İlk defa yazıya nasıl başlasam diye düşünüyorum.. Neyi nasıl anlatsam tarif edebilir miyim? Anlatabilir miyim bilmiyorum.. 19 eylül!! Moğolistan’a giriş!
Sabah otelde çalışan kızlara o gün otelden ayrılacağımı ve şehir dışında ve içinde birkaç foto çektikten sonra Moğolistan’a gideceğimi söyledim. Fakat onlar, araç bulamazsın o yüzden bir an önce git dediler. Alla alla ne aracı yahu oldum. Sınır hemen yakınımdaydı, pılımı pırtımı topladım hemen sınıra gittim. Kapıya 10 metre kalmıştı ki bir çok insan üstüme atladı: “CAR CAR CAR!” Ne oluyor ne Car’ı? Kapıya gittim. Spd’ler pedaldan çıkmadı, hoppppppppppppppp bisikletle yere bir güzel kapaklanırsın. Ulan hadi hayırlısı güne güzel başladık.
Kapıdan geçemezsin, araç kullanmak zorundasın demeye çalışıyordu kapıdaki görevli. Kapıdaki gençler de benim durumumu izliyor. Baktılar ki geçemedim, hemen bana araç ayarlamaya çalışıyorlar. Bisikletim ve ben için 100 yeun da para istiyorlar. Ee yapacak bir şey yok vereceğim. Araçlara bakıyorum hepsi ağzına kadar dolu. Araçlar da eski Rus jeepleri. En sonunda bir tanesinde yer var diyorlar. Fakat araçta yer göremiyorum. Benim bisiklet jeepin tepesine atılıyor, bagajlar da ön kaputa gelişi güzel konuyor. İçeride ise oturacak yer yok, ağzına kadar yükle dolu. Araçta iki kız bir oğlan var. Onlar da camdan çıkmak üzere. Aşağı iniyorlar bir daha oturma düzeni yapıyoruz. Bana sen geç önce diyorlar, benden sonra da hemen yanıma diğer adam oturuyor, kızlar da kucaklarımıza oturuyor. Aklınızdan bir şey geçmesin sınırı geçmeye çalışıyoruz. Acaba yol kısa mı diye de merak ettim. İlk kapıyı geçtik. 100 metre ilerde durduk. Şoför, “Al şu iki çantanı göstermelik git, Çin sınırını geç, öbür tarafta beni bekle.” diyor. Bakıyorum yanımdakiler de aynı şeyi yapıyorlar. Çıkış damgamı alıyorum, diğer kapıdan dışarı çıkıyorum. Bir çok insan orada araçlarını bekliyor. Ne enteresan bir uyguluma. 30 dk. sonra da benim araç geliyor. Biz gene kucağa alıyoruz, bu sefer Moğolistan sınır kapısına. O da aynı şekilde pasaportuma bakıyor, çantalara şöyle bir göz ucuyla bakıyor. Kapının öbür tarafına geçiyorum ve aracımı gene beklemeye başlıyorum.
Bu arada araçtaki çocuk yanıma gelip ingilizce nereli olduğumu soruyor. Türküm diyorum. Hadi ya biz de seni kızlarla birlikte İtalyan sanıyoruz diyor. Kızlardan biri hemen sordu, evli misin diye. Yok değilim deyince Ee yaş kaç dedi, 31 dedim. Daha fazla geçirmeden evlen diyor, ben de Moğolistan’a kendime eş bakmaya geldim, tanıştırırsınız artık beni birileri ile diyorum, gülüyorlar. Sonra adamla araç gelene kadar sohbet ettik. Ulan-batur’da barı varmış ve şehre varınca onu aramamı ve misafiri olmamı istedi. Gobi’yi bisikletle mi geçeceksin diye sordu. Evet deyince de: “O Gobi’yi araçla motorla geçeni anlarım da, siz bisikletlileri anlamıyorum. Yol yok biliyorsun di mi?” Evet. Su yok! Evet. Yiyecek bulamayacaksın! Evet. Yolunu kaybetme ihtimalin var! Evet. Bunlara rağmen gidecek misin? Evet. Hayatta kalır da Ulan-Batur’a kaybolmadan gelebilirsen bu adresim, bu telefon numaram, bu da adım, kesinlikle beni ara manyak herif! diyor. 🙂
Araç bizi sınır şehrinin içindeki tren garının önüne bırakıyor. Bu Moğol arkadaşla ve kızlarla vedalaştıktan sonra şehrin içinde bir market bulup eksikleri tamamlıyorum. Hemen ilk göze çarpan tüm çocukların HELLO HELLO diyip el sallaması, araçların iki defa kornaya basıp selam vermesi oluyor. İyi. Bu demek oluyor ki misafirperver insanlar. Eksikleri tamamlayıp yola koyuluyorum bu arada saat olmuş öğlen 2, sabah 9’da sınır kapısındaydım. Araç bekleme dışında sorunsuz geçtiğim bir sınır kapısıydı bu. Aslında biraz tedirgin de oldum. Hiç tanımadığın bir adama güvenmek zorundasın. Bisikletin eşyaların Çin tarafındayken sen sınırın öbür tarafında onu bekliyorsun, hani basıp gitse hiçbir halt yiyemezsin. Ulan-batur’a kadar gidip yeni Çin vizesi alıp tekrar geri dönmen lazım, bu arada herifi tekrar bulabileceğin de kesin değil. Neyse ki ben sorunsuz geçtim.
Eksikleri de tamamladım, hemen yola çıktım. Şehirden 5 km sonra yol önce çakıla dönüyor, 5 km daha gidiyorsun kuma, 5 km daha gidiyorsun yol yok?. Şimdi, tekerlek izleri var da hangisi benim tekerlek izim olacak. Büyük ve en çok kullanılanı seçiyorum. 5km sonra kendimi bir şantiyede buluyorum. Şantiyedeki adamlar çık yandaki ufak izi takip et diyorlar.
İşte o anda, Gürkan sen bu Ulan-batur’a kaybolmadan var, bir daha hayatın boyunca kaybolmazsın diyorum. Adamın git dediği yola çıkıyorum, birkaç kilometre sonra o yol 3e ayrılıyor, bir 5 km sonra da bir tepenin başına geliyorum, her yerde tekerlek izi var yol sayısı belli değil. Anlaşıldı gps olmadan olmayacak bu iş. Açıyorum gpsi, bir yol izi var da hangisi? Haritadaki yolun olduğu yere geliyorum. Evet tekerlek izleri var. İyi bu diyor ve gpsi kapatıyorum. Neden gpsi kapatıyorsun güneş enerji panelin yok mu diyeceksiniz. Var ama panelin altındaki batarya çalışıyor. Güneş enerji bölümü bozuldu. Bataryayı elektrik ile şarj edip ekstra güç kaynağı olarak kullanıyorum. Ama burası çöl ve ilk bisikleti ile geçecek olan Türk de benim, deneyim yok, mesafeleri bilmiyorum.
Ahmet Mumcu SU konusunda beni çok uyardı. Ve o Moğol çocuk da su bulamayacağımı söyledi. Bisikletin üzerinde tam 19 litre su taşıyorum ve kuru gıda var. Bu bisikletin çantalarının ve lastiklerinin ne kadar güçlü olması gerektiğini siz düşün artık.
40 km sonra öyle bir noktaya geliyorum ki; hangi yöne baksanız ufuk çizgisini görebiliyorsunuz. Duruyorum. İnanılmaz bir olay. Bu yolculuk boyunca bana hep sorulan bir soru Gürkan korkmuyor musun?. İşte ilk defa o an korkuyorum. Nasıl bir yerdeyim ben? Arkadaş bunu nasıl tarif edeyim, nasıl anlatayım bilemiyorum. Rüzgar yok! Rüzgarın sesi yok! Etrafımda herhangi ses çıkaracak araç, insan yok. Kuş sesi, böcek sesi , sinek sesi YOK. YOK.. Sayın aklınıza ne geliyor? SEEESSSS yok. Ben böyle mavi ve bu kadar büyük bir gökyüzü hayatım boyunca görmedim. Bu nasıl bir yer! Avazım çıktığı kadar bağırıyorum. Sessizlik benim o bağrışımı yutuyor. Bir anda yok oluyor ses. Hıım, Gobi buymuş diyorum.
İyi de ben nereye kamp kuracağım şimdi? Kocaman boş arazi, Gürkan git bir yere kur diyorsunuz da. Kardeşim her yer yol ki burada, herkes kafasına göre takılıyor. Gece votkayı içen bizim çadıra aracı ile dalabilir. Sağa sola bakınıyorum harbiden bir çıkıntı bile yok, alabildiğince düz bir arazi. Tekerlek izlerinin en az geçtiği bir alanı bulup çadırı oraya kuruyorum.
Gece uyku düzenine geçtim. Cidden çok rahatsız edici bir durum. Dışarıda tek bir ses yok. Hani bu iyi, çadırın yanına biri yaklaşsa hemen duyarsın da ben 150 gündür çadır hayatı yaşıyorum, hiç kendimi bu kadar rahatsız hissetmemiştim. Tek duyduğum ses benim tulumun çıkardığı hışır huşur ses o kadar. Ha, bi de gece yıldız olayından bahsedeyim. Büyük şehirlerde yıldızı pek az görürüz. Genellikle tatil yörelerinde yıldızları seyre dalar sevgili ile arkadaşlarla oturur içkilerimizi yudumlarız yıldızlara bakıp.
Türkiye’de de yıldız seyredilir. Gobi’de bu yok. Gobi’de galaksinin tamamı var. Tüm yönlere bak her yer dolu. Bizim alışık olduğumuz hayatın ötesinde bir şey bu sessizlik bu büyüklük. En neticede bu gezegene, bu doğaya, bu yaradılışa, bu olağanüstülüğe sadece saygı duyup bu düzenin bir parçası olduğuma şükrediyorum ve uykuya dalıyorum.
Sabah bir kalkıyorum hava kapanmış, yağmur yağdı yağacak. Çölde kutup ayısı olayı bu işte. Tam yola çıktığımda da yağmur başlıyor. Ama öyle güzel yağıyor ki yağmakla yağmamak arası bir şey. Arkadaşlar bu olayın aynısı Türkmenistan’da Kara-gum çölünde de başıma gelmişti, okuyun aynı şekilde akşama kadar bu yağmur devam ediyor. Ben de böylelikle suyumu az kullanıyorum. Yolda değişen hiç bir şey yok. Akşama doğru bir Moğol çadırı görüyorum. Hemen bisikleti o yöne çeviriyorum. Beni gören 3 köpek koştura koştura üstüme geliyor. Bisikletten iniyorum, hemen ön tarafta taşıdığım kolum kadar bir bahçe hortumunu yerinden çıkartıyorum, ben de köpeklere doğru koşuyorum. Köpekler bakıyor ki bu adamın şakası yok bizi dövecek, hemen geri kaçıyorlar. Yapacak bir şey yok köpek saldırılarına karşı kendimi korumak zorundayım. 3 hafta önce Fransa’dan yola çıkıp Moğolistan Ulan-batur da turlarını bitirecek olan 2 arkadaşa köpek saldırıyor. Bir tanesi dengesini kaybedip bisikletten düşüp kafasından ağır şekilde yaralanıyor. Fransa’dan özel uçaklar falan gelip adamı alıp götürüyorlar. Şimdi durumu iyimiş.
Moğol aile köpek havlamalarına çadırlarının dışına çıkıyorlar. Merakla beni seyrediyorlar. Yanlarına vardığımda . SAYIN BANU diyorum.. Hahahaha Moğolca selam veya merhaba demek. Mükemmel vücut dili hareketlerimle akşam orada konaklamak istediğimi, çadırımı onların çadırının yanına kurup kuramayacağımı soruyorum. Oo hemen çadırı kur diyorlar. Çadır kurma faslı bittikten sonra bana yemek hazırlanıyor. Biraz da sohbet ediyoruz. Elimde Moğolistan cümle yapıları ve sözleri ile ilgili bir kitap mevcut, çat pat konuşuyorum. En güzel yanı anlamam ve anlaşılabilmem. Çin gibi değil.
Yemekten sonra adam hayvanları toplamaya gidiyor. Ben de çadırıma geçiyorum. Birkaç saat sonra herif arazideki tüm hayvanları toplayıp bizim çadırların önüne getiriyor. İlginç olan etrafta bir çit veya o sürünün sağa sola dağılmasını önleyecek özel köpekler yok. Sabaha kadar çadırımın arkasında koca sürü geviş getirip aksırıp tıksırıp durdu. Sabah olunca herif iki kışkışladı sürüyü. Sürü de kendi halinde otlanmaya çıktı.
Sabah kahvaltısında bana kendi hazırladıkları peynirlerden verdiler. Ohhh be! Sonunda peynir yiyebiliyorum dedim. Kendilerinden su istemedim çünkü su bidonlarında aileye yetecek kadar su kaldığını görebiliyordum. Birkaç kare de fotoğraf çektikten sonra tekrar yola koyuldum.
Hava hem soğuk hem de rüzgar karşıdan çok kuvetli esiyordu. Akşama kadar yaptığım en yüksek hız 15km. : ) Kumda veya çakılda gittiğinizi düşünün, karşıdan da güçlü bir rüzgar estiğini.. Harcadığım eforu anlatamam. Öğlen yemeği için doğanın oluşturduğu küçük bir çukurun içine girip kendime makarna yapıyorum ve sonra da son çikolatamı yiyorum. Çikolata bisküvit bu tarz yolculuklarda stok halinde çantalarda bulunmak zorunda. Zırt pırt yemek molası verip ocak kurup su kaynatacak haliniz yok. Sonra bi de benzin ararsınız çölde. 🙂
Evet Çin malı Kenda lastiğim de bu ağırlığa dayanamayıp sonunda yarıldı. Daha 1000 km bile olmamıştı. Ve yerine Michelen lastiğini takıyorum. Görünürde sağlam. Ne kadar dayanacak görüceğiz. Ön lastiğim Türkiye’den çıktığımdan beri aynı lastik, Rubena Flash.
Akşama kadar rüzgar karşıdan deli gibi esti, yol alamadım. Çadırı kurduğumda gün batıyordu ve ortalık gene sessizliğe bürünüyordu. Deli olacağım. Çıt yok ya inanılır gibi değil. Kocamaaaaaaann alanda pırt yapsam 10 km öteden oha Gürkan diyebilirsiniz, öyle bir sessizlik var.
Kaç gündür yol alıyorum, sınır şehrini geçtikten sonra iki küçük kasabaya ulaşmam lazımdı ama bu kasabalara ulaşamadım. Çünkü o kasabalar yerinde değildi. Adamlar çadırları toplayıp gitmişler. Haritamda bir başka kasaba oldukça uzaktaydı. Yol yapımı ile karşılaştım. Taşları döküp üstünden de silindir geçmiş, oh be sonunda buna şükür dedim fakat yolu araçlar kullanmasın diye kum tepeleri ile belli aralıklarla kapamışlar haliyle bisikletle de o yolda gidemedim.
Haydi bakalım pedalla Gürkan diyorum ve öndeki çantalardan bir tanesinin plastik noktası kırılıyor, haydaaaaaaaaaaa. Türkmenistan’da kancaları güçlendirmiştim. Geri kalanını da demire çevirmek gerek anlaşıldı. Oturdum çantayı tamir etmeye başladım. Küçük bir parça lazım ama bulamıyorum ben de yok, yani elimde kalmamış. Yokluğun içinden biradan bir Moğol genç motoru ile gelip yanıma oturuyor. Bana bira ikram ediyor. Haha cebinden kocaman bira çıkartıyor, iç Moğol birası güzeldir diyor. 10 dk sonra beni dürtüp Gürkan arkana bak diyor.. Aaaa iki tane bisikletli geliyor. Len birayı fazla mı kaçırdım? Vay bee oluyorum. Onlar da beni görüyor, yavaşlıyorlar. Ayağa kalkıyorum karşıdan, Waaaaaawww diye bir bağrış geliyor. Ben de koca bir waw patlatıyorum. ( Bu arada günlerdir insan görmüyorum hikayeleri gün gün anlatmadığımdan anlaşılmayabilir)
Gelenler Malin ve Magnus adında İsviçreli genç bir çift. Bu tarihte burada bisikletli görmeyi hiç beklemiyorlarmış. Ben de aynı şeyi kendilerine söyledim. Bu tarih diyoruz. Çünkü hava artık soğudu, hatta kuzeylerde kar bekleniyor. Benden hemen yol hakkında bilgi alıyorlar. Haritadaki ufak şehirleri göremeyeceklerini, sularının ne kadar olduğunu soruyorum. İki kişinin toplamda 16 litre su taşıdığını öğrendiğimde ilerde bir Moğol çadırı olduğunu, su şansını denemelerini söylüyorum. ( Bana vermemişlerdi) Malin haritada iki kasaba var diyor. Evet var çölün bir tarafında, ben geldiğim yolda görmedim diyorum. Onlar da bana kendi geldikleri yolu anlatıyorlar. Bu yol yapımı kasaba dışına çıktıktan sonra bitiyor çöldeki kasabaya yakınsın bunu takip et. sonrasında kumda gideceğimi söylüyorlar ve Choir şehrine varıncaya kadar 2 küçük kasabadan su alabileceğimi de ekliyorlar. Sainsand’de kaldıkları otelin fotoğrafını gösteriyorlar, kasabada internet cafenin olduğunu da ekliyorlar. Bunlar sevindirici haberler. Malin kuzeyde kar bekleniyor haberin var di mi diye soruyor. Evet diyorum, o zaman sana iyi eğlenceler diyor… 😀 Bu arada Magnus beni yanına çağırıyor. Ön lastiğini gösteriyor, Rubena flash! 😀 Ben böyle güçlü lastik görmedim diye ekliyor. İsviçre’den beri o da aynı lastiği kullanıyormuş, onunkinin de üstünde sayısız yarık var. O da arka lastiğini yarmış. Ve bulabildiği iki markadan da şikayetçi. Bunlardan biri Maxssis; bu kadar kötü lastik görmedim diyor. Benim arkadaki Michellen içinse uzun süre seni götürür diyor göreceğiz.
Uzun bir sohbetten sonra ayrılıyoruz. 30 km yolu karşıdan gelen rüzgardan dolayı gene akşama doğru anca tamamlıyorum. Açlıktan öleceğim ve yorgunum fakat kasaba ve otele varmayı başarıyorum. Otel fiyatları uçmuş durumda. 3 otel geziyorum aynı fiyatta. Yapacak bir şey yok kalacağım birinde. Çiftin önerdiği otele gidip orada konaklıyorum. Geceliği 40 dolar. Ben Pekin’de bu kadar para vermemiştim otele, 1 gece bu otelde konaklıyorum.
Sainsad Moğolistan’daki iyi şehirlerden biri. Bana göre aslında şehirden çok bir kasaba . Fakat bu çölün ortasındaki kasabada mastercard ve visa kullanabiliyorsunuz. Çin’de, Pekin’de kullanamadığım kredi kartımı bu şehirde kullanabiliyorum. Ee bir ülkenin yer altı kaynakları bu kadar fazla olursa Amerika Kanada ne yapar, bu ülkeye zıplar. Ehh master ve visa da onlarla birlikte zıplamış işte. Bu şehirde bir gece dinlenip yoluma devam ediyorum.
Sabah yola çıkacağım günlerdir esen rüzgar kara bulutları getirmiş ben de nerde kaldılar diye merak ediyordum. Akşam çadırı kurduktan, yemek yedikten sonra bir yağmur başlıyor. Ellerimi açıp yukardakine sağolasın diyorum, biliyorum benle beraber yol aldığını. Yahu bir yağmur yağıyor. Aklıma Türkmenistan’daki sel olayı geliyor. Orada da yağmur yağmış ve sel olmuştu (Ulan-batur’a geldiğimde elçilikte söylüyorlar, burada da sel oluyormuş çölde). Bir anda hasiktir hemen çadırın konumunu hatırlıyorum. Pek su tutacak alan gibi değildi. Sele gerek kalmayacak, yağmur çadırı yırtacak yahu. Nasıl yağıyor! Ben de çadıra dayan koçum o kadar yol geldin benle gözünü seveyim beni yarı yolda bırakma diyorum hahaha. İşte tek başına seyahat etmenin sonuçlarından biri; konuşursunuz böyle arada bir kendi kendinize. 1 saat aralıksız o hızda yağıyor, o bitiyor rüzgar başlıyor. Uyku tulumuna geçmiş yatmışım çadırın direkleri esnemekten benim tulumun üstüne kadar geliyor. Kırıldı kırılacak. Elimle destek verip ben de itekliyorum. Bu nasıl bir çöl arkadaş. 2 saat çadırın içinde önce yağmur sonra rüzgarla savaştıktan sonra her şey biranda duruyor. Ne yağmur, ne rüzgar. Ses yok. Çıt yok ya çıt!!! Gel de çıldırma. Açıyorum fermuarı şöyle bir dışarı bakıyorum. Sanki bir halt görecekmişim gibi süper bir sessizlik var. Geri tuluma dönüp yatıyorum. Koca çölde sadece o tulumun sesi duyluyor.. Sessizlikten korkacağım hiç aklıma gelmemişti..
Kuzeye çıktıkça hava ciddi anlamda sertleşmeye başlamıştı. Akşamları saat 5 veya 6’ya kadar pedal çeviriyordum fakat alan düz olduğundan ve delice esen kuzey batı rüzgarından dolayı kamp kuracak yeri cidden çok zor buluyordum. O rüzgarda çadırı kurma işi ayrı bir işkence. Yol yapım çalışmasında kullanılan kum ve çakıl alınan bazı çukurlar buluyorum, rüzgardan etkilenmemek için o çukurların içinde günlerce kamp kurdum..
Bu arada çöldeki yol yapım çalışması 10 seneye biter gibi. Asfalt sadece kasabalarda biraz var.. Onu da kasabanın her tarafında bulamazsın, belli bir alan. Kasabadan çıktığın anda asfalt falan kalmıyor. Sainsad’den sonra kumun rengi değişiyor ve hatta bitki örtüsü çıkıyor. Kuru bir ot ama her tarafı dikenlerle dolu. Şimdi bir de bu başladı. 3 gün boyunca da dikenlerin arasında yol sürdüm. Akşamları çadırı kurduğumda önce lastiklerde dikenleri çıkartıyordum. Rubena’dan bir gün cımbızla 37 diken çıkardım, 2 patlak. Michelen’den de 22 diken çıkardım, 3 patlak. İki akşam boyunca bu aynı şekilde gitti. Bir gün uyurken altımdaki matın havasının indiğini fark ettim. Şişiriyorum 1 saat sonra iniyor taşların üzerinde uyumaya başlıyorum. Mat patlamış. O minik dikenler çadırın altından patlatmış matı. o patlağı da bulamıyorum. Bulamadığım için son ulanbatur a kadar taşların üzerinde o şekilde yatıyorum. Bel ağrısı başlıyor.
Bu arada bisikletin ayaklığı gene kırıldı bu kaçıncı bilmiyorum. Türkiye’ye döndüğümde ilk işim kendime demirden bir ayaklık yaptırmak olacak.
Bir gün güzel bir lastik izi yakaladım. Kum sert ve bisikleti fazla sarsmıyor. Arkaya bir baktım meşhur Sibirya Ekspresi geliyor hızımı arttırdım. Zaten o trenler de fazla hızlı gidemiyor. Yan yana geldik başladım trenle beraber aynı hızda gitmeye! 😀 Evet hadi çöl bir derece, dünyanın en ünlü ekspresi ile kaç kişi bisikleti ile 4 dk boyunca yan yana gitmiştir??? Makinist kornaya basıyor. Tebrik ediyor. El sallıyorum ve yavaşlamaya başlıyorum bu arada birileri kompartmandan fotolarımı çekiyor. Hani yurt dışında birilerinin sitelerinde veya artık bazı insanların albümlerinde yer alacağım kesinleşti 😀 Güzel bir duyguydu, kaç defa yapabilirdim ki, işte bu da anılarıma yerleşti.
Günlerce kumda ve rüzgara karşı pedal çevirmekten yoruldum. Cidden artık yorgun ve bitkin düşmüştüm. Yeri geldi suyum bitti, çişimi arıtıp devam ettim. Bir öğlen Gpsi açtım. Gobi çölünün haritada çizilmiş bitiş sınırını gördüm. Çok yakınımdaydı. Birkaç km pedalladıktan sonra o alana geldim, bisikletimden indim. Kameranın ayaklığını kurdum ve bir video çektim. Web sayfasında o videonun küçük bir bölümünü zaten seyrettiniz, Gobi’yi bitirdim diye. Aslında o video biraz uzun. Orda kumların üzerinde 1 veya 2 saat yığılıp kalmıştım. Ayşe Yıldız videoyu seyreder seyretmez “GÜRKAN KOLLARINI KALDIRAMIYORSUN, NASIL BIR YORGUNLUKTUR BU!” demişti.. Kum, bozuk zemin ve kuzey batı rüzgarı….. Off hala bitirdiğime inanamıyorum.
Bu sınırı geçtikten sonra Choir şehrine varıyorsunuz. Şehre daha girer girmez asfalt yolu görüyorsunuz . OHH BEE SONUNDA! diyorum. Choir şehri ile Ulan-batur arasında asfalt yol mevcut. Hatta bu asfalt yol kuzeye, yani Rusya’ya kadar devam ediyor.
Choir şehrine vardığımda mutlu oluyorum, günlerdir arazideyim. Toz toprak içinde her yanım. Hemen bir otel bulmaya çalışıyorum, buluyorum da ucuzundan ama duş yok diyor. Başka otele gidiyorum onda da duş yok. Choir şehrinde duşlu otel yok arkadaş. Bu nasıl iş . Nerede duş alıyor bu insanlar. İngilizce bilen de yok. El kol hareketleri ile gösteriyorum. Anlıyorlar duş istediğimi ama yok yapıyorlar. Daha fazla uğraşmayıp pis halimle odaya girip yatıyorum erkenden.
Akşam kapı çalıyor, hayırdır diyorum. Bıçağı hazırlayıp uzanabileceğim bir yere koyuyorum. Şehirleri falan görseniz her zaman tedbirli olmanız gerektiğini anlayacaksınız. Kapıdakiler asker olduğunu söylüyor, kapıyı hafif aralayıp bakıyorum. 2 tane üniformalı herif. Kapıyı açınca içeri giriyorlar, eşyalarıma şöyle bir bakıp pasaportum isteniyor. Ardından şehirden ne zaman gideceğimi soruyorlar. Ben de yarın sabah gideceğim, durmayacağım şehirde diyorum. Sonra da arkalarını dönüp gidiyorlar. Len bir hoşgeldin de. Şehirden ne zaman gideceğim.. Eee kovaydın!
Sabahın 4 buçuğu, hava -16 derece. Hemen bir kahvaltı olayına girdim Sonra şu asfaltı bir ağlatalım. Gobi çölünde bu kadar süre geçirince hangi saatler arası hava soğuk, hangi saatlerde rüzgar ne yönden esiyor çok iyi biliyorum artık. Beşe doğru yola çıktığımda rüzgar arkamdaydı, 2 saatim var. 2 saat sonra bu rüzgar yön değiştirecek. 20-35-40-55 budur beee! Yol bomboş ve güzel bir asfalt, özlemişim işte bunu. Şu durumda haritaya bakıyorum, 4 gün Ulan-batur diyorum.
Choir’in hemen dışında herkesin “ölü rus şehri” dedikleri yeri görüyorum. Eskiden Choir şehri Rusya’nın Moğolistan’daki en büyük hava birliğine sahip şehriymiş. Ruslar Moğolistan’dan çekilince burayı da terk etmişler. Dışarıdan birkaç kare poz çektim. Ana giriş kapısında iki Moğol çadırı duruyordu, ben bu alanı daha yakından görmek istediğim için bisikletle ana giriş kapısına 5 km geriden araziye daldım.. Sonra da durdum; ulan şimdi burada mayın falan da olur ha, dur bakim bir tekerlek izi var mı? Hah tekerlek izi de buldum devam. Harbiden de terk edilmiş kocaman bir şehir. Mig hangarları büyük bloklar, marketler alışveriş yerleri. Şehrin içine girmeden geldiğim yoldan geri dönüyorum. Ana kapının oradaki iki Moğol çadırına bakıyorum. Bacalarından dumanlar çıkıyor. İyi de siz burada neyi bekliyorsunuz? : ) Bu şehir terk edilmiş ama şöyle bir terk ediliş: Geri dönebiliriz.
Zaman geçtikçe rüzgarın yönü de değişiyor. Öğlen olmadan kuzey batı rüzgarı yerini alıyor. Neyse ki artık yol asfalt diyorum, hani kendimi teselli etmeye çalışıyorum. Hava oldu -9 derece. Bu içi polarlı su geçirmez eldivenimin içinde parmaklarım donmaya başlıyor. Parmakları elciklerin arkasına alıyorum ve yumruk şekline getiriyorum. Rüzgar akşama doğru inanılmaz bir şiddetle esmeye başlıyor. Güneş de gidince hava sıcaklığı -15 kadar düşüyor
Kamp atma zamanı geldi. Ama ne bu delice esen rüzgarın önünü kesecek alan var ne de beni kamufle edecek. Bisikletten yandaki minik tepelerin arkasına yürümeye başladım Bu tepelerden birine çıkınca yaklaşık 10 km ilerde bir yerleşim yeri olduğunu fark ettim. Çok yorulmuştum ve aynı zamanda suyum çok azdı. Choir’de su takviyesi yapmadım, nasıl olsa yolda yerleşim yerleri var artık diye ama bu minik kasaba ilk rastladığım yerdi.
Havanın kararmasına yakın kasabaya varmıştım. Hemen yolun kenarındaki ilk eve gittim. Beton evin kapıları kapalıydı. Arka taraftaki Moğol çadırından çıkan soba dumanını görebiliyordum.. Birkaç defa seslenince bir kadın dışarı çıktı. Yanıma kadar gelip beni iyice süzdü. Ben daha çadır kurmak için yer arıyorum demeden beni içeri davet etti. Çitlerin kapısını açtı ve içeri girdim.
Diğer çadırdan da bir adam çıktı. Kendilerine teşekkür ettim ve bir alan gösterip oraya çadırımı kurabileceğimi anlatmaya çalıştım. Fakat onlar beni önce çadırlarına misafir ettiler. Vav şu ana kadar gördüğüm en büyük ve içi en güzel döşenmiş çadırdı bu. Yataklardan birinin boş olduğunu, çocuklarının Ulan-batur’da okulda olduklarını söylediler. Bu elimdeki Moğolca minik el kitabı bayağı işe yarıyordu.
Akşam yemeğinde bana makarnalı etli bir yemek yaptılar. Tabi ben makarna diyorum da kendi elleri ile açtıkları makarna ile ramen arası bir şey bu. Yabancılar bu et yemeklerini sevmiyorlar ama ben bayılıyorum yahu! Çok güzel oluyor bunların tadı.. Et kokusuna bazı insanlar dayanamaz, buram buram et kokuyor. Aslında benim yolculuğum boyunca yemek seçme lüksüm hiç olmadı. Hani bunu yemem diyemiyorum veya içemem olmuyor. Açsan veya susadıysan alternatif de yoksa yiyecek veya içeceksin.
Bir ara tuvaletimi yapmaya dışarı çıktım. Tabi üstümdeki kıyafetleri değiştirdikten sonra. Aman allahım o nasıl soğuk öyle!!! Bir çok insanın tuvaleti varsa yapmak bile istemez. Sanırım dağcı arkadaşlarım beni bu konuda gayet iyi anlayacaklar. Biraz argo olacak ama arkadaş siz nasıl sıçıyorsunuz dağ başında!? Bu ne yahu! Ulan benzin ocağını mı yaksam yan tarafta tuvaleti yaparken diye yemin ederim düşündüm. Bu bir yetenek işi işte, o rüzgara karşı çömelip boş arazide bir yap bakalım sıçratmadan. Rüzgara kıçını verdin mi ayrı bir sorun, ön tarafı verdin mi ayrı bir sorun. 7 aydır yoldayım hiç bu kadar zorlanmamıştım bunu yaparken. Neyse tecrübe işte.
Çadıra geri dönüyorum. Bu arada soba yanmıyor ama bu çadır inanılmaz şekilde sıcak. Ve çadırın tepesinde de koca bir delik var baca sistemi için. Bir başka çadırda içerdeki hava sirkülasyonunu toz ve ışık oyunları sayesinde çok güzel seyretme imkanım olmuştu. Çadırın tavan bölümündeki bu dizayn içerde hava sirkülasyonunun en iyi şekilde olmasını sağlıyor. İçerdeki hava daireler çizerek o delikten dışarı çıkıyor. Dışarıda bulunan kalın bez su geçirmiyor, onun hemen arkasına hayvan yünlerinden oluşan bir duvar örüyorlar. Sonrasında çadırın iskeleti var. İç tarafta ise bu hayvan yünlerinden oluşan duvar iki kat ve üstünü de halı ile kaplıyorlar, bu halılar da özel. İçerde hava sirkülasyonu olurken ısı kaybı bu yünler sayesinde en az düzeyde oluyor, ısıyı tutuyorlar. Bu arada dışarıdaki soğuk içeri zaten girmiyor.
Girlerin içindeki eşya düzeni de hemen hemen aynı. Bu son misafir olduğum Girde çamaşır makinası ve uydu televizyonu da mevcuttu. Gene yan tarafta aynı tarz bir çadır daha, onda da erzaklarını saklıyorlardı.
Bu çadırda bir önceki gün kaldığım Choir şehrindeki otelden kendimi daha güvende hissettim ve uzun bir aradan sonra güzel bir uykuya dalmışım.
Burma (evin hanımı), sabah gene etli bir kahvaltı hazırladı. Oh valla sabah sabah et yemek iyi geldi. Akşamdan bir hesap yapmıştım; bugün iyi pedallarsam akşama Ulan-batur’a varabilirdim. Çadırdan dışarı bir çıktım abowwww kar yağmış! 😀 Ama çok ince bir katman oluşturmuş yerde.. Rüzgar da yok, tam zamanıydı işte. Beni misafir ettikleri için aileye teşekkür ettim ve pılımı pırtımı toplayıp hemen yola koyuldum.
Akşama kadar iyi bir performans sergileyip bitmiş bir vaziyette kendimi şehrin içinde buluyorum. Çölde o kadar sessizlikten sonra Ulan-batur’daki gürültü çekilir gibi değil.
Gpsi açıp bakıyorum şehrin neresindeyim diye. Oh be sokaklar yollar haritalar gözüküyor, şehir merkezine doğru ilerliyorum. Henüz kimseye bir şey sormadım. Yollar düz olmasına rağmen bisiklete binen kimse yok. Herkes bana bakıyor. Ulan-batur hiç de öyle düşündüğüm gibi bir şehir değil. Ben biraz daha kasaba tarzı küçük bir yer beklerken adam akıllı bir şehir çıkıyor. Şehir merkezine geldiğimde Türk elçiliğinin yerini soruyorum. 4 bina ilerisini gösteriyorlar. Vay be ne şanslıyım.
Elçiliğin önüne vardığımda tamamdır diyorum yeter, pedallayacak halim kalmıyor. Saat akşam 6 olmuş acaba elçilikte çalışan birileri var mı hala diye de düşünüyorum. Aklıma Umut Bey geliyor. Bu tura çıkmadan önce elçiliklerimizden ilk o bana dönüş yapmıştı. Ülke hakkında bana genel bilgi verip iyi yolculuklar dilemişti. Fakat kendisi görev değişikliğinden dolayı artık burada değildi. Çin’de Turhan bana, Gizem Hanım’ın Umut’un yerine geçtiğini önceden söylemişti. Kapıyı çalıyorum. Türk olduğumu söylüyorum bir adam kapıya geliyor. Adı Celal, Moğol. Bizim polis akademisinde okumuş. Sizden haberimiz vardı, buyurun gelin deyip içeri davet ediyor.
Gizem Hanım’ın yanına çıkıyorum, kendisi de oradaydı. Oturup bir soluklanıyorum. Tabi Çin’den ayrıldıktan sonra kendilerine hiç haber vermemiştim, telaşlanmışlar. Elçimiz Asım Bey’de çok merak etmiş. Haklılar, mesaj atmalıydım. Oturup biraz sohbet ediyoruz. Ben bu arada idari işlerden Nurullah Bey’le ve Dilek Hanım’la da tanışıyorum. Hikayemi kesik kesik anlattıktan sonra bana bir otel bakıyoruz. Moğolistan’da hırsızlık çok fazla olduğundan kalacağınız yer çok önemli. Beni en ucuz otellerden birine yönlendiriyorlar, ertesi gün görüşmek üzere ayrılıyorum.
Otele gidiyorum, ücretini soruyorum, cüzdana elimi atıyorum. Gizli gözü açıyorum ana dolarlar yerinde yok! O gözlerden o paraların düşmesinin de imkanı yok. Ben bu cüzdanı, yani belliği sadece 3 defa yanımdan ayırdım, o da Gobi’de çadırlarına misafir olduğum insanlarda. Hani parayı kaybetsem bu kadar üzülmezdim. Ee, bu ailelerden hangisi yaptı şimdi. Çok üzüldüm. Bir bardak soğuk su içtim giden 200 dolara..
İçerken de Enes’in sözü aklıma geldi: “Gürkan senin de hep tuvalete gittiğinde başına birşeyler geliyor.” Harbiden öyle.
Odaya girer girmez kirlileri çıkartıp poşetliyorum. Bu sefer elde yıkamayacağım, en son ne zaman çamaşır makinasında yıkadım bunları onu bile hatırlamıyorum. Şu matı hemen çıkartıp şişiriyorum, günlerdir bulamadığım o patlak yüzünden hep taşlarda yattım. Uyku tulumunu da çıkartıyorum havalandırmak için. Bu arada kapı çalıyor, açıyorum, resepsiyondaki kız geliyor odanın ısı sistemini çalıştırmak için. Bu arada yatağın üzerindeki mat ve uyku tulumunu görüyor hazır bir vaziyette. “Arazide fazla kaldınız biliyoruz ama bizim yataklarımız rahat, yorganlarımız da sıcak tutar sizi” diyor başlıyorum gülmeye…
Ulan-batur’da ikinci günümde şöyle ufaktan bisikletimle bir şehir turu atıyorum. Bu şehir düşündüğümden daha iyi çıkıyor. Öncelikle her mağazada rahatlıkla kredi kartınızı kullanabiliyorsunuz. Ben bunu Çin’de yapamamıştım. Ayrıca bir çok yerde karşılaşmadığım, bulamadığım ekipmanları bu şehirde dükkanlarda buldum.
Gizem ve Nurullah bana Moğolistan’da her türlü konuda çok yardımcı oluyorlar, ikisine de buradan teşekkür ediyorum.
Üçüncü gün elçimiz Asım Bey ve eşi Güzin hanım, beni yemeğe davet ediyor. Yurt dışında bizi böyle insanların temsil etmesinden inanın çok mutlu oluyorum. Elçilerimizin hepsi birbirinden iyi ve aydın insanlar. Denk geliyoruz, MNG kargonun kurucusu Ahmet Bey de bir iş için Moğolistan’da bulunuyor yemekte kendisi ile de tanışıyorum. Güzel keyifli sohbetler ediyoruz.
Aynı zamanda 4. Üniversiteler arası boks şampiyonası da burada yapılıyor, bizim gençleri de seyretmeye gidiyorum. Bizim sporcularla tanıştığımda ve nereden gelip nereye gittiğimi söylediğimde aynı soruları defalarca sordular. “Abii sen ne yaptın, biz uçakla zor geldik!” 😀 Hepsi birbirinden iyi sporculardı ve hemen hemen hepsi altın madalya kazandı. Türk heyetinin başında Türkiye’nin değerli öğretim görevlilerinden Sedefhan Oğuz vardı.
Asım bey ve eşi Güzin hanım bizleri bir gün Moğolistan’ın en güzel lokantalarından birinde öğlen yemeğine davet ettiler. Saatlerce çok güzel muhabbet ettik. O masada Sedefhan hoca konuşurken bir şey dikkatimi çekti. Ne anlatırsa anlatsın dinlemesi keyifliydi. Aynı benim rahmetli hocam Ünsal Oskay gibi, Anlattığı her şeyden aslında bir ders çıkartıyorsunuz. Meğer ikisi de aynı Üniversitede öğretim görevlisi olarak da bulunmuşlar. Ve işte bir kere daha dünyayı küçültüyorum. Sedefhan hoca benim çocukluk arkadaşımın ailesi ile çok yakın arkadaş çıkıyor. Yani 8000 km sonrada bu oluyor ya pes daha ne olsun.
Gene o hafta içi Rus elçiliğine gittim. Fakat geçtiğim ülkelerden dolayı mıdır nedir, bana vize vermeye pek yanaşmadılar. Ben de elçiliğimize durumu illetim. Asım Bey çok teşekkür ederim, bizzat kendisi ilgilendi. İnşallah önümüzdeki hafta Rusya için vizem çıkmış olacak. Şimdi Rus vizesini beklerken orada bir de Moğol bir kızla tanıştım benle aynı yaşta. Moğolistan’ın eski sanatçılarından birinin kızıymış. Bekleme sırasında muhabbet muhabbeti açınca beni cumartesi günü arkadaşları ile yemeğe davet etti yol anılarımı dinlemek için, tabi zevk duyarım dedim.
Asım Bey bana bir basın toplantısı ayarladı. 10 kadar basın kuruluşu benim projemi dinleyip haber yapmaya geldi. Küresel ısınmaya karşı Moğolistan ne gibi önlemler alabilir onları dile getirdim. Benden birkaç gün önce de Arjantinli bir bisikletçinin demeç verdiğini öğreniyorum. Kendisine e-mail attım ama bir geri dönüş alamadım, o da Rusya’ya gidecek olmadı yolda yakalarım artık veya o beni yakalar. 😀
Bir akşam Gizem’le birlikte Almanya’da eğitim almış iki müzisyenin konserine gidiyoruz. Yan flüt ve piano. Muhteşemdi. Gözlerimi kapatıp dinleniyorum salonda.
Haftasonuda bu elçilikte tanıştığım arkadaşın yanına gidiyorum. O ne! 5 tane kadın birbirinden güzel. Masaya oturuyorum yemekleri sipariş ediyoruz. Hepsi Moğol, benim yaşlarımda, biri hariç hepsinin çocuğu var. Yemekten sonra bir şişe viski açıyorlar, bu arada benim hikayemi dinliyorlar, sonra ben de onlarınkini. Hepsi çalışıyor, kocalarınız nerede diye sorduğumda evde çocuklara bakıyorlar diyorlar. Önümüzdeki sene Türkiye’ye tatile gitmek için de plan yapmışlar. Bu arada ikinci viski açılıyor, ben böyle içen kadınlar görmedim. Sonra da “akşam club’a gidiyoruz, bize katılmak istemez misin?” diye soruyorlar. İstemem mi, gelirim tabi deyip ayaklanıyoruz. Atlıyoruz bir taksiye 6 kişi. 😀 Hop adını hatırlamadığım bir club. İçeri bir giriyoruz ki cennet cennet! Mekanı çok güzel yapmışlar, aynen cennet gibi dekorasyonu…. Masamızda önceden ayırtılmış.
Haydi bakalım hop eller havayaaa derken bir bakıyorum hatunların biri arkamda biri önümde. Diğerleri yanımda. Hayatımda hiç bu kadar kalçamın mıncıklandığını hatırlamıyorum. Hikayenin gerisini boş verelim.
İşte Rusya vizesini beklemekteyim.Bunun dışında tüm malzemelerim Hazır. – eksi 30’a kadar ekipmanım dayanır diye tahmin ediyorum.
Atılım üniversitesinin bir hafta önce yolladığı kargo da elime ulaştı, bir kaç bayrak ve tshirt den oluşan bu kargonun içinde Güngörler bisikletten Burak güngörün yolladığı dişli lastiklerde elime ulaştı. Şimdi herkes soracak hangi marka diye söyleyeyim Rubena. Atılım üniversitesine ve Güngörler bisiklete de teşekkürler
Facebookdaki fotoğraf albümlerinin hemen arkasından bu yazıyı da siteme koymuş oluyorum. 😀 Oh be rahatladım haha!!
Ek: Bu tuvalet mevzusunu dağcı kardeşim Cihad Özyurt’a Sordum.. Kardeşim dağın başında o soğuk havada siz nasıl sıçıyorsunuz? Verdiği cevap.
Psikolojini güçlendirmen lazım oldu. yahu bir git