Svaziland girişi oldukça rahat oldu. Afrika’da şu zamana kadar sınır kapılarında hiç kimse “Hey dur şu çantaların içinde ne var bir bakalım’’ demedi. Sınır geçişinden sonra kapının hemen yanı başında hazır gsm kartlarından satan bir adam vardı. Kartın fiyatı da oldukça ucuz. Adama kredisi de var mı diye sorunca hemen uzattı. Yıldız hashtag olayına girip aylık internet paketi seçeneklerine bakıp uygununu seçtim, aynı anda internet paketini de açtırdım. Afrika kıtasında kara yolu ile yaptığım bu seyahatte hemen hemen bütün sınır kapılarında benzer durumla karşılaştım. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki; yurt dışına çıktığınızda (çoğunlukla uçakla gidiliyordur) her hava limanında da benzer durum söz konusu. Gittiğiniz ülkelerde telefon hattı alma prosedürleri ülkemizdeki gibi değil (en azından benim ayrıldığım dönemdeki gibi değil). 1 haftalık tatile bile gidiyor olsanız çok ucuz fiyatlara internet paketini, gsm hattını çok kısa bir sürede alabiliyorsunuz. Bu aldığım yer Svaziland; Afrika’nın en güneyinde bulunan küçük bir ülke.
Sınırı girişinde klasik Afrika görüntüleri var. Teneke evler, yolun sağına soluna park etmiş tırlar, çocukları ile birlikte ülkeden ülkeye yürüyen insanlar. Göze çarpan zenginlik veya lüks ibaresi bir ortam veya birilerini görmek zor. Sadece arabaları ile gelen bir iki turist gördüm o kadar.
Sınır kapısından başkente kadar 30 kilometre var. Hava kararmadan önce geçtiğimden sınırın hemen yanıbaşındaki ufak bir otelde konakladım. Görünümü kamyoncuların, civardaki ayyaşların, işsizlerin takıldığı bir bar gibi. Bu coğrafyalarda böyle yerlere bir beyaz girdiğinde içeridekiler şaşırıyor. Güney Afrikalı beyazlar böyle ortamları pek tercih etmiyorlar. Bir iki saniye içinde benim Güney Afrika vatandaşı olmadığım da zaten anlaşılıyor. Yabancıların çekindiği bir konu olmadığından ve direkt yabancı olduğum anlaşıldığından rahatlıkla girip takılabiliyor, sohbet ediyor hatta konaklayabiliyorum. Verdikleri odaya gittiğimde gülme tuttu. Aklıma Gürcistan’da Gori’de girdiğim kerhaneden bozma otel geldi. Yatağın ortası göçmüş, nevresimler leş içinde, odanın sağında solunda köşelere sinmiş karafatmalar. Tanıdık görüntüler.
Svaziland girişinde 1.800 metreye kadar geldim ve yükselmeye de hala devam ediyorum. Başkentin girişinden önce de küçük bir rampa var sonrasında 800 metreye kadar iniş. Tırmanışı yaparken Svaziland Fahri Konsolosumuz İsmail Ölmez arabası ile gelip yolda karşıladı. Ramazan Bayramı’nın ilk günüydü ve hemen bayramlaştık. Haliyle kendisi araba ile gelince önden gitmek zorunda kaldı. 40 dakika sonra ben de şehirdeki şirketlerine vardım.
Çetin ve İsmail Ölmez Svaziland’e elektrik mühendisi olan babaları sayesinde 1983’de gelmişler. Böyle kararlar aslına bakarsanız benim aldığım şu dünya turu kararından daha büyük kararlar. Hele şöyle noktalarda yaşamayı seçmek o dönemdeki zorlukları düşünürsek büyük cesaret isteyen durumlar. Elektrik işinden sonra medikal işine dönmüşler. O dönem için ve günümüz için oldukça yerinde bir karar olmuş. Ülkede medikal cihazlar ve mobilyalarını satan tek firma kendileri. Hem yıllardır ülkede bulunmalarından dolayı hem de işlerini en iyi şekilde yaptıklarından, ülkenin kralı ile de kanka durumundalar.
İkinci Dünya Savaşı’nda Japonya bu ülkeden demir çıkarmış. Bunu öğrenince ağzım açık kaldı. Bu ülkede maden arama işleri görünürde resmi olarak 1963’de başlamış fakat krallığın dediğine göre İkinci Dünya Savaşı’nda Japonlar buradaymış. Dünyadaki en eski demir madenlerinden biri de burada yer alıyormuş. Ülkenin farklı bir noktasında olduğundan o noktaya gitmedim. Şeker kamışı ve kereste ülkenin ihraç malları. Yükseltilerin fazla olduğu bir coğrafyada işletilen maden neredeyse yok. Şu anki kralın babası yabancılara maden izni vermemiş, oğlu da aynı kuralı sürdürüyor. Kendilerinin de ülkedeki madenleri çıkartacak teknolojileri yok.
Svaziland kralının en çok istediği şeylerden biri de dünyanın büyük havayolu şirketlerinden birinin ülkelerine direkt uçuş yapması. Bunu öğrendiğimde Fahri Konsolosumuz İsmail Bey’e dedim ki “O zaman şöyle yapalım; bize ülkede maden aramamız ve işletmemiz için izin versinler, biz de 400 km ileriye Johanesburg’a inen THY’yi ülkelerine gönderelim”. O an İsmail Bey’in bir bakışı vardı. Yani bu olaylar benim dememle olsaydı hiçte fena bir fikir değildi. Tabi öncesinde bir fizibilite yapılırdı ondan sonra karar verilirdi. Benim o an saniyeler içinde aklıma gelen fikri İsmail Bey çok sevdi.
Bu ülkenin düz ve sulak alanlarının neredeyse tamamı şeker kamışı tarlası. Şeker kamışı tarlalarının ucu bucağı gözükmüyor. Kafamı nereye çevirsem yüzlerce dönüm şeker kamışı tarlası var. İngiltere 2015 yılında Svaziland’e 30 milyon sterlin para verip şeker kamışının toplanması, ekilmesi ve şeker üretimi konusunda destekte bulunmuş. Amerika da benzer destekleri bu ülkede ananas konusunda yapıyor. Dünyada şeker üretiminin %70’i şeker kamışından, %30’u da şeker pancarından yapılır. Brezilya ve Hindistan üretimin olduğu en büyük ülkeler. Dünyanın dört bir yanında şeker kamışı üretimine en çok destekte bulunan ülke İngiltere, durum böyleyken piyasanın kontrolü de kendisinin elinde. Türkiye’de yaptığım gezilerde topraklarımızı da görmüş biri olarak şunu demekte fayda var: Arap ülkelerinde ve Afrika ülkelerinde gördüğüm topraklarda da şeker kamışı yetiştiriliyorsa bizim ülkemizde hayli hayli yetiştirilir. Üretimi ve maliyetleri şeker pancarına göre hesaplandığında daha düşük çıkıyor. 4 mevsimi yaşayan her ülkede şeker kamışı üretimi yapılabilir gibi gözüküyor fakat işin içine politika, siyaset ve büyük devletler girince darbeyi her zaman olduğu gibi emekçi yiyor. Ben bunları derken ülkede şeker pancarı üreticisi darbe üstüne darbe yedi. Gördüğüm ve öğrendiğim kadarı ile Svaziland’da un ve şeker fabrikaları var. Hatta kral yabancı firmaların fabrika açmaları için bazı teşviklerde de bulunuyor. “Yahu gelin burada markanızla çalışın size fabrika bile vereceğim” dese de gelen firmaların hepsine kendisi de %50 ortak oluyor. Büyük firmalar da bu duruma pek sıcak bakmıyor. Durum böyle olmasına rağmen ülkede Coca-Cola’nın fabrikası var. Svaziland ve çevresindeki Güney Afrika şehirlerine ürünler buradan gidiyor.
Kral’dan bahsederken aklıma geldi. Kralın 40 tane karısı var. Kral’a şu soruyu sormak isterdim “Baba millet bir kadınla baş edemiyor sırrın nedir? Bilmediğimiz ne biliyorsun. Yani bu kadar milletten kadın tanıdım henüz konuya senin kadar vakıf birini göremedim. Bu yüzden soruyorum.” Her yıl bu sayı artıyor. Çocuklarının çoğunun adını bilmediğini düşüyorum. Kırsalda, evlenmek istediğin kadının ailesine 5 öküz vermek zorundasın bu olay Afrika’nın genelinde hemen hemen aynı. Fakat diyelim ki gönlünü kralın kızlarından birine kaptırdın, o zaman 100 öküz vermek zorundasın. Kralın kızlarından biri ile evlendin mi ülkede yapacağın yatırımlarda veya iş fırsatlarında sana öncelik tanındığını da söyleyebilirim. Kralın hanımlarının evinin yanından geçtik, baya bildiğin 3-4 katlı güzel evler. Çok ülkede fakir halk gördüm fakat bu sahra altı Afrika ülkelerindeki adaletsiz gelir dağılımı uçurumunu başka kıtalarda görmedim. Sahra altı ülkelerde yerel halkta yükselen, maddi durumu iyi olan kendi halkına zarar vermiş. Görünen o ki bunu yabancı devletlerin kışkırtmasıyla yapıyorlar ama yapıyorlar. Okul yok, okul yerine hanımına malikâne yaptırıyor, devlet hastanesinin içinde malzeme yok fakat bilmem kaç bin dolarlık elbiseler, takılar hanımlarına alınıyor falan.
Ülkede dağ bisikleti yarışları revaçta, arazi güzel olunca yakındaki Güney Afrika şehirlerinden yarışlara katılmaya gelenler oluyor. Açık söylemem gerekirse bu ülkede de benzer organizasyonlara da katılanlar çoğunlukla beyazlar. Hâlbuki ülke nüfusuna baktığımda siyahların sayısının büyük bir çoğunluğu var. İmkânı olan siyah da katılmıyor. Böyle benzer aktivitelerde neden onları göremiyorum henüz anlamış değilim. Çok başarılı olacaklarından da şüphem yok. Ülkenin spor bakanı ile tanıştım. Ne güzel ki kendisi de bir bisiklet sporcusuymuş. Ellerinden geleni yapıyorlarmış bu sporun gelişmesi için fakat malum istedikleri bütçeleri ve destekleri bulamıyorlarmış. Ee, arkadaş her yıl sizin Kral bir eş alacağına size bir sene yardım etse, destek olsa coşarsınız gibi gözüküyor ama nerede?
Yaşamım boyunca bir türlü “bey” veya “hanım” demeyi sevemedim. Diplomatların hepsi de bana Gürkan Bey, Gürkan Bey deyip duruyor. Hani yaşlar yakınsa birbirimize ismimizle hitap edelim, yok siz büyükseniz bırakın ben abi, abla deyim. (Bana kalırsa adınızla hitap ederim de vay saygısız deme ihtimaliniz büyük. Şu beyli hanımlı muhabbet benim tarafta saygı değil, tam anlamı ile samimiyetsizlik anlamına geliyor. 6 sene içinde binlerce yabancı insanla tanıştım, yaşı benden büyük küçük kadın erkeğe hep adları ile hitap ettim. Biri de bana MR. Gurkan demedi ki prensler, bakanlar, devlet adamları da dahil. Bu sebeplerden ötürü de diplomatlarla tanıştıktan sonra inatla abi-abla veya adları ile hitap etmeye özen göstersem de hala şu bey muhabbetinden kurtulamadım dillerine dolanmış. İnsanlar Gürkan Bey demediğinde “Lan saygısız insan” diyecek biri de değilim. Adımla hitap edebilirsiniz, Gürkan Genç. Bu olayın en bombasını Umman’da yaşamıştım (Osmanoğlu ailesinden biri ilk defa tanıştığımda “Ooo Gürkancım, Selimcim” kanka moduna girmiştik ki muhabbetimiz hala devam eder.)
İsmail Abi sağ olsun beni çok güzel ağırladı. 5 gün kadar onun evinde de dinlendim. Bir oğlu var. Şu an Singapur’da çalışıyor. Ben oradayken Singapur’da çıkan bir gazete haberini gösterdi. Oğlunun bir başarısından Singapur’daki gazeteler övgüyle bahsediyordu. Çinceyi öğrenmiş. Süper. Ben de gurur duydum. Yurtdışında başarılı olup ülkemizi temsil eden öğrencisinden, doktoruna, iş adamından/kadınından gezginine kadar birçok vatandaşımızdan haberimiz yok. Ülkenin gündeminde böyle insanlara yer yok. Neden başarılı insanları sürekli gösterip umut verilsin? Gazeteci bana der ki; “Abi gündem yoğun sen arada kaybolursun başka zaman haberini yapalım”,“ Abi haberini arka arkaya girmeyelim aradan biraz zaman geçsin.” Sanki ülkenin gündemi dakika başı değişmiyormuş ve tüm Türkiye’de herkes senin yaptığın haberi gördü, beni artık biliyor. Hele şu abi hiç yayınlanmamış fotoğraflarından göndersene muhabbetine de hastayım. O fotoğraflara 100$ veren ülke basını var arkadaş. Peki, paranın döndüğü spor dalı hangisi? Tabi ki de futbol, onun haberini yapacaklar, en çok tıklanmayı ne alır? Magazin, onun haberini yapacaklar ve sonrasında diğerleri. Zaten ülkemizde haber konusunda çok şükür sıkıntı yok. 51 ülkede gezdim, gündemi bu kadar hızlı değişen başka bir ülke yok. Bunu elçilerimizin hepsi de çok iyi bilir. Kısaca çıkara dayalı bir düzen. Benim haberimi ne zaman adam akıllı yapacaksınız, ben de siz de iyi biliyorsunuz. : )
İsmail Abi iş gezisi sebebi ile Namibya’ya gidecekti, kal dese de ben de artık yoluma devam edeyim. MR1 yolunu seçip şu dünyanın ikinci en büyük yekpare taş parçası: Sibebe Kayasını bir göreyim dedim. 1488 metre irtifada, yüksekliği 390 metre. Oldukça büyük! ? Kaya tırmanışı yapan Avrupalı arkadaşlar kendisini çok severmiş.
Avustralya’da bulunan en büyük kaya parçası Uluru’dan daha yaşlı. 3 milyar yaşında. Etrafında zirvesine yürünebilecek alanlar var. 2-3 saati alıyor. Yürünebilecek yol derken hakikaten yürünebilecek bir yol yani başka araca göre değil. Ama ben ne yaptım? Tabi ki o keçi yollarında bisikletimi itekleyerek çıkardım. Bazen şu seçtiğim yollara yemin ediyorum hayret ediyorum. Arkadaş o bisiklet oradan çıkmaz. Yani git araçların kullandığı yolu kullan di mi? Yok ama o alandaki manzara daha güzeldi ayrıca tepede o kayalık alanda pedallamak istiyordum, bu yol YAPILACAK O KADAR. Öyle bir noktaya geldim ki artık bisikleti itmeye gücüm yetmiyordu. Bisikleti itmeye gücümün yetmemesi demek, alanın dikliği konusunda az biraz fikir verebilir. Bırak binmeyi bu bacak kası ile de bu bisikleti itemiyorsam film kopmuştur. Tek tek bütün çantaları çıkardım, yukarıda bisikleti itekleyebileceğim alana kadar sırtımda çıkardım. Sonra geri dönüp bisikleti sırtlayıp o alana kadar çıkardım. Bisikleti itmekten nefret eden biri olarak defalarca itmemek için zincir kırmış biriyim. Şimdi bırak itmeyi taşıyorum peeeeeeeeeehh.. Bu yol kesinlikle bisikletle tercih edilmemesi gereken bir yolmuş. Olur da gelen olursa araç yolunu kullansın. Fakaaaaaat zirveye vardığında çok büyük bir halt etmiş gibi bir bağırışım var haha. Ulan ne itekledik bee. Bu ilk zirveden sonra bisiklete binmeye başladım sıkıntı yoktu. Dağın tepesine giden yol %14 eğimle tırmanışa bir geçti, tekerler de hafif batıyor mu? Zinciri kırdım kıracağım gene. Dayan lan! Nerde benim şu tempolu müzikler hemen gaz lazım. Açtım bir müzik dıp tıs dıp tıs, ha gayret kızım hadi……… Ama öyle ama böyle tepeye kadar vardım. Hayır, sanki tepede kalabalık varmış gibi bir de her seferinde bağırıyorum ya. Nefesim kesilinceye kadar bağırıyorum. Zaten kalmış iki üflemelik nefes, zirveye vardıktan sonra bağırarak onu da bitiriyorum. Of be ne tırmanıştı, 3 milyar yaşındaki bu kaya parçasının tepesine varmayı başardım. İlk iş insan ne yapar, çevreyi gözlemler falan di mi? Ben ne yaptım, hemen mıçacak yer aradım altıma kaçırmak üzereyim. O işlemi hallettikten sonra zaten havanın kararmasına az kaldı, hemen çadırı kurup tam kararmadan bir iki kare pozu drone ile almayı başardım. Tepede iki noktada Bushmanler tarafından veya diğer adları ile San insanları tarafından kayaların içine yapılmış resimlerin olduğu mağaralar var denmişti. Gittim o mağaraları da buldum fakat çizimlerden eser kalmamış. Günümüz insanı duvarlara yazmadığını bırakmamış.
Zirve yemeği her zamanki gibi makarna. Çadır her zaman olduğu gibi güzel bir manzaraya bakıyor. Msr ocağında pişen makarnadan sonra ocağı da kapatınca ortam oldukça sessizleşiyor.
Tencerenin içinden daldırıp bir çatal alacaktım, nedendir bilinmez lokmayı ağzıma götürmeden durup manzaraya baktım. Bu yazıyı yazarken biraz düşündüm de o anki hislerimi anlatamam, o kadar çok duyguyu hissi aynı anda yaşıyorum ki kelimelere dökemiyorum.
Ertesi gün bu yolun inişi gayet güzel oldu fakat sonrasında gene bir dolu tırmanış. Bu gittiğim toprak yolda araziye serpilmiş birkaç köy gördüm o kadar. Dağın başındaki okullara gene her zaman olduğu gibi Avrupa’dan ve Amerika’daki bazı kurumlardan destekler gelmiş. Yetişkinler pek yanaşmıyor, çocuklar uzaktan bir merhaba diyorlar karşılık alınca da hemen gülümsüyorlar. ☺
Akşama kadar in çık in çık hakikaten yorulmuştum. Büyük bir köyden geçerken artık durma zamanı geldiğinin sinyalini vücut vermeye başladı. Hemen ilk markette durdum. Hakikaten oldukça yorulmuşum. Gazlı bir içecek aldım bir iki soluklandım ve markette bulunan kadına o akşam marketin arkasında kamp kurup kuramayacağımı sordum. İzin vermedi veya ne dediğimi anlamadı.
Bu bölgede çadırı kurarken saklayabileceğim veya insanlara gözükmeden çadırı kurabileceğim bir alan yok ve önümde 400 metrelik bir tırmanış var. Bugün için yeteri kadar tırmandım, tırmanacak gücüm de yok. Ya birilerinin bahçesinde çadır kuracağım veya evinde misafir olacağım, gönlümden geçen bu.
150 metre tırmandıktan sonra yolun sağ tarafında bir market buldum. Restoranı da vardı. Dur ya kalacak yeri hava kararınca bulurum önce hazır restoran bulmuşum karnımı doyurayım çok yorgunum, yemek hazırlamakla uğraşamayacağım.
Selam verip önce restoranın yanındaki markete girdim. İçeride hafif kilolu tatlı bir kadın var. Gülümseyerek birbirimize selam verdik. Restoranla market arada ufak bir koridorla birleştirilmiş. Sanırım yorgun olduğum o kadar belli oluyordu ki hemen içeri geçip bir şeyler yememi söyledi. Hiç hayır demedim. Akşam yemeğini yerken de hava karardı.
- Yemek için çok teşekkür ederim. Akşam çadırımı kuracak bir yer arıyorum, mümkünse marketin veya restoranın arka tarafına çadır kurmam mümkün mü?
- Olur mu öyle şey bizim evimiz müsait. Kocam birazdan gelecek birlikte gideriz eve.
Nasıl bir oh çektim var yaa. Omuzlar aşağıya düştü. Kocası geldikten sonra eve gidiş olayı ise başka bir serüven oldu. O kötü toprak yolda tırmandığım tüm alanı geri inmek zorunda kalmıştım. Lan sabah sabah yekten tırmanmayaydık iyi olacaktı, sabah siftahı 1000 metre tırmanışla açacağım iyi mi, o da sadece gitmem gereken yola çıkmak için haha. Neyse artık yapacak bir şey yok. Akşam çocukları ile tanıştım. 4 kızı bir oğlu vardı. O yorgunlukla bisikletimin yanına gidip çantalara bakmaya başladım, kızlara bir hediye vereceğim. Biraz aradıktan sonra buldum. Her birine tek tek oldukça güzel küpeler vermeye başladım. Annelerinin bakışını görünce de bir tane de ona verdim. Evet, yanımda böyle ufak hediyeleri de arada bir taşıyorum. Her zaman olmuyor fakat gönülden yardım edenleri elimden geldiğince mutlu etmeyi seviyorum. O gün beni açıkta bırakmamışlardı sağ olsunlar. Sabah erkenden kalkıp gün doğumunu seyrederken çocukların okula hazırlanışını seyrettim. Afrika seyahatim boyunca okula giden kızların beyaz çoraplarını bir kere kirli görmedim ve her zaman mis gibi kokuyorlar. Yokluklar içinde temiz ve mis kokulu okula giden öğrencileri görünce tabi şaşırıyorum. Bu gönüllü çalışanlardan bir Amerikalı’ya bu konuyu dile getirmiştim. O zaman bana şu cümleyi kurmuştu; “Gürkan bir gün derelerde yıkadıkları kıyafetleri için ne kadar çok deterjan kullandıklarına dikkat et çok şaşıracaksın..” Hakikaten bir gün o derelerden birinde kalabalığı görünce mola verdim ve insanları seyrettim. Temiz içme suyu bulmakta zorlanan Afrika ülkelerinde bizzat halkın kendisi de o dereleri perişan hale getiriyorlar.
Ertesi gün yol üstünde kereste fabrikalarının yanından geçtim. Bu kadar küçük bir ülkenin kralı olsam ülkedeki ağaç kesim olayını durdururdum. Yahu zaten minnak bir ülkesin, senin neyine ağaç kesimi, kereste işi falan oy oy. Tabii ki fabrikaların sahipleri Güney Afrikalılar hatta onların ortakları da Avrupalılar. Araştırınca işin ucu başka yerlere de gidiyor. Neyse o gün güzel bir manzaralı yoldan eskiden ülkenin en meşhur oteli olan Piggs Peak Otel’e ulaştım.
Apartheid döneminde Güney Afrika’da kumarhaneler kapalı olduğundan Johanesburg, Pretoria başta olmak üzere çevredeki büyük şehirlerden insanlar bu otele gelirlermiş, çok meşhurmuş. Konumu cidden harika bir noktada. 4 tarafı orman. Apartheid’den sonra Güney Afrika’da kumarhaneler açılınca burası da gözden düşmüş. Odaları çoğunlukla boş ve otel Güney Afrika’daki Kruger Ulusal Parkı’nın girişine 70 km uzaklıkta. Turizm gelirine bel bağlamış durumda fakat otelde organizasyon yapacak ne bir profesyonel var ne de otel müdürü bu konu üzerinde çalışabilecek deneyimlere sahip. Bu yüzden bu 5 yıldızlı oteli tekrar hayata geçirecek işletme müdürleri arıyorlardı. Odalar boş ve müsait olduğundan beni de otelde iki gece misafir ettiler. Otelin de içinde olduğu ormanda yarım günlük yürüyüşte belki de 200 üzerinde maymun gördüm. Yanıma hiç fotoğraf makinası ya da telefon falan almamıştım, öyle ormanda sağa sola bakınarak gezinip sonrasında otele geri döndüm. Güzel bir akşam yemeğinden sonra odama çekildim. Yahu adamlar öyle bir oda verdiler ki manzara süper her şey güzel ama gel gör ki Kara İnci ile oda da tek başımayım. Yıllar geçti hala kendime bir tur arkadaşı bulamadım hay Allah yahu… Haha.
Mozambik sınırına 5 km kadar yaklaştım. Çok rahat gittiğim ülkeler arasına bir ülkeyi daha ekleyip sayıyı arttırabilirdim. Fakat böyle bir şeyi istemiyordum Mozambik ülkesini de gezmem lazımdı. Başkentine git oradan geri dön Güney Afrika’ya gir. Girdim mi ülkenin kuzeyine kadar çıkıp Tanzanya’ya geçmek en güzeli olurdu fakat şimdilik bu programı yapmama gerek yok. Gelecekte bir gün yapacağım, şuraya not düşeyim. Afrika’da gitmediğim ülkeler, Madagaskar, Mozambik, Zimbave, Namibia, Angola Congo, Rwanda, Uganda, Güney Sudan, Orta Afrika, Gabon, Camerun, Çat, Nijer, Nijerya, Benin, Togo, Ghana Burkina, Fil dişi sahilleri, Liberia, Sierra Leone, Guinea, Senegal, Moritanya.
Svaziland ülkesinden çıktığımda Güney Afrika’nın da doğu ucuna ulaşmış oldum. Şimdi bu noktadan Güney Afrika’nın en güney ve en batı ucuna doğru pedal çevireceğim. Bu arada bu ülkede de bir İsrail vatandaşının okul müdürü olduğu okula gidip öğrencilerle sohbet etme imkanı da buldum. Bu şekilde dünyayı gezmeye devam.