınlarındaki kaleye gidiyoruz. Bu kalenin de diğer kalelerden pek bir farkı yok. Mimari olarak diğer Japon kaleleri ile hemen hemen aynı.. Osaka kalesini gördükten sonra diğer kaleleri gezmeye gerek yok. Hepsi onun bir küçük modeli. Sonrasında kalenin hemen yanında bulunan lordun evine gidiyoruz. Sergül bir rehber gibi bana tek tek odaların kimler tarafından kullanıldığını anlatıyor. Fotoğraflar çekip, videolar kayıt ediyoruz. Şimdi sırada kuş parkı var.. Tam oraya doğru yöneliyoruz ki June Kageyawa bizi arıyor. Bulunduğumuz yere çok yakın olduğundan yanımıza geleceğini söylüyor.. Dışarıda parkın önünde onu beklemeye başlıyoruz.

Uzun zamandan beri ilk defa bir golden retriver görüyorum. Hemen yanına gidip onunla oynamaya başlıyorum. Sahibinin de hoşuna gidiyor. Sergül de Japoncasını döktürüyor. Bu arada başka bir Japon daha geliyor, o da köpeği sevmek istiyor ama adam köpeği ondan kaçırıyor. Sergül’le ikimizin dikkatini çekiyor bu hareket. Zaman içinde Japonların aslında göründükleri gibi olmadıklarını da anlamaya başlıyorum. Anladıkça da hayretler içinde kalıyorum.

Önümüzde beyaz bir jeep duruyor. Jun Kageyama.. Japonların Marco Polosu. Evine doğru giderken biraz hikayesini anlatıyor. Eve vardığımızda Sergül bana evin kapısını işaret ediyor. Japonca karakterlerle bir şey yazıyor, Sergül’e soruyorum “Nedir bu?” Kapıda “Japonya’nın Marco Polosu” mu öyle bir şey yazıyordu, şimdi net hatırlamıyorum.

Eve girer girmek dikkatimizi ilk çeken kapının hemen karşısında asılı olan Türk bayrağı oluyor. Üstünde de Nazar Boncuğu. Mutfaktaki geniş masanın çevresine oturuyoruz. Çalışma odasından haritalar, kitaplar, gazete haberleri çıkartıp önümüze koyuyor. 69 yaşında olan June seyahtini 60 yaşların başında gerçekleştirmiş. Türkiye’den başlayarak, Marco Polo’nun izlediği yolun aynısını Çin’e kadar gitmiş. Bu seyahati de tek seferde değil parça parça yapmış. Tacikistan’da aynı yolu izlemişiz. Tek bir farkla.. Kendisi orayı jeeple geçmiş.. Bana iki de bir sorduğu soru “Sen bu alanı bisikletle nasıl geçtin? Bak burada askeri birlik var, siz oradan nasıl geçtiniz? Nasıl izin aldınız? Bu fotoğrafın bulunduğu alandan geçmediysen sen kuzey yolundan gitmişin, burada bisiklet gitmez. Yerleşim yeri yok, oralarda insan yok. Kaç günde aldın?” Ben aynı yerlerden geçtim dediysem de inandıramadım. Sergül de bu duruma biraz şaşırdı. Normalde Japonlar bu kadar keskin cevaplar vermez.

Bu konuları daha detaylı konuşmak için kendisinde misafir olmamı istedi. Türkiye’de pedallarken bizim Anadolu insanımız kendisini hep misafir etmiş. O da bu iyiliklerin karşılığını bu şekilde göstermek istediğini söyledi. Bisikletimi gidip şehirden alırsak olabilir dedim. Hemen arabası ile şehre gittik. Dönüşte kendisinin uykusu geldi. Direksiyon başında uyudu uyuyacak, inatla arabayı bana vermek istemedi. Sergül ve ben o araç ile diken üstünde 60 km yol aldık.

Evinde kaldığım süreç içinde kendisinden bir çok şey öğrendim. Ha bu arada Tacikistan’da gidemezsin dediği alanda bisikletimle birlikte çekilmiş fotoları ve videoları da kendisine gösterdim. Üstelik hemen hemen aynı noktalarda fotoğraf çekmişiz.  Kendisini defalarca tebrik ettim 60 yaşında o yolu tek başına almak, Çin’in büyük bir kısmını pedallamak öyle kolay değil. Onlarda kaldığım son günün sabahı gazetelerde çıktığımdan ve onun evinde kaldığım dolayı hem eve gelip kutlayanlar hem de telefon açıp tebrik edenlerin sayısı artmıştı.

Sonrasında Sergül’ün eve geri döndüm. Bir gün Sergül dışarıdayken Yoshi’ye bir Türk kadını ile evli olmanın nasıl olduğunu sordum. Öncelikle “Ben seviyorum,” dedi. Zaten aralarındaki dialoglardan, bakışmalardan birbirlerini seven bir çift olduğunu görmemek için kör olmak lazım. “Türk kadınları dobra. Ne istediğini, ne hissettiğini söylüyorlar, söylemeseler bile bir şekilde hissettiriyorlar. İki yüzlülük yapmazlar. Günümüzde Japon kadınlarının çoğu gerçek sevgi nedir bilmez. Bir çok Japon kadını eğer bir erkek ile birlikteyse çoğunlukla ya parası için onla birliktedir, ya da adam çok yakışıklıdır; arkadaş çevresine hava atmak için adamı kullanır. Aşk evliliği yapan veya birbirine aşık olan Japon çift bulman çok zor. Ben Sergül’e aşığım ve seviyorum.” ( Bu sözler bir Japon’dan)

Peki ya din? Şinto budizim, Hıristiyanlık, Müslümanlık hangisi?

Japonya’da Türkiye’de olduğu gibi doğar doğmaz dinini başkaları belirlemez. Birey belli bir yaşa geldikten sonra inanmak istediği dini kendi seçer. Hemen hemen tüm dinlerin kitaplarını okudum, henüz bir dine inanmıyorum. Fakat Müslüman bir kadınla evli olmanın vermiş olduğu bir baskı var.

Adamın neden kendini baskı altında hissettiğini tahmin edebiliyorum. Yabancı kocanızla ülkeye döndüğünüzde aile ve arkadaşlar arasında şu muhabbet geçer: “Damat Müslüman mı?”  Veya benzer sorularla dedikodular çıkar ve rahatsız ede çifti.  Rahatsız edici bir durum. Bir Japon’u ise böyle bir durum daha fazla rahatsız eder. Neden mi? Bakın dikkatimi çeken bir konu… Biz Türkiye’de biri ile tanıştığımızda birinci veya ikinci sorumuz “Nerelisin?” oluyor. Adamın söyleyeceği şehre göre de kafamızda kendimize göre kalıp oluştururuz. Japonya’da böyle bir şey yok. Kimse kimseye “Nerelesin? Nagoya’dan mısın, Tokyo’dan mısın, Hiroşima’lı mısın? Aa sizin orası için şöyle böyle diyorlar.” demez. Bu heriflerde nerelisin diye bir soru yok. Japonum!!! Bitti.

Japonlar sistemli ve kurallara bağlı insanlardır. Şimdi siz bu adamların eline Kuran-ı Kerim’i verip, bu dine inanacaksınız derseniz ve bunlar da kabul ederse iki sene içinde Japonya’da dünyanın en görkemli camileri dikilir. Hacca giden Japon sayısı da Arapları geçer. Şaka değil çok ciddiyim. Hatta Japonya’da dini ne yapar ederler modanın içine sokarlar. Burası JA-PON-YA! Ama öyle ama böyle iki nükleer bombadan sonra dünyaya damgalarını vurmuşlar. Bu adamlar 3 dini birden kullanıyorlar. Japonya’da yaşayanlar iyi bilirler bu dinleri de nasıl kullandıklarını. Hatta Osmanlı imparatorluğuna vakti zamanında bizim gezer elçilerimizden bu konu hakkında detaylı malumat verilmiştir. Arşivlerimizde araştırıldığının görülüyor. “ Japonya’da müslümanlık şu şu sebeplerden dolayı yayılmalıdır”

Bir detay daha paylaşayım sizlerle. Japonya’da çok fazla lokantaya gidip et yedim.. Minik barbeküler geliyor, onların üstünde cızbız yapıyorsun. 2011 yılınd Türkiye’ye göre sipariş verilen yemek aslında ucuz ama Japonya’daki yemek fiyatlarına göre en pahalı yemek diyebilirim. Hayvancılığın olmadığı bu ülke ile bizim ülkedeki et yemeği fiyatını karşılaştırınca niye Türkiye’de çiflik sahibinin, etcinin, satıcının ve en sonunda da restoran sahibinin gelen müşteriye bir tabak eti (biraz ama biraz abartmak istiyorum burada) bir öküz fiyatına verdiğini daha net anlıyorum. Kazıklıyor demiyorum. Çünkü et bu kadar kişinin elinden geçe geçe masaya aha o fiyata geliyor. Eski bir restoran sahibi olarak bir tabak etin içinde kullanılan malzemenin üstüne dükkan kirası, personel maaşını, elektrik, su, gaz, sskyı, belediye vergilerini eklerseniz hobaaaaaaa. : )

Neyse gelen ete bakıyorsunuz etin %50 den fazlası yağlı. Türkiye’de sen bu eti müşterinin önüne koy, işitmediğin söz kalmaz. Fakat Japonya’da durum bizim ülkemizden farklı. Japonya’da en pahalı et yağlı et. Bu adamlar eti, kırmızı yemeği sevmiyorlar. Eeee yahu bu kadar yağlı et yemek sağlıklı değil ki. “Yoshi sizin ülke kadar sağlıklı yemek yiyen bir başka ülke daha yok. Neden kırmızı eti bu şekilde yiyorsunuz, sağlıklı değil ve neden etin en pahalı kısmı yağlı tarafı?”

– Evet Gürkan biliyoruz sağlıklı değil ve pahalı. Et bizim kültürümüze tam anlamı ile ikinci dünya savaşından sonra girdi. Biz yüzyıllar boyunca ana besin kaynağımız olarak deniz ürünlerini kullandık ki hala öyledir. En çok tüketilen balık Tuna balığıdır.. Tuna balığının en değerli bölgesi hemen alt tarafında olan en yağlı kısmıdır. Orası en pahalı ve en lezzetli kısmıdır. Dediğim gibi büyükbaş hayvancılık bizim kültürümüze yeni girdi sayılır kimse de bize etin şurası iyidir, burası iyidir söylemedi. O dönemlerde aynen Tuna balığı gibi düşünülmüş; etin yağlı kısmı en pahalı olan kısmıdır şeklinde bir düşünce yapısı ile günümüze kadar gelmiş. Biz kıpkırmızı eti pek sevmeyiz. Yağ olacak illa ki.

Vay ulan adamlara nar kırmızı bonfile getirsen yemeyecekler yani. : )

Hazır balıklardan söz açıldı şunu da sorayım. Bu balinaların soyu tükeniyor. Siz de onları avlamaya devam ediyorsunuz. Bu konuda bir çok ülke hassas. Hepsi siz Japonların üstüne geliyor; yemeyin, etmeyin, öldürmeyin. Bu arada balina etini yedim. Yediğim en lezzetli deniz ürünüydü. Onu da söylemeden geçmiyim.

Japonlar son 50 senedir balina avlamıyorlar, son yüz senedir de balina avlamıyorlar. Japon tarihi boyunca balina avcılığı bizim kültürümüzde vardı. Biz inek eti, domuz eti, koyun eti bunların etini yemezdik. Onların etinin yenebileceğini tarih boyunca hiç düşünmedik. Balina avcılığı bizim kültürümüzün bir parçası. Binlerce senedir bu halk balina eti yiyor. Şimdi dünya ayaklanmış nesillerini tükettiniz, siz öldürüyorsunuz kesiyorsunuz, biçiyorsunuz diye karşı çıkıyorlar. Bu hayvanların neslini tüketen bizler değiliz. Biz hayatımızı denize adamış bir toplumuz. Bu da bizim bir kültürümüz. Bize neyin nasıl yapılacağını kimse öğretemez.

Çin’de köpek eti yediklerini söylemiştim. Adama köpek etini nasıl yiyorsun sorusunu sorduğumda “Sen inek etini veya kuzu etini nasıl yiyorsun?” sorusu da hemen arkasından gelmişti. Köpek onlar için evcil bir hayvan değil. Hiçbir zaman da böyle görmemişler. Adamların kültüründe köpek can dostudur, hisleri olan hayvandır, korumacıdır carttır curttur diye bir şey yok. Eti var mı? Var. Yenilebiliyor mu? Evet.. Bizde tabu olarak gözükenler bunlarda gözükmüyor. Bizim kültürümüzde olmadığı için algılamamız belli bir süreç alıyor.. Daha önceki yazılarımda da bahsetmiştim. Akrep, karafatma, deniz atı, ipekböceği, köpek eti (bilmeden siparişini verdim) en son olarak da balina etini yedim. Bunları yedi diye ölen yok. Bunları yedin diye seni bu bölgede ıyyyyyyyy diye karşılayan yerli halktan kimse yok. Japonlar Avrupalıların bu kadar baskı uygulamalarından sıkılmış ve birçok balına lokantasını ülkelerinde kapatmışlar. Market raflarında hala balina etleri en pahalı balık ürünü olarak yerini korumakta..

Yoshi ve Sergül’ün Filipinler’e tatile gidecekleri güne kadar onlarda kalıyorum. Gitme vakti geldiğinde ikisine de kocaman sarılıp teşekkür ediyorum. Muhteşem iki insan daha tanıdım.

(Sergül biliyorum çok şeyi yazmamışın diyeceksin.. Eee cevabını da biliyorsun, öpüyorum ikinizi de.)

 

Sabah erkenden daha önce gittiğim Shizuoka şehrine tekrar pedallıyorum. Otelin parasını daha önceden vermiştim fakat konaklamadığım için bir gün orada mola verip şehirde de dolanırım diye düşündüm. Akşam otele vardığımda küçük şehir, belki olmaz ama şansımı deniyeyim bir Türk lokantası sorayım dedim. Pat hemen gösterdiler, adresini de verdiler gittim. Dükkan sahibi Ayhan birkaç gün önce Japonlar gazeteyi ona göstermişler. Bak bir Türk senin ülkenden bisikletle geldi diye. Ayhan’da yahu keşke şuraya da uğrasa diye içinden geçirmiş. Temiz kalpli adamın yanına gidilir işte. : ) Aşçı Cihan’ın güzel yemekleri iş adamı Ali Bey’in sohbeti turuma da ayrı renk kattı. Ya bu arada Japon kızlar çadırda falan kalırız demişlerdi ama işte benim çadır zaten küçük yoksa başım üstünde haha.. Len manyak kalaydın ya bir gece daha orada diyecektiniz.. Yahu durun yol bitmek üzere. : ) Bir bitirelim, kralı benim Japonya’nın, rüyamda tabi..

Hedef Fuji, çok da yakınımda sayılır. İlk gün Fuji san’ı net bir şekilde gördüğümde çok büyülenmiştim. Akşam yakınlarındaki şehirde kamp atıp sabah erkenden tırmanmaya başladım. Tırmanışı çoğunlukla üzerinde olan bir dağ. 1550’deki ilk kamp alanına geldiğimde büyük bir hüsran. Çünkü açık denilen dinlenme tesislerinin hepsi sezon dışı olduğundan kapalı. Birkaç Japon’un “Yanında erzak taşımana gerek yok, yolda su alabileceğin işletmeler var.” demeleri benim de yukarıya erzaksız çıkmama neden oldu. Daha ilk molada ne suyum kaldı ne bir şey. Tüm gün hava kapalıydı Fuji san’ı göremedim. Kamp atacağım hemen yerin yanında kocaman tabela “Dikkat ayı var”..

Çadırı o tabelanın 10 metre önüne kurdum. Akşam yemeği için kaynatacak suyum olmadığından abur cuburları yedim. Fakat yarına su bulamazsam bu tırmanış gerçekleşemez. Çadırın içinde biraz notlarıma baktım. Müzik dinledim, sonra herşeyi kapatıp yattım.. Vayyyyyyy hemen hemen çöldeki sessizliğin aynısı burada da mevcuttu. Uzunca bir süre ses gelmedi. Sonrasında ağaçlardan dökülen yaprakların üzerinde yürüyen hayvanların çıkardıkları sesleri duyunca.. Uykuya daldım.

Ertesi sabah uyandım, çadırdan dışarı çıktım şöyle bir sağa sola bakınıp arkamı bir döndüm. AL SANA FUJİ SAN OBBAAAAAAA. Ben bu dağa çıkarım arkadaş.. Topladım pılı pırtı devam… Deli terliyorum ama su yok ortalıkta, kar da yok. 1900 metrede bulunan bir işletme daha kapalı olunca dedim yeter, daha fazla gitmenin alemi yok.. Hem açlıktan hem susuzluktan gebereceğime. Şöyle bir parmağımı dağın tepesine kaldırıp.. “FUJI SAN, BEN TAKESHI GÜRKAN. SANA SÖZ VERiYORUM BU ÜLKEYE BİR DAHA GELİP BİSİKLETİMLE SENİN ZİRVENE ÇIKACAĞIM.”

Şu anda Tokyo’dayım.. EVET EVETTTTTTTTT!! TOKYOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOO!

Henüz turum bitmedi, gezilecek bir Tokyo var..

Buraya geliş maceramı bir sonraki yazımda daha detaylı aktaracağım. Şu önemli ayrıntıyı da atlamak istemiyorum.

Türkiye ile iş yapan, Japon bir köylünün evine misafir oluyorum ve konuşmamız arasında dedikleri:

– Sizin ülkenizde neler oluyor böyle?

– Ben yoldayım, siz daha çok şey biliyorsunuz. : )

(kısa bir sessizlik)

– Sizin bu Atatürk var ya!!

– Evet..

– O adamdan her ülkeye bir tane lazım.

Sizin ülkeye hiçbir şey olmaz..

Sevgiler, saygılar.

(Fotoları yükleyemedim.. Hata çıkartıp duruyor, sonra tekrar denerim. : )

Privacy Preferences

When you visit our website, it may store information through your browser from specific services, usually in the form of cookies. Here you can change your Privacy preferences. It is worth noting that blocking some types of cookies may impact your experience on our website and the services we are able to offer.

Click to enable/disable Google Analytics tracking code.
Click to enable/disable Google Fonts.
Click to enable/disable Google Maps.
Click to enable/disable video embeds.
Web sitemiz, esas olarak 3. taraf hizmetlerinden gelen çerezleri kullanmaktadır. Çerezleri kullanmamızı kabul etmelisiniz.