Gürcistan sınırında tek tük araba vardı. Bizim sınır kapısından bile daha derli toplu bir kapıydı. Bisikletli olduğum için de kapıdan hemen geçtim. Sınırı geçince arada bir köy dikkatimi çekti. Bu köyün halkı da yollara çıkmış meyve sebze satıyorlar. Beni görünce de üstüme atladılar bir şeyler satmak için. Fakat arkadaki Türk bayrağı biraz onları duraklattı. “Türk’müş” konuşmalarını duyuyordum. Aralarından sıyrılıp Azerbaycan kapısına doğru yöneldim. Kapıda bir araç kuyruğu… Yollar çamur ve balçık içinde, araçlar zor ilerliyor. Kapıda silahlı askerler meraklı bakışlarla beni süzüyorlar. İlk kapıdan oradaki araçların bisikletliyi geçirin baskıları ile geçtim. Yoksa beni sıranın sonuna atacaklardı, araçlar çamur atıyordu. İlk kapıyı geçtikten sonra çevremi askerler sardı. İçerideki yüksek rütbeliler de çıktı. En azından Türkçe konuşacağımız için memnundum. Bisikleti inceleyip hemen kaç para bu soruları geldi. Ardından Atılım’ın bayrağına bakıp destekçimin bu mu olduğunu ve ne kadar para verdiklerini sordular. İki soruya da miktar yerine “Bisiklet hediye, o da okuduğum okulun bayrağı. Çantayı yağmurdan koruma için koydum” deyip geçiştirdim. Bu ara pasaportum ellerinde ama bir işlem yaptıkları yok, beni inceliyorlar. Bir dolu sorudan sonra anladım ki kolay kolay bırakmayacaklar. Bir başka rütbeli geldi. Geçiş pullu buradan (pul para anlamına geliyor) dedi. Bizim para vermediğimizi biliyorum. Aleni rüşvet alıyor bok herifler. “Şimdi sen benden para alırsan elçiliğe şikâyet ederim ‘Türk sporcusundan geçişte para aldılar’ diye, sonra gör bak diplomatik kriz nasıl oluyor.” Hepsi sustu. Oradaki askerlere pasaportumu uzattı, “Mühürleyin pasaportu” dedi. Ardından “Seni bu yükle içeride soyarlar” dedi. Sen misin o lafı diyen. Oradaki birçok askerden zaten kalıplı duruyordum. Döndüm rütbeliye. ‘Lan göt’le başlamayı çok isterdim ama şöyle devam ettim. ‘’Arkadaki bayrağı gördün. Buraya tek başıma geldiğimi de gördün. Eh beni de gördün. Biri beni soymaya yeltenirse ‘Delikanlı adammış’ derim. Hele bir denesin bakalım’’ cümlelerinin ardından ya beni vuracaklar artık ya da geçireceklerdi haha. Kapıyı açın Türk geçsin, dedi. Len önce bir hoş geldin diyin öküzler. Yok bisiklet ne kadar yok soyarlarmış, sinirimi bozdular. Sonradan şehir içinde ilerledikçe öğreniyorum ki kapıda çalışan memurlar Ermeni ve Kürtlerden oluşuyormuş ve ülkenin en büyük haraç noktası da oradaymış. Azerilerin hemen hemen hepsi Kızıl Köprü Kapısı bizden değildir, diyor. Onlar Azeri değillerdir, diyorlar. Kardeşim o halde ne işleri var o kapıda? Neyse anlamak zor.
Sınırı geçtikten birkaç km sonra Azerbaycan’a Türk firmaları tarafından yapılan yeni yol başlıyordu. 18 km kadar gidip ileride gördüğüm tır parkına çektim. Birkaç Türk tırı ve otobüsü vardı. İçeri geçip oturduğumda Azeriler ve Türkler soru yağmuruna tuttu. Sonrasında Türkiye ve Azerbaycan arasındaki siyasi ve ekonomik gelişmelerden bahsedildi. Arka tarafımdan, saçları beyazlamış, şivesi Karadeniz’den olan bir abi söze karıştı. Azerilerle Azeri lehçesinde konuşurken benden özür diledi sonra tekrar şivesine dönüp bizlerle konuştu. Konuşması bilgileri hiç de tırcı gibi değil. Kendisi ile tanıştım, sonra da öğle yemeği ve akşam yemeği yedik. Birbirimizin muhabbeti hoşumuza gitti. 61 yaşında Harun Abi. Trabzonlu. İki kızı var; birini evlendirmiş, diğeri üniversiteye hazırlanıyor. Yıllarını yollara vermiş. Tırcı âleminin neredeyse tamamı bu abiyi tanıyor çünkü gelen giden herkes selam veriyor. Kendisi de, benim muhabbettim hoşuna gittiği için o gece orada kalıyor. Gece de ben benzin istasyonunda çalışan çocuklardan birinin yatağında yatıyorum. Az bir yol yaptım ama olsun, muhteşem bir adam tanıdım.
Sabah kahvaltı yaparken Harun Abi yanıma gelip ‘’ Gürkan sen Allah’ın sevdiği bir kulusun. Kalbin temiz, yüreğin iyilik dolu. Dün buradan gitmiş olsaydım karakolda olacaktım. Çünkü benim firmamın tırcıları bir kavgaya karışmışlar, ben de orada olsaydım o kavgaya girerdim ve karakola hapse atarlardı ama sen geldin diye kaldım’’ dedi.
Kader kısmet, ne diyeyim. Sohbeti de muhteşem, kendi de şeker gibi insan olan Harun Abi’nin yanından sabah erken vakit ayrıldım, yola çıktım. Yol boyunca insanlarla sohbet ettim, yavaş yavaş ilerledim. 30 km sonra Kazak denen ilçede mola verdim. Sonra da konaklama kararı aldım. Şu turun en güzel bisiklete binme günlerini Karadeniz ekibi ile yaptım. Bir gün de güzel geçmedi ki. Rüzgâr gene karşıdan ve polenleri yüzüme yüzüme gönderiyor. Burun akıntısından, hapşırmaktan ben bittim. Kazak’ta şehir merkezine girdim. Türk bayrağını gören halk yol boyunca ıslık çalıp alkışladı. Hatta bir taksi durağı çay içmeye çağırdı, ben de gittim yanlarına. Halk da toplandı. Sohbet edip çay içtik hem ülkelerin kardeşliği birliği hakkında konuştuk hem de taksicilerden biri bana kız kardeşini vermeye, benimle evlendirmeye çalıştı. Al git senin olsun, diyor. Dedim “Benim sevdiğim Türkiye’de, alıp gidemem”. İnşallah hayırlı bir kısmet çıkar, deyip kamp atacağım yer sordum. Onlar da gösterdi. Yağmur başlamak üzereydi. Gerçi yağmurda polen falan kalmıyordu, iyi oluyordu. Akşamı bu köyde geçirdim.
Sabah erkenden yola çıktım, hava her zamanki gibi yağmurlu. Tam belediyenin oraya gelmiştim ki kasabanın delisi beni buldu. Kan çekti kan. 2 dakikada kafamı ütüledi. Bizim Ali Desidero’nun aynısı.
Gitti bana minik bir Azeri bayrağı aldı, onu da Türk bayrağının yanına diktim. Yahşi ol, dedi ve beni uğurladı.
YAHŞİ OL GÜRKAN. Enteresan bir kelime bu. Arabaya machine, bisiklete velosipet diyen bir dilleri var. Gerçi bana pek de yabancı gelmedi konuşmaları. Hatta neredeyse Kıbrıslılarla aynı diyeceğim konuşma hızları ve tarzları. Üniversitenin ilk zamanları geldi aklıma. O kadar hızlı konuşuyorlardı ki Kıbrıs’ta, halkın ne dediğini anlamıyorduk ama zaman içinde kulakta lehçe de dönüyor.
Kazak’tan çıkmadan bankaya uğradım. Buradaki ATM’lerde dolar işareti gözükse de dolar vermiyorlar. Gürcistan’da da aynısı olmuştu. Önce manat (Azeri parası) çekiyorsun, sonra onu dövizciye götürüp dolar yapıyorsun. Parayı da çektikten sonra pedallamaya başladım.
Azerbaycan karayollarında belli aralıklarla güvenlik noktaları var. Otobanda gidiyorsunuz, yol bir anda tek şeride düşüyor. Koca bir kapı, kapının bir tarafı kapalı. Karşıdan gelen araç da sen de oradan geçiyorsun. Sebep kaçan kişiyi buralarda daha rahat yakalayalım diye. Bana kalırsa sebep şu: Rüşvet almayı atladıkları Türk tırlarını bu noktalarda bekletip rüşvetlerini aldıktan sonra geri bıraktıkları yerler. Dün bu kapılardan birinde görevli bir polis memurunun aracını gördüm. Rüşvetin hakkını vermiş, aracı almış. Kapılardan birinde mola verip hem memurlarla hem de tırcılarla biraz sohbet ettim. Sonra da tırcıların yanında çay içtim.
Memur uzaklaştığında hepsi nasıl dert yanıyor inanılmaz. Azerbaycan toprağından çıkıp Gürcistan toprağına girdiklerinde daha mutlu oluyorlar. Burası bizim vatanımız değil, diyorlar. Memurlar tırcıları bezdirmiş. Hâlbuki köylerdeki durum hiç de öyle değil. Köylerde Türk misafirperverliğini en iyi şekilde bu halk gösteriyor bana.
Mesela Toruz’da yolda çamurluğun vidası düştü. Yolumun üzerindeki bir köye girdim. O vidayı bulmak için köy seferber oldu desem yeridir. Öğle yemeğini de yedirmeden beni göndermediler.
Enerjim yerime gelmişti. Bu yağmur ve rüzgârla başka türlü başa çıkamazdım. Toruz’dan çıktığımda daha 40 km yapmıştım ki arkamdan Harun Abi bana yetişti. O tır parkında bir gün daha konaklamıştı olaylardan ötürü. Ganja’ya doğru gidiyordu fakat Bakü de yapabilirim demişti. Biraz sohbetten sonra yoluna devam etti. Ben de akşama kadar Ganja’ya ulaşmayı planlıyordum.
Hava koşullarına soğuk da eklendi. Bu süreç içinde sıcaklığın düştüğü fark ediliyordu. Bir ara rüzgâr nasıl oldu anlamadım ama arkama geçti. Üstüne rakım da çaktırmadan azalmaya başladı. Obaaaaaaaaa! Akşam Ganja’ya zor varırım, diyordum. Hızım bir anda 30 ile 38 km arasına çıkınca bir de bakmışım ki akşam hava kararmadan yağmura ve soğuğa rağmen Ganja Türkiyem Tır Parkında kendimi bulmuşum. 100 km’yi devirmişim. İşte bahsettiğim rüzgâr olayının farkı budur. Harun Abi “Burada kal, yardımcı olurlar” demişti. Oldular da haha.. İçerisi tır kaynıyor. Çektim benim tırı da o tırların yanına. Üstüm başım çamur içinde ama olsun. İçeri girdim. İçeride tır parkından çok pavyon havası vardı. Şu mekânlara girdiğimde insanların bana bakışlarına hasta oluyorum hahaha. Hemen solumdaki masadan “HEÇEN BU KİMDUR” sorusu gelince hah dedim hemşehriler burada. Mekânın sahibi geldi yanıma. Durumu anlattım, oradaki tırcılar ve kadınlar da merakla dinlediler. Bana patronun odası ayarlandı. Hâlbuki ben çadır kurmak için alan istemiştim. Önüme yemek kondu, nemli olan kıyafetlerimi kurutmam için ısıtıcı verildi. Akşam da odaya masaja geldiler. Kilometrajı sıfırladık. Tek kuruş para vermedim. “Senin gibi adama para verdirmek olmaz, misafirimizsin” dendi. Harun Abi teşekkürler haha. Bundan sonra uzun yol seyahatlerimde tır parkı kullanacağım. Tırcı camiasına girmiş olduk böylelikle. Şu iPod’daki müzikleri değiştirmek lazım, ne o öyle antin kuntin şeyler yüklemişim. İyi ki yolu tek başıma alıyorum dedim. Yoksa tır parkında işim ne…
Sabah tırcı kankalarla birlikte kahvaltı yaptık haha. Herkes bastı gaza, ben de pedalıma bastım yollandım. Ganja’nın içine girdim. Şehir canlı ve hareketli ama öyle bir yağmur yağıyor ki millet nereye nasıl sığınacağını şaşırmış durumda.
Avrupa şehirlerine benzeyen bir tarzı var. Fazla yüksek olmayan binalar, minik müstakil evler. Yağan yağmurda yollar bir anda oldu nehir gibi. Bizim ülkemizde sık sık karşılaştığımız altyapı sorunu burada da var. Şehrin Bakü çıkısına ulaşmaya çalışıyorum umurum değil yağan yağmur. Şehirden çıkıp araziye girince rüzgâr ve soğuk da bir patladı. 34 km yol alıp gene böyle yoldaki emniyet noktalarının birinin yanındaki lokantanın bahçesine çadırı attım.
Rüzgârda ve yağan sağanaktan çadırı zor kurdum. Hemen üstümü başımı değiştirdim yandaki lokantaya attım kendimi. Eh madem buradayız, bir süre yemeğini yiyelim. Lokantanın sahibi ve müşterilerle uzun uzun sohbet ediyoruz. Kürt açılımından, ekonomik duruma kadar bir çok bilgi alışverişinde bulunduk. İş konusunda yeni fikirler verdiler.
Bu arada evli olup olmadığımı sordular. “Hayır, değilim” deyince Azerbaycan’da bana yaşımdan dolayı sadece evde kalmış kızları verebileceklerini söylediler. Nasıl yani, dedim. Burada bir kız 25 yaşını geçtikten sonra hâlâ evlenmemişse evde kalmış durumuna geçiyormuş. O kızı ya dul adamlar ya da benim gibi yaşı geçkinler alırmış. Üstelik de aile kızın evden gitmesi için de para verirmiş. Yani beterin beteri var derler ya, aha işte Azerbaycan. Muhabbetleri güzeldi ama benim uyku geldiği için çadırıma döndüm.
Gece boyunca yağmur yağdı. Çadıra düşen damlaların çıkardığı sesler bir süre sonra melodi gibi gelmiş olmalı ki dalıp gitmiştim. Sabah gene o melodi kaldığı yerden devam ediyordu. Bugün de çadırda konakladım çıkmadım hiç. Zaman varken bu yazıları yazdım. Fakat 30 Nisan günü gene pedallıyor olurum.
Sabah çadırın içine giren güneşle uyandım. Fermuarı bir açışım var, çadır yırtılacaktı.
Parçalı bulutlu bir hava vardı, güneş de arada bir kendini gösteriyordu. Tamamdır, dedim. Yol almanın tam vakti. Hemen bir şeyler atıştırdım ve toparlandım. Yola nasıl çıktığımı bile anlamadım. Yerler hala ıslak ve çamurluydu. Öyle bir yoldan geçiyordum ki iyi ki yağmur yağmıyor diye şükrettim. Yoksa bisikletle beraber o balçığın içine gömülür kalırdım. Enteresan bir toprak var bu Azerbaycan’da. Yol boyunca görmeye değer pek bir yer yoktu. Hatta yerleşim yeri bile yoktu diyebilirim. Önümde Yevlak şehri vardı. Bugün rüzgâr da esmiyordu şanslıydım. Çektim bisikleti güzel yoldan tenha bir alana, çıkardım ocağımı makarna yaptım kendime. Öyle oturup doğayı seyrettim boş bakışlarla. Bazen uzun süre araç da geçmiyordu. Enteresan bir sessizlik oluyordu çevremde. Ne kuşların sesi ne rüzgârın fısıltısı ne bir böceğin sesi… O sıra ben de hareketsiz durup sessizliğe bırakıyordum kendimi.
Yemek faslından sonra Yevlak şehrine ulaşıyorum. Şehrin ortasından geçen ana yol bayağı hareketli ve kalabalık. Orada su almak için benzin istasyonuna uğruyorum. Müşteriler ve çalışanlarla biraz muhabbet ediyorum. Daha dün bisikletli bir çiftin oradan geçtiğini söylüyorlar. Şaşırıyorum. Önümde birilerinin pedalladığını biliyordum ama o farkı 1 güne düşürdüğüme inanamadım. Bir heyecan sardı beni. Yabancı yol arkadaşlarım olabilirdi. Hiç vakit kaybetmeden pedallamaya başladım.
Arabalar yanımdan hızla geçerken bir araç ileride durdu ve beni bekledi. Yaklaştığımda dikkatimi çekti, Polat İnşaatın aracıydı. Türk bayrağını görünce durduğunu ve şantiyeye çaya beklediklerini söyleyip yola devam ettiler.
Polat İnşaata vardığımda 87 km yapmıştım ve saat daha erkendi fakat günlük yapmam gereken kilometrenin üstüne çıkmıştım. Devam edecek gücüm de vardı, saat de erkendi. Şu bisikletçileri yakalamayı çok istiyordum. Neyse bir çay içip soluklanıp çıkayım, dedim. Girdim ama çıkamadım. Çok iyi insanlarla tanıştım. Beni misafir ettiler Polat inşaatın şantiyesinde. Bir oda verildi, kirlenmiş kıyafetlerim yıkandı, kurutuldu. Sıcak bir duş aldım. Kendime geldim. Akşam yemeğinden sonra da minik bir tavla turnuvası yaptık. Bu mola sırasında da biraz üzüldüm. Önümdeki grupla aramdaki mesafe açılıyordu. Yorgunluktan bir süre sonra odama çekildim uyudum. Sabah kalktığımda gene yağmur yağıyordu. Seviyorum ya artık yağmurda yol almayı, iyi oluyor. Polat’ın şantiyesindeki Cengiz, Serdar ve Mehmet Abi ile vedalaştıktan sonra yola koyuluyorum.
Ana yolda seyahat ettiğimden dolayı pek görmeye değer bir şey yok etrafta. Zaten şu yağmurda da alabildiğim kadar yol almayı çok istiyorum. 87 kilometre sonra Küldemir’in hemen çıkışında Şherk Marketin önünde duruyorum ve biraz sohbet edip erzakları tamamlıyorum akşamki kamp için. Bu arada önümdeki bisikletlileri soruyorum. 10 gün önce geçti demez mi. O an anlıyorum ki hem arkamda hem önümde bisikletçiler var. Bir grup bisikletli 10 gün önümde bu kesin. Diğerleri de Yevlax’tan dağ yoluna dönmüş olmalılar ki onlara da o yüzden yetişemedim ben. Marketin sahibi Enver Türkiye’den geldiğimi öğrenince “Abi havada kararıyor, kal sen bu gece burada. Çadır at” diyor. Güzel yerimiz de var çadır için, dedikten sonra kalıyorum. Tam da bu sırada Portekiz’den misafirler geliyor. David Estrela. Asya’yı karısı ile birlikte karavanla geziyorlar. Muhteşem bir çift. Benim bisikletle tek başıma gezdiğimi duyduklarında Giresun yolunda karşılaştığım Olivier ve Sophie gibi “Çılgın Türk” diyorlar. Azerilerle Türkçe konuştuğumu görünce de şaşırıyorlar. Dillerini nereden bildiğimi soruyorlar. Bu dil öz Türkçedir, cevabını aldıklarında da çok şaşırıyorlar. Ben de onlara Türk tarihini biraz anlatıyorum. Bu güzel sohbetten buluşmadan sonra onlar yollarına devam ediyorlar, ben de çadırımı kuruyorum.
Yoldaki ilk sivrisinek saldırısı ile karşı karşıyayım bu kamp sırasında. Anlamadığım bu yağmurda soğukta sivrisineğin işi ne. Neyse ki sivrisinek ve kene ilacım da mevcut ilk yardım çantasının içinde. İki fıs fıs işlem tamamdır. Sessiz sakin bir uykuya dalıyorum. Daha önce hiç çadırda bu kadar huzurlu uyumamıştım. Enver ve babasının sohbeti o kadar sıcak ve kalptendi ki sanırım o yüzden bu kadar rahat uyuyabiliyorum. Sabah gideceğim saati önceden söylediğim için ve bu market de 24 saat açık olduğundan bana kahvaltı hazırlamışlar. Kahvaltı muhabbeti için de köyden birkaç kişi daha gelmiş. Muhteşem anılar, insanlar… İyi ki bu yola çıkmışım. Vedalaşıp yağmurun ve sisin arasında kendimi gözden kaybettiriyorum onlara.
Her konakladığım veya mola verdiğim alanda sohbet ettiğim insanları düşünüyorum pedallarken. O kadar çok ki daha yolun yarısında bile değilim. Hafızamı tazelerken kimi zaman gülüyorum kimi zaman hüzünleniyorum. O ilk günkü telaş aklıma geliyor. Otobüs garındaki bisikletçi dostlarım, eski iş arkadaşlarım, ailem. Duruyorum. Bisikletten inip biraz dinleniyorum. Aslında gözlerim sulanıyor dinlenmek bahane gözyaşları içinde bisiklet sürmek istemiyorum. Bu yola niye çıktığımı hatırlıyorum. Yağan yağmur yüzümden aşağıya akarken gözyaşlarımı siliyor. “Yola devam, et hadi durma” dercesine.
Tam bisiklete binip hareket edecekken bir ses duyuyorum. Domuz sesi çok yakınımda ama göremiyorum bir türlü. Sonunda ortaya çıkıyor ve yavru domuz koşarak bana doğru geliyor.
Yavaş hareketlerle fotoğraf makinemi çıkartarak onu kareliyorum. Bu arada kaçmak içinde hazır bir pozisyonda duruyorum. Çünkü her an annesi bir yerlerden çıkıp bana saldırabilir. Biraz onu seyrettikten sonra pedallamaya başlıyorum. Haha beni takip ediyor. Bir süre arkamdan da geldi. Evinden daha fazla uzaklaşmasın diye hızlanarak uzaklaştım o noktadan. Yolda tek tük de olsa yeşil alanlar görmek mümkün buralarda.
Öğle yemeği için yol kenarında rüzgârın ve yağmurun beni rahatsız etmeyeceği bir yerde durmuştum. Muhteşem menümde ne var: Yağsız makarna, muz, bir adet elma ve Mars çikolatası. Bu yemek olayından sonra yanımdaki su da bitiyor. Bir önceki market alışverişinde su yerine gene bana soda vermişler. Burada su dedin mi mutlaka soda getiriyorlar. Artık ‘gazsız su’ deyip kendimi garantiye alıyorum.
Bu moladan sonra akşama kadar hiç durmadan pedal çeviriyorum. Belli bir düzene bağlamış durumdayım. 88 km yaptıktan sonra bir restoranda duruyorum yemek yemek için. İçeri giriyorum, geniş büyük bir restoran. İçeride çoğunlukla aileler var. Merkezi bir yerde değil, insanlar araçları ile gelmişler. Yemeklerini yedikten sonra ben de anlıyorum neden insanların burayı tercih ettiklerini. İçeriye gidip aşçısına teşekkür ediyorum, yemekler çok güzeldi. Arkadaşlar, Azerbaycan’ın hangi şehrine giderseniz gidin etin lezzetinde en ufak bir değişiklik yok. Baharatı, tuzu, yağı, her şeyi yerinde. Hatta hayatımdaki en iyi et döneri Bakü’de yedim diyebilirim. Bu arada beni fark eden mekân sahibi bisikletle nereden geldiğimi soruyor. Anlatıyorum ona kısaca durumu. Bisikletimi hemen depoya götürmemi söylüyor, akşam da kendisinin misafiri olmamı istiyor. Oradaki aileler ve çalışanlar da bir Türk’ün böyle bir başarı sağlayacağından dolayı gurur duyuyorlar. Bana arkadaki köy evinden bir yer ayarlıyorlar, çadırda kalmam istenmiyor. İnanın benim çadırımın konforu köy evinden kat ve kat daha iyiydi fakat rencide etmemek için geceyi orada geçirdim. Köylerindeki insanlar çok fakir ama her ne olursa olsun Türk misafirperverliğini her ne koşulda olursa olsun gösteriyorlar. Sabah kahvaltısından sonra da vedalaşıp yola çıktım.
İşte bugün büyük gündü. Bakü’ye varacaktım. 100 km vardı, ne olursa olsun varacaktım. Yağmur yoktu yerler ıslaktı. Ama beklenen an işte rüzgâr arkamdan öyle şiddetli esiyordu ki pedalı çevirmesem bile bisikleti o ağırlığına rağmen sürüklüyordu. İşte bu yaaa! 1550 km’dir esmeyen rüzgâr sonunda benimle birlikteydi. Botları ayağımdan çıkardım umurumda değildi. Ayaklarım ıslanırsa ıslansın SPD’leri giydim daha iyi yol almak için. Hızım 20 km. İşte bu 30 km! Süpeerrrrrrr 40 km! Hiç durmasın şu rüzgar ya arkamdan gelsin ve 47 km. Yol düz, viraj yok, 1 saat içinde 40 km yol alıyorum, saat daha sabah 10. Her uzun yol bisikletçisinin istek ve arzusu budur. Arada bir biraz şu rüzgâr yardım etsin. Öğlene kadar 70 km yol alıyorum. Hazar Denizi’ni görmek beni mutlu ediyor.
Fakat Bakü’ye hâlâ var. Durmak yok derken ben yavaş yavaş yönümü batıya doğru çevirmeye başlıyorum. Bu sefer o aynı rüzgâr karşımda işte. Bisiklet duruyor!! Gitmiyor. Bakın gitmiyor diyorum. Bisikletin üzerinden iniyorum. Olamaz ya, 30 km kaldı Bakü’ye ya, bu kadar yakınken olmamalıydı bu. Öyle şiddetli bir rüzgâr var ki yanımdan araç geçtiğinde bile onun hava boşluğundan etkilenip yana savrulup yol dışına çıkıyorum. Bir tır geçtiğindeyse bisikletin kontrolünü kaybedip yan taraf düştüm. Tamamdır 25 km mi kaldı, yürüyerek de olsa varacağım bugün bu şehre o kadar!!! Bakü’ye girdiğimde öğreniyorum ki. O geçtiğim alan fırtınalar alanıymış. Bazen o kadar sert rüzgâr esermiş ki araçlar bile zorlanırmış. Biraz binerek biraz yürüyerek akşam 5’te Bakü’ye varmayı başardım. Başardım ulaaaaaaaaaaaaaannnnnnnnnnnnnnn! Doğa ile savaşı kazandım. Günlerdir yağmurda çamurda soğukta yol alıyorum ve sonunda Bakü’deyim.
Şehrin içlerine girdikçe rüzgâr kesiliyor binalardan dolayı, artık daha rahat hareket ediyorum. Trafiği bana İstanbul’u hatırlatıyor. Bir kargaşa var, düzen yok yollarda. Sinyal veren bile yok. Benim kamyonu gören zaten bakakalıyor. Geçeceğim noktalarda el hareketlerimle trafiği durduruyorum. İlerlemeyen trafiğin yanından geçip gitmem eminim ki birçoğunu sinir ediyordur. Bu bizim ülkemizde de böyle oluyor 😀
Yoldaki insanlara sora sora elçiliğimizi buluyorum. Tabii elçilik kapanmış olduğundan kapıdaki güvenlikle sohbet ediyorum sadece. Beni görünce şaşırıyorlar. Kısa bir sohbet sonrası elçiliğe yarın gelmem söyleniyor. Öncesinde araştırdığım otelleri bulmak için tam pedallamaya başlamıştım ki Tiflis’te tanıştığım Mert beni aradı, nerede olduğumu sordu. Bakü’deyim, dedim. O da benim Türkmenistan’a geçtiğimi düşünüyormuş. Kendisi de dün Bakü’ye gelmiş. Yerini söyledi, ben de hemen onun yanına gittim.
Kız Kalesi, Hazar Denizi yanındaki tarihi yerlerden biri. Hemen onun yanında çok güzel bir Gürcistan lokantası var.
Mert’le orada buluştuk. Mekân sahibi ile tanıştırdı beni biraz sohbetten sonra yan binadaki Azeri otelinden bir odayı uygun bir fiyata ayarladık. Uygun dediğim fiyat, günlüğü 40 Manat yani 80 TL ediyor.
Güzel bir akşam yemeği, iyi bir yatak, sıcak bir duş, internet… Çok fazla geliyor hepsi bir anda olunca haha. O kadar alışmışım ki arazide yol almaya, ertesi gün pedal çevirmeyince kendimi bir garip hissettim.
Sabah ilk işim elçiliğe gitmek oldu. Basın Müşaviri Bülent Bey’le görüştüm. Kendisi de beni TRT 1, Anadolu Ajansı, Trend Ajans ve İctimai TV ile görüştürdü.
Uluslararası yayın yapan İctimai Tv’de sabah programına konuk oldum. O günün konusu da TRT Radyosunun 83. yıl dönümüydü. Hem oradaki stüdyoda hem de Türkiye’dekinde çok değerli hocalarım vardı. Ben de bir İletişim Fakültesi mezunu olarak söze şöyle girdim: “Bu program radyoda yapılıyor olsaydı benim anlatacaklarımı dinleyiciler o kadar güzel hayal ederlerdi ki şu anda bisikletimin üzerindeki çamurları bile görebilirlerdi, benim şu görüntümü bile hayallerinde canlandırabilirlerdi. Radyo hayal gücünü zenginleştiren bir iletişim aracıdır. Hayatta da her şeyin başlangıcı hayallerimizdir. Onları gerçekleştirmek için yaşarız. Aynen benim yapmakta olduğum tur gibi” ve hikâyemi anlattım. Büyük ilgi gördüm stüdyodakilerden. Konuk sanatçılar Rahman ve Hatıra beni akşam yemeğine davet ettiler bu başarımdan ötürü. Beni Azerbaycan’da ağırlayan köylerinden şehirlerine kadar tüm Azeri kardeşlerime dostlarıma buradan tekrar tekrar teşekkür ederim.
Yemek esnasında elçiliğimiz bana geri dönüş yaparak elçilik misafirhanesinde kalmam istendi. Tabii ki bu çok hoşuma gitti. Bakü çok güzel ve büyüleyici bir şehir. Fakat cidden çok pahalı. Yol boyunca harcadığım paranın kat ve katını yemek ve birkaç eksik parçaya harcamak kötü hissettirmişti. Birkaç gün de olsa elçilik misafirhanesinde kalmak çok iyi geldi. Elçilik çalışanlarının büyük desteğini almak da mutluluk vericiydi.
Bir gün boyunca şehir içinde turluyorum. İzmir Restoranda yemek yiyorum. Kuru fasulye ve pilav birlikteliğini ve baklavayı özlediğimden hemen onların siparişini veriyorum. Hizmet süper. Çalışanların hepsi güler yüzlü. Şehir tam anlamı ile inşaat içinde. Kaldırımlar, binalar, sürekli yeni yapılan bir şeyler var. Geceleri de durmuyorlar. 5 seneye kalmaz muhteşem bir şehir olur burası. Türkiye’de İstanbul’da göremediğim markaların kendi dükkânları burada mevcut. Kadınları şık ve güzel. Kadınların bu güzelliği şehrin kirliliğini maalesef saklayamıyor. Bu kirlilikten rahatsız olanlar da var ve ben onlarla tanışıyorum Ankara’daki İbrahim kardeşim sayesinde.
Yaşıl Velosibitçiler Kulübü. Ülke genelinde çok geniş katılımcıları var. Amaçları hem Azerbaycan da hem de Ermenistan’ın işgal ettiği Azerbaycan topraklarındaki ekolojik hayatı korumak, insanların doğaya karşı daha duyarlı davranmaları için ellerinden gelen yapmak, topluma bisikletin bir idman aracı değil bir ulaşım aracı olduğunu göstermek gibi çok güzel hedefleri ve çalışmaları var.
Bu grupla tanışmaktan, onlarla Azerbaycan’ın Bakü şehrinde bisiklete binmekten çok mutlu oldum. Aynı bizler gibiler. Yaşanabilir bir şehir yaratmaya çalışıyorlar. Trafikte bisiklete saygı olayı bizdekinden biraz daha kötü. Biz ‘Perşembe Akşamı Bisikletçileri’ bile senemizi doldurmamıza rağmen hala aynı sıkıntıyı başkentte yaşıyoruz. Türkiye’deki Bisikletliler Derneği ile ileride bir çalışma gerçekleştirmek istediklerini de dile getirdiler. Murat Abi belki buranın da polislerinin altına bisiklet çektirtir, belli mi olur :D. Dün sabah dernek lideri Elshan Nur eşliğinde 3 saatlik bir Bakü turu attık. En güzel caddelerinde bisikletle gezdik. Bayan katılımcı sayısı azdı fakat ileriki günlerde bu katılımın çok olacağından eminim. Durmak yok pedallamaya devam.
Bakü’deki görüntüler ve fotoğrafları da en kısa zamanda Facebook’a koyacağım.
Şu anda bir apartmanın ara boşluğunda oturmuş yazıyorum bu yazıları. Yaşasın kaçak internet olayı fakat betonda oturmaktan dötüm biraz dondu. Ben bu yazıyı şimdilik bu şekilde blog sayfasına yolluyorum ileride kesinlikle eklemeler veya düzeltmeler olacaktır. Çok beklettim farkındayım. Şu ‘Gül Festivali’ni bir görelim bakalım neymiş.
Bisiklet ile yapılan km: 550
Kaybedilen kalori: 22500
Azerbaycan sınır kapısından Bakü: 8 gün
Toplam tırmanış: 720 metre