Yıl 2008, aylardan hangi ay hatırlamıyorum. İlkbahar olduğu kesin. Çiçeklerin yeni açtığını, ince trençkotlarla sokağa çıkmaya başladığımızı hatırlıyorum. 2008’de Ankara, kasvetli ve üzücü bir şehre dönüşeceğini hissettirmeye yeni başlamıştı. Şu sıralar Ankara’da bulunduğum zaman en derinde hissettiğim tuhaf melankoli, o vakitlerde yalnızca sinyallerini vermekle yetiniyordu. Yine de bizim için keyifsiz bir hal yoktu. Ankara’nın birbirini dünyanın neresinde görse tanıyacak olan küçük kesimi dünyadan bir haber hayatını sürdürmeye devam ediyordu. Sanırım o sıralar en büyük kaygımız cumartesi gecesini hangi mekânda geçireceğimizden ibaretti.
Filistin Caddesi’nin üst kısımlarında bir mekân Ankara’nın gece hayatında oldukça önemli bir yer edinmişti Ankara’nın belli bir kesimi de bu mekânda toplanırdı. Mekânın ortaklarından birinin, “hayatında karşılaşacağın en tuhaf ve en özel adam” olacağını söyleseler, o dönemki aklımla bunu ciddiye almazdım. Ancak hayatın insana nerede kimi getireceği gerçekten belli olmuyor.
Yıl 2010… Aylardan hangi ay olduğunu yine hatırlamıyorum. Kış olduğunu, dışarıda kar olduğunu, İsviçre Lozan’ın ne kadar soğuk olduğunu hatırlıyorum. Yüksek lisans tezimi yazmaya henüz başlamıştım. O nedenle vaktimin büyük birçoğunu ISDC (Uluslararası Karşılaştırmalı Hukuk Kütüphanesi) adlı kütüphanede geçiriyordum. Akıllı telefonlarla o dönem de henüz tanışmadığım için, sosyal medyayı ancak ders aralarında bilgisayarımdan takip edebiliyordum. Kendime bu aktivite için beş dakikadan fazla ayırmıyordum. Şimdilerde hayatı kolaylaştırıp kolaylaştırmadığını bilmediğim sosyal medya hesaplarımın ruhumu ele geçirmesine henüz izin vermemiştim.
Facebook bundan altı yıl önce de dışarıdaki dünyadan haber almak için oldukça etkili bir araçtı. Yurt dışında yaşamış veya hali hazırda yaşıyor olan biri ne demek istediğimi eminim anlayacaktır. Sosyal medyanın bu yönünü şimdi olduğu gibi o zaman da seviyordum.
Bu beş dakikalık sürecimde karşıma ilk çıkan bir bisiklet oldu. Önce bu bisikletin bir anlamı olmadığını düşündüm, durumu çok da ciddiye almadım. İlerleyen günlerde çalışmama verdiğim beş dakikalık araların tamamında bu bisikletin anlamını kavramaya çalıştım.
Hayatım boyunca birçok deli tanıdım. Tanıdığım delilerin her biri bana, delirmenin ne kadar güzel bir yol olduğunu öğretti.
Ankara’nın gece hayatından tanıdığım o tuhaf adamın yolda olduğunu anlamam biraz zaman aldı. Tabii ki şaşırdım. Bir gün baktırdığım kahve fallarında dünyayı dolaşacak biri var, bu kişiyi tanıyorsun deseler bu kişinin Gürkan Genç olacağı asla aklıma gelmezdi.
Birçok kişinin aksine Gürkan’ın turda olduğunu kendime kabul ettirdikçe ona olan inancım arttı, hayatla olan sorgularım çoğaldı.
O sıralar İsviçre’deki hayatımdan oldukça memnundum. Okulum bittiği zaman ne yapacağım hakkında en ufak bir fikir sahibi olmasam bile, güvenli bölgede yer almak benim için risk almaktan daha kolay geliyordu. Ancak ne zaman Facebook’u açsam karşıma çıkan bir bisiklet fotoğrafı, bu güvenin içinde kayboluşumu sorgulatıyordu. Kendimi artık cesaret tanımlarını yaparken buluyordum. Zaman içinde kendi cesaretten yoksun hayatım, Gürkan’a hayranlık duymama sebep oluyordu. Belki de onu çoktan kıskanmaya başlamıştım. Gürkan Genç ve onun yoluyla ilgili hissettiklerim bu iki duygu arasında sıkışıp kalmıştı.
Derken yıl 2012 oldu. Ben İstanbul’a döndüm, avukatlık yapmaya başladım. Gürkan da Ankara’ya döndü. Ailemi ziyarete gittiğimde yine Filistin Caddesi’nde bir kahvede buluştuk. İnsan haliyle her ayrıntıyı, her hikâyeyi duymak istiyor. Sorularımdan ben bile yorulmaya başlamıştım.
“Peki… Neden yola çıktın?”
Gürkan’ın bu soruya verdiği cevapları iki kategoriye ayırmam mümkün. “Doğa İçin Pedalla” projesinin içinde bir toplumsal bir de kişisel amaç vardı. Her ne kadar Gürkan “Kuzey Asya Turu” ile ilgili birçok amacı peş peşe sıralamış olsa da, en önemli amacının kişisel farkındalık ve kişisel şifa olduğunu yani seyahati özellikle kendi için yaptığını satır aralarında hissettiriyordu.
Sohbetin bir noktasında “Bisikletle dünya turu atacağım Gül” dedi. Bunu o kadar içten ve inanarak söylüyordu ki hayran kalmamak mümkün değildi. Araştırmaya başladım. Tarihe etki eden güzel ruhları araştırdım. Tarihi değiştiren, dünyaya güzellik sunan, zihinde değil, gönülde yaşayanların ve dünyaya sevgi yayanların tamamının gezgin olduğu gerçeğiyle yüzleşmeye başladım! Ben şanslıydım. Tarihe kalacak olan bir hikâyeye birebir tanıklık ediyordum.
Artık yola çıkmanın ne demek olduğunu öğreniyordum. Bir buçuk saatlik sohbetimizde Çin’de bir tapınakta olmanın, dünyayı keşfetmenin, Gobi Çölü’nü geçmenin, Pamir Dağı’na mektup bırakmanın ne demek olduğunu anlamaya çalışıyordum. Bir de hayallerin gerçekleştikçe büyüdüğünün, her hayalin bir başka hayale ulaştığını, o hayalde sınırları genişleterek başkalarının da hayallerini gerçeğe dönüştürdüğünü görüyordum.
İnanıyor insan. Yalnızca Gürkan’a değil, onu seven herkesin ona olan inancını gördükçe büyüyor, umut doluyor, gururlanıyor ve nihayetinde inanıyor. “İyi ki inanmışım,” diyor. Özellikle de umutsuz kaldığı anlarda…
2012’nin sonbaharı henüz başlamış, hava henüz soğumamıştı. Ortak arkadaş çevremizle Nişantaşı’nda bir mekanda buluşup Gürkan’ı yıllar sürecek Dünya Turu’na uğurlayacaktık. Belki de Gürkan’la bir daha karşılaşamayacak veya yıllar sonra görecektik. “Aslında bir hafta daha kalacaktım. Ancak Trakya Üniversitesi’nde bir sunum yapacağım. Edirne’den sonra da çıkıp gideyim diyorum. Artık dönünce görüşürüz.” diyordu Gürkan, uzun masanın tam orta noktasından yer alan sandalyesinden kalkmıştı ve konuşmasına çoktan başlamıştı.
“Herkes merak ediyor, neden yedi sene? Doksan yedi ülke yüz otuz bin kilometre.” Diyerek başlıyordu anlatmaya.
Masamız kalabalıktı. Gürkan’ın konuşması ara ara kesiliyordu sorularla. Birçok soru vardı herkesin aklında:
“Brezilya’ya gidecek misin? Brezilya’ya gidersin bana taş getirir misin? Ametist taşı.”
“Antartika’da nasıl bisiklet kullanacaksın?”
“Sponsorların kimler?”
“Bisikletini kim tasarladı?”
“Vize sorununu nasıl çözeceksin?”
“Afrika’da hayvanlardan ve böceklerden nasıl korunacaksın?”
“Mekke’ye gidecek misin?”
“Guinness Rekorlar Kitabı’na girecek misin?”
“Döndüğünde ne yapacaksın?”
“Aşk hayatın nasıl olacak?”
“Kızlar?”
“Sele etkilemiyor mu abi? Yani şey…”
“Ya altıncı sene de vazgeçersen?”
“Sakatlanırsan ne yapacaksın?”
“Ne yiyeceksin? Ne içeceksin?”
“Yıl başında nerede olacaksın?”
“Doğum gününde nerede olacaksın?”
Belki de bütün bu sorular Gürkan’ın önceki korkularını, kaygılarını, “ama”larını temsil ediyordu. İçtenlikle ve nezaketle cevap veriyordu her bir soruya. Hem daha önce yola çıkmıştı, cevapların bir kısmını orada bulmuştu. Ancak belli ki bu sorular dışında başka soruların cevaplarını da arıyordu. Belki de bu sefer tek bir coğrafyayı değil, kıymeti bilinmesi gereken en önemli madde olan gezegenini, o gezegenin içindeki Gürkan’ın aslında kim olduğunu keşfetmek istiyordu.
Gürkan’ın cevaplarından en etkileyici olanı bana da kapılar açıyordu.
“5 kıtada yer alan 5 büyük çölden ve bisikletle pedallayarak çıkabileceğim bu kıtalardaki en büyük beş zirveden geçen ilk kişi olmayı istiyorum” diyordu.
Gerçekten bir çölü geçmek ne demek? Ucunu görmediğin bir yolda pedal çevirmek neye benziyor olabilir? Ne kadar sürede çıkacağın bilmediğin bir zirveye çıkmak ne hissettirir? Bu zirvede öteyi görmek nedir? Yola çıkmak gerçekten ne demek?
Ben bir süredir İstanbul’da yaşıyorum. Kendini içinde hapseden, düzensizliğiyle kendi düzenini yaratan bir şehirde zaman zaman büyüyorum, bazen de küçülüyorum. Boğuluyorum, gitmek istiyorum, bir yere gidiyorum da. Döndüğümde aynı ruh haline dönmem uzun sürmüyor. Çevremdeki insanlarda da aynı mücadeleyi görüyorum. Hırslarla ve kavgalarla dolu bu şehirde var olma çabası zorluyor. Bunu tecrübe eden tek kişi ben değilim, bunu biliyorum.
Büyük şehirler boğuyor insanı. Birbirinin aynısı olan robotlara dönüşürken, entelektüel yapısını geliştirirken, tükettikçe bilgiyi, sevgiyi, hedefleri; o kocaman “Kaç kişi senin yerinde olma hayali kuruyor, biliyor musun? Nankörlük değil mi bu yaptığın?” cümlelerini kurduran tükenmişlik hali, utanç içinde yaşanan bir hayata dönüşüyor. Bu hayatın gerçekliği sorgulanır hale geliyor.
Hayat boyu verilen emekler, karşılıklarını bir teşekkürde bile bulamazken “Bir arkadaşım var, beyaz yaka hayatını bırakıp aşçılık okuluna başlamış, çocukluğundan beri hayali buymuş. Şimdilerde oldukça mutlu, eski umutsuzluğundan eser yok… Bir başkası Bodrum’a yerleşmiş. Bir anda, öylesine karar vermiş. Çalıştığı bankadan istifa etmiş, Bodrum’da bir bar açmış. Keyfi yerinde.” konuşmaları insana hayatla bağını koparmamak için yol gösteriyor adeta.
İşte tam da çevrem ve benliğim bu karamsarlıkla kuşatıldığı günlerden birinde Twitter’ı açtığımda Gürkan’ın paylaştığı tweet’lerden birine denk geldim. (@gurkan_genc)
“Hayallerini gerçekleştiren kişiler senden daha iyi imkanlara sahip değiller. Yalnızca yapmak istediklerine inanıyorlar.”
Tweet’i cümle cümle yazmadım, uzun zaman önce karşıma çıkmıştı, not almamışım. Hatırladığım cümle buydu. Umut kapladı içimi. İstediklerimi, hayallerimi ve o anda yaptıklarımı düşündüm. Hayatımı nasıl değiştirebilirdim?
Bir zaman sonra yine aynı sorgulara döndüm. Bu gibi şehirlerde boğuluyor insan, atlayıp gitmek istiyor bazen, nereye olduğunu bilmeden. “Yanıma en ufak bir eşya almak istemiyorum,” noktasına geliyor. Yalnızca var oluştan çektiği acıyı uyuşturmak için alışkanlık haline getirdiği her şeyi, hırsı, kibiri geride bırakıp gitmek istiyor. Ulaşamayacağını düşündüğü yeni hayaller kurmaya başlıyor. Gürkan nerede, ona bakıyor. Orada hissetmek istiyor kendini. Bildiği tüm hayatlardan başkaca hayatların, vücudundaki bütün minerallerden, vitaminlerden, bakterilerden başkacalarının olduğu o yerlere gitmek, zincirlerinden kopup yaşamak istiyor.
Gürkan’a bakıyor bazen insan. Bilgisayarının başına oturuyor, videoları izleyip yine hayaller kuruyor. Gitmesem de bari yazayım diyor. Bilmeden, hissetmeden nasıl yazılır, ne yazılır ki?
İnsan bazen öyle kibirli ki, bitirdim büyük büyük binalardaki bütün olanakları, beklentileri karşılamaktan, kendimi korumaktan acizken başkalarını korumaktan yoruldum diyor. Bazen insan, hayal ediyor. Gürkan’ın tecrübelerinden hallerinden yeni hayaller oluşturuyor.
Umutsuzluğa düştüğünde insan, “Gürkan Genç olmak nasıl olurdu?” diyor.
Gürkan Genç olmak yalnızca yola çıkmak, gezgin olmak anlamına gelmiyor.
Hayat kaç kere yaşanacak bilmiyorum. Şimdilik bu hayat var, onu biliyorum. Bildiğim bir hayat varken “ama”larla ve korkularla yaşamak istemediğimi biliyorum.
Gürkan Genç olmanın ne demek olduğunu yeni yeni öğreniyorum.
Gül Yanık
Gül Yanık Kim?
Başkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunuyum. Lozan Üniversitesi’nde Uluslararası ve Avrupa Birliği Ticaret Hukuku alanında Yüksek Lisans eğitimini tamamladım. İsviçre ve Türkiye’de hukuk bürolarında çalıştıktan sonra Yanık Avukatlık Bürosunu kurdum. 2016 yılında ilk kitabım “Cemiyet-i Aşk” yazdım.
Gürkan Genç ile 2007 yılında tanıştım. Kuzey Asya turu boyunca yazdıklarını okudum, videolarını izledim. Yazılarını okuduğumda Gobi Çölü’nde, Pamir Dağı’nda veya Çin’de bir tapınakta Gürkan ne gördüyse ben de onu gördüm. Zaman içinde en sevdiğim yazarlardan biri haline geldi. Demir Atlı Adam bir çok kişiye imkansızın var olmadığını gösterdi. Dünya turunda takım arkadaşın olarak hep yanında olacağım...