(Özbekistan macerasından sonra kaldığım yerden devam )
Pasaport sınır kapısına gelir gelmez hemen yola koyuldum. Ben ara bölgede beklerken Benjamin ve Loura ayrıca Slovakya’dan Matheuw da geçmişti. Geçeli iki gün olmuştu hani belki onlara yetişirim diyordum. İlk şehrin Panjikent olduğunu öğrendim. Öğrendim diyorum çünkü Tacikistan ile ilgili hiçbir bilgim yoktu. Bu ülke ile ilgili bir çalışma yapmadan bilgi toplamadan ülke içinde yol almak daha da zor olacaktı. Özbekistanda harita bakınmıştım fakat bulamamıştım. Terry ve Elena’nın bilgilerinden faydalanacaktım ama ara bölgede kalınca olmadı.
Sınırdan Panjikent 30 km uzaklıkta. Hareketli ve kalabalık bir şehir. Şehrin yakınlarında gezilecek görülecek dağlar ve göller mevcut fakat arkadaşlarımı yakalamak için hiç şehirde durmadan pedalladım. Sadece birkaç markette su aradım bulamayınca soda alıp yola devam ettim.
Bu ülkede içme suyu bulmak neredeyse imkansız. Litrelik şişelerde soda satıyorlar. “Bi gaz water” demekten bir süre sonra sıkılıp, bulduğum her nehirde derede filtre işlemine başlıyorum.
Panjikent’den sonra birkaç ufak tefek köy de geçtim fakat ne adlarını biliyorum ne de civarda ne olduğunu. Nereleri kaçırıyorum hiçbir fikrim yok. Ani’ye kadar yol yer yer bozuluyor yer yer asfalt halinde devam ediyor. Ani şehrinden sonra gerçek tırmanış başlıyor. Orayı da geçtikten sonra 1 gün konaklıyorum. Rampaları görünce o yorgunluğun üzerine oraları dinlenmeden geçmek imkansız. Meğersem o rampalar sadece göstermelikmiş! Yanımda erzak sıkıntısı olmadığından akşam yemeğimi ve sabah kahvaltımı gayet iyi bir şekilde yapıyorum. Duşanbe’ye 3 günlük yol var diye tahmin ettim.
Sabah erkenden rampayı tırmanmaya başlıyorum. 1 saat, 2 saat derken aman Allah’ım bitmiyor. Üstüne yol da bozuluyor. Len nerede bu rampanın sonu 1400 – 1800 – 2100 – 2500 çıktıkça çıkıyorum. Bir ter atıyorum bu şekilde, böyle bir ter atış yok. Tırmanış da eğim %13. Gidonun oraya resmen çeşmeden su akar gibi su akıyor. İçtiğim suyu anında ter olarak atıyorum. 2800 metrede herkesin bahsettiği tünele varıyorum. Dizlerim sızlıyor. Belim ağrıyor of!
İnşaat halinde olan bu tünel 10 km. uzunluğunda, içerisi zifiri karanlık. Tünelin zemininden minik bir nehir akıyor demek isterdim fakat bildiğin tünelin içinde nehir var. Bu ne len ? Yolun tamamı çukurlarla dolu. Yani bir kamyon veya araç bulmak zorundayım. Geçen ilk kamyondan yardım istiyorum, hemen yardımcı oluyorlar. Şoför ve yanındaki adam benle Rusça konuşmaya çalışıyorlar ama anlamıyorum. Anlaşamamıza rağmen o araca biniyorum. Yahu bir tünel yapıyorsun yol desen yol değil, delik deşik, arabalar 10 km ile konvoy halinde gidiyor. Bir ışık koy da kardeşim önümüzü görelim. Bir de havasız ki off. Kamyonun içi zaten osuruk kokuyor! Len tünelde gebermiyelim derken kamyonun içinde havasızlıktan gebereceğim. Bisikletçilerin mide iyi çalışır. Adamların kokusunu ne çekeceğim, ben de osuruyorum, oh mis onlar benimkini koklasın fakat bir süre sonra ortam çakmak çaksam patlayacak kıvama geldi
Tünel girişi 2800 metrede. Belki içinde bir yüz metre daha tırmanmışımdır. Tünel çıkısında muhteşem bir manzara var ama yola bir bakıyorsun yol yok. Kamyondan iniyorum, bisikleti tekrar yüklüyorum.
Ee her rampanın bir inişi vardır, bu rampadan inmek inanılmaz zevkli olacak belli. Birkaç kilometre iniyorum 2 jant teli birden kırılıyor. Bu yola bu jant nasıl dayanacak diye düşünürken, elimde sadece bir jant teli kaldığını da çantayı açınca hatırlıyorum. İşte şimdi hapı yuttuk. İneceğim yolu görüyorum, imkanı yok inmez dağılır giderim. Hemen bir ayar yapıyorum biraz gidiyorum ama yok yok.. Bu şekilde inemem yoksa daha büyük hasar olacak belli. Yoldan geçen bir aracı durdurdum. Şans durdurduğum araç bir taksi çıkıyor. Duşanbe şehrine bisikletim ve benim için 100 somon istiyor. 1 dolar 4.4 somon yapıyor. Çok pahalı diyip binmiyorum. Türkiye ile kıyaslarsanız aslında bir para değil ama burada pahalı geliyor nedense bu fiyatlar. Başka bir araç durduruyorum o da aynı parayı isteyince demek ki fiyatı bu buraların diyip bisikleti bagajına atıyorum ve bu güzelim yokuşu Duşanbeye kadar araç içinde geçiriyorum. Tırmanışı yap ama inişini yapama işte bu fena koyuyor. İnene kadar fren papuçlarımı kesinlikle bitirirdim hatta yenilerini bile takabilirdim.
Duşanbe şehrine 10 km kala yol düzeliyor. Gişelere geliyoruz bu ne diyorum, otobana giricez diyor. Vay anasını yol olmayan bu ülkede otobanı mı var? Neyse giriyoruz otobana, tamam asfalt güzel de otoban ne zaman başlıyor? Tek şerit yol, karşıdan da araçlar geliyor gidiş geliş şeklinde, ee otoban nerde diyorum. Bu bizim otobanımız diyor şöför. Hadi len bunun için mi para veriyorsunuz?
Yol boyunca sol tarafımda akan nehrin çevresinde havuzlar ve güzel villalar gözükmeye başlıyor. Bisiklete biniyor olsaydım kesinlikle bir tanesinde durup yüzerdim. Neyse şehrin içine giriyoruz.
Duşanbe tamamı ile ağaçlarla kaplı bir şehir. Beton binaları bu yeşillik çok güzel kapamış. Hala elektrikle çalışan otobüsler kullanılıyor. Çevre bilincinden olduğunu sanmıyorum fakat gene de görüntü çok güzel.
Bu gezginlerin kullandığı bir kitap var: Center Asia, Lonely Planet. Bu kitap ülke ülke, şehir şehir hatta hatta köy köy nerede ne var ne kadar kalıyorsun ne kadara yemek yiyorsun, nerede tuvalete gidiyorsun hepsini yazmış. Benim gibi Anadolu çocuğunun elinde bundan olur mu? Olmaz tabi. Rota belli mi belli, tamamdır devam diyip yola çıkmıştım..
Şimdi bu şehirde bu bisikletçi tayfası kimin evinde kalıyor bulmak lazım. Kimin evi diyorum çünkü ev sahipleri odalarını gezginlere kiralıyorlar. Bu odalarını kiralayan evler de aha bu kitabın içinde yazıyor. Bir adres almıştım oraya gittim ama kime
sorsam bilmiyor o adresi. Şoföre beni Türk elçiliğine götürmesini rica ettim.
Yolda elçiliğe doğru ilerlerken ahanda bir bisikletli saç sakal birbirine karışmış! Şu adamı geç biraz ilerde dur dedim şoföre, şoför de durdu. Len bir de Rusça bilsem neler olacak siz düşünün artık. Herif dediğimi yaptı. Arabadan indim, bisikletin önüne geçtim, durması için el kol yapıyorum. Biraz şaşırmış bir şekilde duruyor. Kendimi tanıtıyorum, bisikletimi gösteriyorum, sorunu anlatıyorum bir de kalacak yer lazım diyorum. Bir evde kaldığını ama 3 odasının da dolu olduğunu söylüyor. Tam bu sırada yanımızda bir bisikletli daha duruyor. Polonyo’dan Boghdan. Ona da aynı şeyleri anlatıyorum. Gel diyor ben bir evde kalıyorum tek başıma, oda da geniş, yarı yarıya paylaşırız diyor. 10 dolar odanın kirası sen 5 verirsin ben 5 tamamdır diyor. Beraber eve doğru gidiyoruz. Yolda da kendisi ile sohbet ediyorum. Çin’den başlamış, Avrupa’ya Polonya’ya doğru gidiyormuş. Detaylı detaylı sohbet ederken pat benim zincir kopuyor. Hiç uğraşmıyoruz toparlıyorum zinciri yürüyerek eve gidiyoruz.
Ev sahipleri ile tanışıyorum, tatlı bir aile. Kişi başı 10 dolar artı yemek diyorlar, eh itiraz edecek bir durumumuz yok kabul ediyoruz. Üstelik evin kızı da Türk okulunda okumuş, Türkçe konuşuyor. Şehir hakkında ondan bilgi alıyorum ne nerede söylüyor bana. Eşyaları boşaltırken bir tane Rubena dış lastiğimin araçta düştüğünü fark ediyorum. Bu kötü oldu işte.. Geriye bir yedek lastiğim kalmış oluyordu. Ertesi gün şehir pazarına gitmem gerekecekti. Boghdan’ın elinde de Lonely Planet vardı. Hemen kitabı alıp bizimkilerin nerede konakladığına bakıyorum. Akşam yemeğinden sonra hemen uyuyorum, o kadar yorulmuşum ki artık ayaklarım beni taşımıyor.
Sabah erkenden kalkıp bisikletin zincirini yapıyorum. Tam hareket edeceğim, bir aksilik var gitmiyor bisiklet. Ön fren sisteminde ayar için kullandığımız minik vida düşmüş. Haydaaaaaaaaaaa len şimdi onu nereden bulacağım? Ön freni iptal ediyorum. En büyük pazarın nerede olduğunu öğrenip ilk iş olarak oraya gidiyorum.
Ülkede bisikletçi falan yok, o yüzden pazardan bulup kendin yapacaksın her şeyi. Ben de pazardan her şeyi buluyorum ve kendim yapıyorum. Sonra Türk elçiliğine gidiyorum. 3. Katibimiz Mustafa bey ile tanışıyorum. Kendisi defalarca bana ulaşmaya çalışmış ama başarılı olamamış.
Burada bir detay girmek istiyorum. Türkiye’de aldığım ve bu yol için kullanmayı planladığım vodofone hattımın faturası 1500 lira gelince yerel hatları kullanmaya başladım. Peki neden 1500 geldi. Issız bir yerde gidiyorsunuz, tek güvenceniz de gps’iniz diyelim (bu benim hatam, harita kesinlikle olmalı işte bu da bir tecrübe) bir boylam çizgisinden sonra gpsin üzerindeki yol ve şehirler biranda gidiyor. Bir yol ayrımına geliyorsunuz tabela yok, harita yok, gps çalışmıyor. Uydu telefonundan Türkiye’deki garmin bayisini aradım. Bay Tekin elektronik. Kendilerine yurt dışında olduğumu, uydu telefonundan aradığımı, durumumu anlattım ve bana geri dönmelerini isteyip telefonu kapadım. 15 dk. bekledikten sonra tekrar aradım, neden geri dönmediklerini sordum. Efendim şu anda tüm çalışanlarımız meşgul o yüzden geri dönemiyoruz, ben yardımcı olayım size demez mi! Len gerizekalı kadın, sana uydu telefonundan aradığımı söylüyorum. Ses tonumu yükselterek ve biraz da tehditkar konuşarak hemen geri dönmelerini söyledim, telefonu kapadım. 5 dk sonra bir yetkili döndü. Durumu anlattım. İmkansız diyor. Len ne imkansızı, işte gözükmüyor yol kordinatımı veriyorum, kendisi bilgisayarda görüyormuş. Len İstanbul’da olsam yemin ederim mekana gidip birilerini geberteceğim. Bilgisayardan bana ne, makinada gözükmüyor! Bilgileri kaydedip cihaza reset atmamı söylüyor. 42 derece sıcaklıkta çölün ortasında uğraştığım işlere bak. Neticede reset de atılıyor, olmuyor. Bu sefer de güncellemeler eksik diyor. Hangi yolu kullanacağımı söyleyip telefonu kapatıyor. Bu konuşmanın bedeli de bu. Ulan ben o paraya 2 ülke geçiyorum neredeyse. Garmin kullanan tüm arkadaşlar, hepinizin gpsinde aynı olay mevcut. Türkmenistanı geçtikten sonra ana yol şebekesini kaybedeceksiniz. Tabi eğer farklı bir harita kullanmıyorsanız. Ben bu sorunumu önce Benjamin’in haritalarını yükleyerek hallettim ama sınırlı bir bölgeyi gösteriyordu bu haritalar. Sonra da Tacikistan’da Khrog’da konaklarken motorsikleti ile dünya turuna çıkan Bartın’ın garmininden çektiğim genel dünya haritası ile tamamını çözdüm.
Elçiliğimizdeki muhabbete geri dönüyorum. Bana şehrin en büyük pazarının nerede olduğunu söylediler, oradan eksiklerimi alabileceğim söylendi. Onun yanı sıra Klob’da ki Türk okulunda konaklamam için de ön konuşmalar yapıldı. ( Yani görüldüğü üzere o yıllarda hem ülkede hem ülke dışında devletin tüm kurumları Cemaatin okulları ile gayet iş birliği içinde. Devletin cemaatle olan ilişkisi 1950-60 sürecinde başlarken uygulanan bu politikanın başlangıç tarihinin dünya turundaki araştırma göre 19yy sonlarına doğru başka bir ülkenin dış politikasındaki stratejiye dayandığını anlıyorum)
Sonra kitabı açıp su bizimkilerin konakladığı yeri bir bulayım dedim. Kitaptaki tarifler olmasa cidden sokak adresi ile kaldıkları yeri bulmak çok zor. Neticede ben buluyorum kapıdan içeri giriyorum. Bir çığlık atıyoruz, herkes birbirine sarılıyor. Güzel bir olay bu. Kısa bir sürede bu insanlarla iyi arkadaşlık dostluk kurmak, birbirini gördüğünde cidden sevinmek güzel. Aylardır yalnız seyahat ettiğim için bu tür bir yol arkadaşlığı benim için de çok güzeldi.
Ara bölgede neler yaşadığımı anlatıyorum. Sonrasında da yola ne zaman çıkacağımız konuşuluyor. Benjamin, Loura, Terry ve Elena biz beraber yola çıkacağız. O gün orada tanıştığım ama Azerbaycan’da benim önümde giden Malezyalı çift Young ve Choung 3 gün sonra yola çıkıp kuzey yolunu kullanacaklar. Aynı şekilde Slovakya’dan Matheuw da kız arkadaşını beklediğinden o da 3 gün sonra yola çıkıp kuzey yolunu kullanacak. Kuzey yolu Khrog’a daha kısa fakat güney yoluna göre çok daha bozuk, hiç asfalt yok. Güney yolunda en azından 50 km. asfaltta gidiyorsun. 50 km. bir şey değil demeyin, o 50 km. o kadar iyi geldi ki sonrasında.. Bu arada Kanadalı Nathan hala Özbekistan’da geziyor. Türk lokantası bulduğumu söyledim, gruptaki herkes Türk yemeklerine bayılıyor. Ertesi gün öğlen yemeğine oraya gitme kararı aldık. Ben hava kararmadan kaldığım yere dönmek için yanlarından ayrıldım.
Ertesi gün Merve restaurantın önünde buluştuk. Ben ev sahibi ile muhabbete daldığımdan biraz geç kaldım, herkes kapının önünde beni bekliyormuş. Camın hemen yanındaki masa bana seslendi. Dostum bakar mısın Türk müsün sen diye? Evet dedim. Masadaki herkes ayağa kalkıp, seninle gurur duyuyruz dedi, hepsi elimi sıkmaya başladı. Ben gelmeden önce muhabbet ediyorlarmış, ulan yabancıların hepsi dünyayı geziyor bizden bunu yapan adam zor çıkar demişler. Arkada Türk bayrağı ile ben gelmişim mekana. Türkiye’den bisikletle geldiğime inanmakta biraz zorlansalar da Tacikistan’ı metre metre anlatınca inandılar. Arkadaşların Türk yemeğini çok sevdiğini, hepsinin Türkiye’de en az bir ay geçirdiğini söyleyip, o yüzden de buraya getirdiğimi söylüyorum. Konuştuğum kişi meğersem oranın işletme müdürüymüş. Merve Kafe Duşanbe’nin Rustaki caddesinde bulunuyor. Bir de Merve restoran varmış o da buraya 300 metre uzaklıktaymış. Tüm Türk yemeklerini orada bulmak mümkün. Öğlen ve akşam saatinde kafede yer bulmak imkansız, çok kalabalık. Yerel halk da buranın yemeklerine bayılıyor belli ki. Herkes özlediği yemeklerin siparişini veriyor. Bol yoğurtlu iskender üstüne de baklava ve bir litre de ayran içiyorum ben. Hepimiz çok mutluyuz çünkü uzun bir aradan sonra ilk defa düzgün bir yemek yiyoruz. Yemekler bittikten sonra hepsinin hayran olduğu Türk kahveleri söyleniyor. Ardında toparlanıp şehirde gezinmek için hareket ediyoruz. Tam dışarı çıkıp bisikletlerimizle pedallayacakken mekanın sahibi Ahmet bey geliyor, benimle tanışıyor ve herkesi buraya getirdiğim için teşekkür ediyor. Akşam yemeği için tüm grubu Merve restorana davet ediyor. Hepimiz mutlu oluyoruz ve teşekkür ediyoruz. Bisikletimin arkasında Türk bayrağını ve Atılım Üniversitesi’nin bayrağını görüyor. Önce üniversitenin bu yolculuğa sponsor olduğunu söylüyorum, helal olsun onlara da diyor. Ardından rotamı soruyor. Kırgızistan deyince Türklere de saldırıldığını biliyoruz, arkadan bayrak biraz zor olacak ne yapacaksın diyor. “Ahmet Bey, ben o bayrağı 3800 km. dir sadece bakım yaptığım esnalarda söktüm, şimdi savaş var diye de çıkartmam.” deyince o zaman sana da helal olsun deyip akşama beklediğini söylüyor.
Günün içinde eksikliklerimizi halledip alışverişimizi yapıp akşam hep birlikte Merve restorana gidiyoruz. O kadar güzel ağırlanıyoruz ki Polonyalı Boghdan “ben hayatımda bu kadar güzel yemekler yemedim, kesinlikle Türkiye’ye gideceğim” diyor. Dur bekle ben döneyim de birlikte gezeriz diyorum. Muhteşem muhabbet ve akşam yemeğinden sonra da herkes evlerine dağlıyor. Sabah yola çıkılacak.
Sabah kahvaltımı yapmak için ben Merve kafeye gidiyorum. Zaten buluşma noktamız da orası. Ballı tereyağlı yumurtalı beyaz peynirli muhteşem kahvaltımdan sonra da herkes geliyor ve yola çıkıyoruz.
Şehir içinden çıkmak cidden ızdıraplı. Araçlar, insanlar, korna sesleri. Bir an önce uzaklaşmak için herkes hızlıca pedallıyor. 5-6 km sonra şehrin dışına çıkıyoruz. Yolda çalışma olduğundan stabilize bir yolda gidiyoruz. Yandan geçen araçlardan taş fırlıyor, gözlüğümü ve kaskımı takıyorum hemen.
Şehirden uzaklaştıkça yeşilin içine gömülüyoruz. Sırasıyla da rampalar başlıyor. Duşanbe’ye gidene kadar artık hepimiz alışıyoruz bu ülkenin rampalarına, o yüzden karşımıza ne çıksa hazırlıklıyız. Herkes enerjisini çok iyi kullanıyor.
Önce 420 metreden 2100’e tırmanıyoruz. Duşanbe’yi ve çevresindeki şehirleri tepeden görüyoruz hemen bir kare alıyorum. Ardından inişe geçiyoruz yol asfaltken bir anda bozuluyor, büyük büyük kayalar, kum birikintileri.. O dik yokuşta o ağırlıklarla inmek cidden zor oluyor. Bisikletteki titreşimlerden bir süre sonra sol taraftaki çantamın plastik kelepçeleri kopuyor. Demirleri neyse ki var diyorum ama yokuş bittikten sonra yapmak istiyorum, arkaya koyuyorum. İşte bu da bir tecrübe, orada hemen yapacaksın. Yokuştan aşağı inerken arkadaki ağırlığa dayanamayan jant tellerinin üçü kırılıyor. O tozun toprağın içinde de halledemeyeceğimden çok ağır ve yavaş bir şekilde aşağıya kadar iniyorum. Bu arada aşağı doğru inerken arkamdaki Türk bayrağını gören bir araç yavaşlıyor, benle sohbete başlıyor. Türklerle çalışan bir iş adamı. Türkçe konuşuyoruz. Ertesi gün Dangara şehrinde kendilerinin düğünü varmış beni ve arkadaşlarımı oraya davet ediyor. Ben de kabul ediyorum. Telefonunu veriyor sonra da yoluna devam ediyor. Yokuş sonuna vardığımda aynı araç sahibinin Elena ve Terry ile konuştuğunu görüyorum. Ben de yanlarına katılıyorum. Ertesi gün Dangara’da buluşuruz diyoruz. Bulunduğumuz yerden 50 km uzaklıkta. Bisikletin durumunu anlatıyorum bizimkilere, hemen bir kamp yeri buluyoruz. Hava karardığından önce yemeklerimizi yiyoruz. Bisikletle de yarın sabah ilgilenirim artık deyip yatıyorum.
Sabah ilk iş olarak çantaları hallediyorum, eskisinden daha sağlam oluyor. Sonra bisikletin yanına gidiyorum.. Cant tamamı ile eğilmiş, tekerlek 8 çiziyor. Sonra da fark ediyorum ki 4 tel kırılmış. Tellerin ikisini takabiliyorum diğer ikisi dişlilerin olduğu tarafdan takılıyor fakat bende o dişlilerin kilidini açacak anahtar yok. Terry geliyor, durumu anlatıyorum. Aynı anahtarın kendisine de lazım olduğunu, kaybettiğini söylüyor. Benjamin ve Loura’nın bisikletinde zaten bu anahtara ihtiyaç yok, dişliler göbekte ve saklanmış durumda. Alıyoruz elimize çekici ve tornavidayı, kilidi açmaya çalışıyoruz, açılmıyor. Tekerleği yerinden çıkartıp 1 km. gerideki şehre gidiyorum ben. Ordaki tamirhanede açmayı deniyoruz açılmıyor. Tamirhanenin sahibi beni şehir merkezinbdeki pazara götürüyor, belki orda ona uygun anahtar buluruz diye fakat orda da o anahtar çıkmıyor. Tek bir çare kaldı Duşanbe’ye geri dönmek.. Bisikletin yanına gidip takım taklavatı topluyorum. Gruba da siz yolunuza devam edin ben sizi Dangara’da yakalarım diyorum. Her ihtimale karşı tüm eşyalarımı toplayıp araca koyuyorum.
Duşanbede bu kilidi açacak anahtar bulamazsam Türkiye’den sipariş verip bekleyeceğim. Bisikletle geldiğim 70 km.yi araçla geri dönüyorum. Hemen en büyük pazara gidiyoruz şehir içindeki. Duşanbe inanılmaz sıcak. Güneşin altında o kilidi açacak parça arıyorum. En sonunda bir tamircide buluyorum. Kilidi açıyoruz, bu sefer de elimde kalan son jant telleri maalesef oraya uygun değil, hepsi büyük! Pense ile ucunu büküp tekrar deniyorum bu sefer oluyor… Ee ne yapayım başka yol yok, jantı da çekiçle düzelttikten sonra başlıyorum akort ayarına. Sanırım 1 saatimi alıyor ama sonunda gayet iyi oluyor. Her hangi bir eğiklik yok. Araca bisikleti geri yüklüyorum, doğru Dangara’ya. Yolda bizimkileri görürüm diye umuyorum ama Dangara’ya kadar maalesef onları göremiyorum. Acaba vardılar mı diyorum ama imkansız, yol zaten kötü, bu kadar hızlı olamazlar. Sanırım mola verdikleri bir yerde ben yanlarından geçtim ve görmedim. Ben Dangara’ya varıyorum. Dün tanıştığımız Alkay Bey’in telefonunu arıyorum, kendisi çok meşgul olduğunu, hemen kardeşi Enver’i bulunduğum yere göndereceğini söylüyor. 5 dk. içinde de Enver yanıma geliyor. Enver’de çok güzel Türkçe konuşuyor. Türk okulundan mezun olmuş. Evlerine kadar sohbet ediyoruz. Eşyalarımı aracından çıkartıyorum, tüm ev halkı toplanıyor. Kalabalık bir aile. Bisikleti topladıktan sonra bana bir sofra kuruluyor. Yemeğimi yiyorum ve gelen herkesle sohbet ediyorum. Enver tercüman oluyor. Onlar soruyor ben cevaplıyorum. Konudan konuya atlıyoruz. Türkiye hakkında çok soru geliyor, teker teker cevaplıyorum. Hepsinin hayalinde Türkiye’ye gitmek var, bunu anlıyorum.
Grubu merak ediyorum, acaba nerdeler.. Enver’den rica ediyorum, bir şehre inip bisikletli birilerini görüp görmediklerini sorabilir miyiz dıyorum. Şehir girişindeki markete gidiyoruz. Şimdi buradan geçtiler, benzinlikteler diyor market sahibi. Hemen benzinliğe gidiyoruz. Arabanın içinde beni görünce şaşırıyorlar. Çok yavaşsınız diyip dalga geçıyorum. Yolda neden görmediğimi soruyorum, kuytu bir yerde öğlen yemeği yediklerini o yüzden göremedigimi söylüyorlar. Hepsi toz toprak içinde, hadi gelin iyi bir duş ve yemek var diyip arabanın arkasına takıyorum hepsini. Eve doğru gidiyoruz,
güzel bir duş ve yemekten sonra giyinip, hep beraber akşamki düğüne gidiyoruz.
Büyüklerin, ev sahibinin gelinin babasinin oturduğu masada bize de yer ayrılmış. Kalabalık bir düğün, 200 kişi var nerdeyse. Terry ne kadar kalabalık bir düğün diyor. Enver ekliyor, düğünlere en fazla 250 kişi davet edilebiliyor, fazlası yasak diyor. Alla alla niye yasak? diyoruz. Eskiden binlerce kişi katılırmış, çok deli paralar harcanırmış düğünlere. Devlet, israf diye bu tarz düğünleri yasaklamış. İnsanlar borçla, kredi ile düğün yapıyorlar, sonrasında ödeyemiyorlar diye yasak gelmiş. Mantıklı bir yasak diyoruz.
Ortam ve yemekler güzel, üstüne çıkıp dans da ediyoruz, fotolar videolar çekiyoruz. Bizler için değişik ve eğlenceli bir gece oluyor. Akşam da Enver’in amcasının evinde verandada hep birlikte yatıyoruz. Hava sıcak olduğundan içerde yatmaktansa dışarıyı tercih ediyoruz.
Sabah erkenden kalkılıyor. Güzel bir kahvaltı hazırlanmış bizleri bekliyor. Ne ara kalktılar da kahvaltıyı hazırladılar? Saat zaten 6 kardeşim alla alla. Neyse karnımız doyduktan sonra herkesle vedalaşıp yolumuza devam ediyoruz. Çoğunlukla asfalt ve düz bir yolda gidiyoruz o yüzden keyfimiz gayet yerinde. Öğlene doğru hava sıcaklığı artmaya başlıyor. 400 ile 700 lob’a yaklaştığımız bir noktada Polonya’lı iki motorsiklet yanımızda durdu. Karı koca dünya turuna çıkmışlar ikisi de genç, çekmişler altlarına KTM’leri geziyorlar. Vallahi kıza helal olsun dedim. Gerçi Elena ve Loura’ya 10 katı helal olsun diyorum. İnanılmaz dayanıklılar, cidden kolay bir yol değil. Terry ve Elena yola çıkalı 15 ay olmuş, Benjamin ve Loura 14 ay olmuş. Benim de 4 ay! 😀 Toy kalıyorum yanlarında. Gezgin muhabbeti yaptıktan sonra bu cıftle, motorlarına atlayıp gidiyorlar. Biz de Klob’daki Türk okuluna konaklamaya gidiyoruz. Okulun müdürünün önceden geleceğimizden haberi vardı. Okulda çok güzel ağırlanıyoruz. Tabi ki gençler bir şeyler öğrenmek istiyorlar ama inanın onlar soru sorarken ben uyudum uyuyacaktım neredeyse.. Nasıl yorgunuz hepimiz. Terry soruları biraz biraz cevaplıyor. Sonra da durumu izah edip hepsinden özür dileyerek odamıza çekilip uyuyoruz. Sabah onları rahatsız etmeden kahvaltımızı yapıp yolumuza devam ediyoruz.
Klob’dan 25 kilometre sonra artık yoldan eser kalmıyor. Kepçe bir kere geçmiş, yolu açmış, sonrasını araçlar yapmış. Rezalet bir yol, hem tırmanışta hem de inişte bizleri çok zorluyor. 520 metreden 2000’e tırmanış yapıyoruz gene. Artık tırmandık mı, orada kalalım. Yahu inmek istemiyorum aşağıya! Ya hep tırmanalım ya da hiç tırmanmayalım.
Yahu insan gibi değil ki tırmanışlar.. eğim gördük, zaten neredeyse çoğunluğu %8 ile arasında bu tırmanışlardaki eğimlerin. Bu tırmanışlar sırasında ortalama 10 defa mola veriyoruz, yaklaşık olarak da 5 saatimizi alıyor belki 6. Biraz fazla gelebilir fakat yol asfalt olmadığından ve yük konusunda herkesin hatrı sayılır bir ağırlıgı olduğundan ancak tamamlıyoruz.
Bu arada ben arka lastiklerimi değiştirip Rubena’nın dişlilerini kullanmaya başladım böylelikle yola daha iyi tutunabiliyorum. Bu uzun inişler çıkışlar sonunda öyle güzel bir noktaya geldik ki. Yukarıdan Panju nehrini ve Afganistan’ı görüyorduk. Bu manzaranın olduğu alanda çadırlarımız için de çok güzel bir yer bulduk. Çadırlarımızı kurduktan sonra kendimize çok güzel bir sofra hazırladık. Yediğim en güzel yemeklerden biriydi bu yemek. Belki günün yorgunluğundan belki de bu muhteşem manzaradan.. Gece dolunay vardı. Çadırın içinden dolunayın Afganistan sınırından doğuşunu seyrettim. Sonra da geldiğim yolu ve tanıştığım insanları teker teker hatırlayıp anmaya başladım sonra da uykuya dalmışım.
Sabah güneş çadırın içini bir anda hamama çevirdi. Kalktığımda Elena ve Loura kahvaltıyı hazırlıyordu, ben de yardım edilecek bir şey var mı diye baktım ama her şey hazırdı. Kahvaltıdan sonra çadırlarımızı toplayıp yola koyulduk.
Güne yokuş aşağı inerek başlamak güzeldi, her ne kadar yol bozuk olsa da iyi gelmişti. Bu arada artık arka frenleri değiştirme zamanı da gelmişti. Türkiye’den buraya kadar dayanmışlardı 4000 km. devirmişti bu fren papuçları. Son günlerdeki inişler çıkışlar bana çok fren kullandırttı. Paju nehrinin yanında gitmeye başladık. Bu nehir Afganistan’la Tacikistan’ı birbirinden ayırıyordu. Yolda giderken Afgan tarafından çocuklar bize seslenip el sallıyorlardı.
Afgan tarafında nehrin yanında bulunan yol tam bir patika yolu, belki iki insan yan yana yürüyebilir üçüncüsü yürüyemez. Bu arada öyle bir alana giriyoruz ki ortada delice akan bir nehir var. Sağımız ve solumuzda yüksek dağlar, arada kalıyoruz. Yer yer gps uydu bağlantısını kaybetmeye başlıyor. Yanımızdan jeepler ve kamyonlar geçerken ortalık öyle bir toz oluyor ki önümüzü göremiyoruz. Yol boyunca lastiği patlayan kamyon ve araç görmek mümkün.
Ufak ufak tepeleri inip çıkarken önde Benjamin’i görüyorum, yanında da 3 asker. Teker teker biz de Benjamin’in yanında duruyoruz. Askerler pasaportlarımıza bakmak istiyorlar. Çıkartıp pasaportlarımızı veriyoruz. Gelişi güzel pasaportlara baktıktan sonra bagjlarımızı görmek istiyorlar. Terry buna hakkınız yok göstermem, pasaportumu geri ver diye ingilizce konuşuyor da bu herifler Rusçadan başka bir dil bilmiyorlar. Benim Türk olduğumu öğrenince Özbekçe biliyor musun diyor. Türkçe biliyorum dedim. Eğer her birimize 50 somoni vermezseniz buradan geçemezsiniz, geri dönmek zorundasınız diyor. Hasiktir lan diyorum bir halt anlamıyor tabi. Bizimkilere durumu anlatıyorum. Elena herifin suratına doğru öyle bir Fuckkkkkkkkk!!! diyor ki yemin ederim yankı yapıyor o vadinin içinde, nehri bastırıyor. Terry bisikleti kenara çekiyor gitmiyorum bir yere hadi alsınlar da göreyim o parayı diyor. Ben elçiliği aramak istiyorum ama öyle bir yerde durdurmuşlar ki gps bile çalışmıyor. 30 dk. boyunca verirsin vermezsin kavgası yapılıyor. Geri gidiyoruz biz, pasaportlarımızı verin diyorum, silahları üzerimize doğrultuyorlar. Ulan düpe düz eşkiyalık Tacikistan askerlerinin yaptığı! Adamların elleri titriyor bu arada, artık ne içtilerse.. 10 somani çıkartıyorum önce pasaportları verin sonra 10 somaniyi vereceğim size diyorum. Hayır diyor her birimiz için 10 vereceksin. 2.5 dolar ediyor bu arada 10 somoni. Tamam ver pasaportları önce diyorum. Herkesinkini veriyor, bir tek Terry’ninki kalıyor. Parayı verdiğim falan yok, sadece pasaportları geri almak için böyle bir yola başvurdum ama Terry’nin pasaportu kaldı. Parayı ver yoksa pasaportu vermem sizi de buradan geçirmem diye bağırıp duruyor göt herif. Tam bu arada yokuşun başında bir araç beliriyor. Oh be sonunda biri geçiyor diyoruz. Şansa bak ki araç Birleşmiş Milletler aracı! Hemen arabayı durduruyoruz, durumu anlatıyorum. Bizden para isteyen asker bu sefer, yok biz rutin kontrol yapıyorduk diyor, pasaportu hemen elinden alıyoruz ve oradan uzaklaşıyoruz. Bu arada araçta askerlerle konuşuyor. Ben hızlı olmalarını söylüyorum. Len bu heriflerin ne yapacakları belli olmaz şimdi onları göt ettik diye mevzi alıp ateş de açabilirler. Gebersen orada defnedilene kadar kokarsın o kadarını söyleyeyim.
Bozuk yolda akşama kadar pedallıyoruz. Yer yer insanlar Türk bayrağımı görünce hey Türk diye sesleniyorlar. Bu insanların çoğu burada yol inşaatına başlayıp, devlet paralarını ödemeyince giden Türk firmasının eski çalışanları. Gene böyle aradan bir yerden seslendiler aa bir bakıyoruz çay evi. Süper bir kamp alanı, tamamen ağaçlık hemen yanından pırıl pırıl tertemiz akan nehir. İnsanlarla sohbete başlıyorum. İçeride İranlı Türklerle de karşılaşıyorum. Bizimkiler, “gene Türkler, her yerde inanılır gibi değil!” diyorlar benim Türkçe konuştuğumu görünce.
Terry ben duşa gidiyorum diyor, dur ben de geliyorum nereye gidiyorsun diye soruyorum. Nehre diyor. Len o su buz gibi, iyi iyi deyip geçiştiriyor. Akşam böyle uyumamın imkanı yok toz toprak her yanım. Ben de nehre iniyorum. Sığ ama delice akan bir nehir. Sağlam bir yerlere basmazsan seni aldığı gibi Panju nehrine karıştırır sonra da parçalarını Özbekistan’dan toplarlar. Ulan zaten yaptığım her şey deli işi, bundan mu çekineceğim? Sağlam adımlarla nehrin ortasına kadar ilerliyoruz. Şok havuzu bunun yanında sıcak kalıyor arkadaş! Bu ne yahu nasıl bir soğuk, yanmaya başlıyor bacaklarım soğuktan. Elimle suyu hızlıca alıp üzerime çarpıyorum, çığlık atmazsan olmaz nasıl bağırıyoruz. Baktım olacak gibi değil, bir çırpıda bitsin diye dizlerimin üzerine çöküyorum ve akan suyun altına giriyorum. 3 veya 4 saniye kalabiliyorum sonra hızlı ama sağlam adımlarla nehrin dışına çıkıyorum. Soğuktan dişler birbirine vurur ya, o aşamayı geçmişiz ağzım kitlendi açamıyorum salak salak şekilden şekle giriyor haha. Kar suyunda zaten hava da soğuk duşumu aboww. Kamp alanına dönene kadar kendime geliyorum, bu sefer de kendimi o kadar zinde hissediyorum ki! Ulan sanki gençlik iksirinin içine girdik, yenilendik çıktık gibi süper bir duyguydu. Akşam da yemekten sonra çok güzel uyumuşum.
Sabah kimsenin kalkmaya gitmeye niyeti yok. Mekan güzel olunca böyle oluyor. Daha çok güzel yerlerde kamp atacağız bunu hepimiz biliyoruz. Yola koyuluyoruz 8 gibi. Yol gene her zamanki gibi kötü. Bir ara asfalt görüyoruz sonra gene toz toprak aynı yol. İnişler çıkışlar derken Elena fenalaşıyor, yeter dinlenelim artık diyor ve bırakıyoruz. Benjamin genellikle hep önde oluyor ve temposu kızlara göre çok hızlı. Bir an önce gideceğimiz yere varmak istiyor. Aslında ben de yalnızken bunu yaparım ama güzel bir yer, iyi bir lokanta, foto çekilecek bir şeyler görürsem ben dururum. Benjamin’de bu yok! 😀 Özbekistan’da onlarla birlikte yol alırken bunu fark ettim. Ben hiç öne geçmiyorum. Aylardır tek başıma gezdiğim için grup kavramı pek yok bende, gruptan kopuyorum. Arkadan gelmek güzel böyle kalabalık olunca, rüzgarı da kesiyorlar. Sağa sola bakına bakına yol alarak ilerliyorum ben de. Afganistan’daki bir yerleşim yeri dikkatlerini çekiyor, çıkartıyorlar fotoları, şu açıdan bu açıdan çekip duruyorlar. Alla alla ben de bakıyorum köye, bana ilginç gelen hiç bir yanı yok?
Benjamin “şu ana kadar gördüğüm en enteresan yerleşim yeri” diyor. Yahu nesi enteresan bu yerleşim yerinin diye soruyorum. Gürkan baksana, adamlar kayaların tepelerine ev yapmışlar, nasıl yapmışlar onları oraya falan diyor. Ulan gel bizim Ankara’da bunlardan dolu var, kayaların uçurumların dibinde bir dolu gecekondu var, aynı manzara hiç bir farkı yok! Fakat bunları İsviçre’de görmediği için farklı tabii. Zaten bu ülkelerde onlara çoğunlukla çok enteresan veya ilginç gelen şeyler bana pek de enteresan gelmiyor.
Akşama doğru Kalaykum şehrine varıyoruz. Şehre girer girmez polis karakolunda işlemlerimizi yapıyoruz. Bu arada bir polis Loura ve Elena’nın fotoğrafını çekiyor. Benjamin, ne çekiyorsun fotolarını göster ve sil hemen, o benim karım deyip polise bağırıyor. Yahu gün içinde biz elalemin binlerce fotosunu çekiyoruz, kalkıp bize kimse bir şey diyor mu, hayır demiyor. Anlam veremiyorum bu çıkışa. Neyse sonra bu Lonely Planet’da yazan “Home stay” dedikleri evlerden birini buluyoruz. Fiyat konusunda bir türlü anlaşamıyoruz, bizi kazıklamaya çalışıyorlar. Fakat o gece için yapacak bir şey yok, yarın oradan ayrılırız diyoruz. Gece hepimiz aynı odada kalıyoruz, kimler horluyor, kimler horlamıyor ortaya çıkıyor. Benim nefes alıp verdiğimi anlamazsın öyle deyim. 😀
Ertesi gün fiyatta anlaşamadığımızdan şehri terk ediyoruz. Yol üzerindeki ilk köyde mola veriyoruz. Bu arada nehir kenarında çok güzel bir yer farkedip tamamdır bugün de burada dinlenelim ve bisikletlere bakım yapalım dedikten sonra hemen nehrin kenarında kampımızı kuruyoruz. Köy halkı da sağ olsun bize çok yardımcı oluyorlar. 14 km. yapıp dinlenmek cidden hepimize çok iyi geliyor. Sürekli pedallamak bir yerden sonra yoruyor, bir de normal bir yolda gitmiyoruz. Nehirde duş almaya alıştığım için hemen gözlerden uzak bir yer bulup duşumu alıyorum. Sonra da bisikletimi temizliyorum. Toz, çamur, dişliler arasına sıkışmış taşlar ne ararsan var. Zinciri temizlemem zaten 2 saat sürüyor.
Her şey bittikten sonra kamp alanına dönüyorum bizimkiler köydeki çocuklarla sohbet ediyorlar. Yarı İngilizce çat pat Rusça çocukların da hoşuna gidiyor onlarla iletişim kurmamız. Evlerinden yumurta ekmek süt getiriyorlar.
Akşam yemekleri grupta üç tane ocak olunca muhteşem oluyor. Önce çorba yapılıyor ardından ana yemek için sos hazırlanıyor. Sonrasında kahvenin veya çayın suyu ısıtılıyor. Hatta o gün ertesi sabah için krep bile hazırlanmıştı. Yemek konusunda her şey güzel, bol bol tüketiyoruz da bu bizim kilo vermemizin önüne geçmiyor. En son Türkiye’de tartılmıştım 86 kilo ile yola çıkmıştım. Tacikistan’da eğer çıktığım tartı doğru söylüyorsa 79 kiloyum. Verecek yağ da kalmadı zaten. 😀
Sabah erkenden yola koyulduk. Gün içinde kısa kısa molalar verip sohbetler ediyorduk. Bu arada aklımıza Nathan geldi. Yahu bu adam dün biz mola verdiğimiz için bizi görmeden geçip gitmesin dedik, ama sonra da yok iki gün sonra anca yakalar bizi dedik. Ve herif pat ağaçların arasından son sürat çıktı! Bizi farketti ama fren yaparak durması 10 metreyi buldu. Diyorum hayvan herif diye. Len bize nasıl yetiştin sen arızaaaaaa! O da, biz de çok sevindik birbirimizi tekrar gördüğümüze. Eeee 8 senedir durmadan dünyayı gezen bir bisikletçi ile bizim gibi 4 aydır veya 1 senedir gezinen gezginlerin hızları bir olacak değil.
O gün nedendir bilmem fena bir kırgınlık var üstümde. Gün geçtikçe de gücümü kaybediyorum. Yokuşları çıkamaz, pedal çeviremez bir duruma geldiğimde 72 km. devirmiştik. Daha fazla ilerleyemeyeceğimi, en yakın yerde kamp atmak istediğimi söylüyorum. Durumumu anlayıp hemen kamp atılıyor. Yemeğe o gün yardım edemiyorum, çadırı kurar kurmaz yatıyorum. Loura bazı ilaçlar veriyor. Elena hemen bir çorba hazırlıyor bana, Nathan da ne kadar bitki bulduysa hepsini kaynatıp içirmeye çalışıyor. Neden bir anda bu kadar kötü olduğuma anlam veremiyorum. Bir süre sonra da uykuya dalıyorum.
Ertesi sabah daha iyi bir şekilde uyanıyorum. İyiyim fakat gene de ufak bir kırgınlık var. Pedallamaya başlayınca bir şeyim kalmaz. Bünye zaten öyle bir duruma geldi ki pedalladığım sürece hiç bir şey olmuyor. Ne zaman ki duruyorum, hastaysam hastalığın şiddeti artıyor enteresan..
Yol düzelmişti ve rüzgar arkamızdan esiyordu. Fakat bu seferde hava kapamış yağmur yağmaya başlamıştı. Yağmur ve rüzgar şiddetini arttırınca kendimizi bir otobüs durağının içine attık. En son yağmurda yolculuğu Azerbaycan’da yapmıştım. Bir anda anılar aklıma gelince bizimkilerle paylaştım. Terry ve Elena’da aynı dönemlerde Azerbaycan’da yolculuk ettiklerinden onlar da aynı yağmur dönemine yakalanmışlardı, onlar da anlatmaya başladılar. Herkes oradan buradan bir anı anlatınca zaman geçti ve yağmur da durdu.
Yola tekrar koyulduğumuzda Nathan bisikletlerle şu noktadan şu noktaya ayağı yere deydirmeden kim en yavaş gidecek hadi bakalım, deyip bir oyun başlattı. Bıraktık şehre ulaşmayı oyun oynamaya başladık. 😀
Khorog şehrine iniş çıkışlardan sonra varıyorsun. Havalimanında askerler kung fu çalışıyorlar, onları görüyoruz. Bu şehir ülkenin başkenti, Duşanbe’den sonra ikinci sırada geliyor büyüklük olarak. Şehirde çok rahat İngilizce konuşan insanlar bulmak mümkün. İki tane üniversitesi, restoranları, bankası, internet kafeleri olan bir şehir. Yol gösterici kitabımız Lonely Planet, Pamir Lounge adında bir otelden bahsediyor. Benjamin elinde gps, önünde kitap burayı bulmaya çalışıyor. Len birine soralım ya, ne cadde cadde arıyoruz. Gene Samarkand’da ki gibi kimseye sormuyor etmiyor ve yanlış yola sokup bizi boş yere pedallatıyor. 😀 Terry birine soruyor, az buçuk tarif alıp öne ben geçiyorum, sağa sola sora sora kalacağımız yere ulaşıyoruz.
Mekan güzel, 5 odası var, hepsi dolu. Benjamin, Loura ve Nathan mekanın bahçesine çadır kuruyorlar. Terry, Elena ve ben verandada yatmayı tercih ediyoruz. Hava soğuk ama kalın giyinip tulumların içine girdik mi bir şey olmaz diyoruz.
Yolculuğa başladığım ilk günlerdeki konaklama şekli ile geçen süreç içindeki konaklama şekline bakınca büyük fark olduğunu görüyorum. İyicene sefilleri oynayıp kapıların önünde yatmaya başlıyorum. Tabii ki böyle büyük şehirlere geldin mi iyi yemek yiyip, sıcak duşun olduğu, yerde yatmayacağım otellerde kalmayı ben de çok isterdim. Fakat bütçem maalesef bu tür lükslere yetecek kadar çok değil. Japonya’ya varmak için olabildiğince az harcamaya çaba gösteriyorum.
Khrog’da bir akşam Terry, Elena, Nathan ve ben yürüyüşe çıkıyoruz. Ara sokaklara girip nehre ulaşmaya çalışıyoruz. Zayıf sokak aydınlatmaları bir süre sonra kesiliyor. Nathan dolunayda nehri seyredebileceğimiz çok güzel bir yer buluyor. Hep beraber oturup delice akan Panju nehrine bakıyoruz. Neredeyim yahu ben? Ne kadar yol yaptım? Kimlerle tanıştım, ailem ne yapıyor acaba şimdi, dostlarımı özledim, geldiğim yollara bak, bu yolculuk bana neler katıyor aklımdan o kadar çok şey geçiyor ki bir anda.. Nathan’a bakıyorum, nehre dalmış gitmiş. 4 ayın hesabını yaparken adam 8 senenin hesabını yapıyor. Ben böyle özgür bir ruh daha görmedim. Adamı taktir ve tebrik ediyorum.
Khorog şehrinde Benjamin, Loura ve Nathan fazla kalamıyorlar. Çünkü vize tarihleri turun geri kalanını bitirmeleri için anca yetiyor. Yani kalan her gün sürekli pedallayacaklar. Bu çok zor bir durum. Hiçbir yerde durmadan, zaman kaybetmeden sadece akşamları kamp yapmaları gerek. Zaten Benjamin bu şekilde seyahat etmeyi seviyor. Benim için burada ayrılık vakti geliyor, benim bir acelem yok. Aynı şekilde Terry ve Elena’nın da bir acelesi yok, onlar da yavaş yavaş gidip gezilecek yerleri gezmek istiyorlar.
Bu grup yola çıktıktan sonra ertesi gün Slovakyalı Matheuw ve kız arkadaşı, arkalarından da Malezya’dan Young ve Choung geliyor. Mekana bak ya, bisikletçi cennetti. Biz buraya vardığımız gün de 4 alman bisikletçi yola çıkmıştı. Yani anlayacağınız bu Pamir’in enteresan bir çekiciliği var bisikletçiler üzerinde. Zoru başarmak gibi. Kimse araç kullanmıyor, herkes o yüksek irtifalara bisikleti ile çıkmak istiyor. Kar kaplanı mı, dağ keçisi mi, Marco Polo koyunu mu, unvanlara aldırış etmiyorlar. Dünyanın araçla çıkılabilen en yüksek ikinci noktasına bisiklet ile çıkmak ayrı bir olay, bunu yoldayken anlıyorsunuz ve daha çok bu olayı başarmak için hırslanıyorsunuz.
Matheuw ile bir akşam muhabbet sırasında “ee artık Everest’e de tırmanırım” diyorum. Kendisi aslen dağcı. Verdiği cevap şu oluyor: “Bisikletçiler için Pamir’den sonra Everest çocuk oyuncağı!” Hasiktir ulan! dedim Türkçe, anlamadı tabi. : ) Dağcılığın da ne kadar zor olduğunu bilirim.
Khorog şehrinin çekici bir yanı olmasa da bu şehirde restoran, internet kafe ve banka bulmak gayet mutlu ediyor bizi. Şehirde bir pazar mevcut, fakat herkes aynı şeyleri satıyor. Bu satılan eşyaların hepsi de Çin malı. Elini atsan elinde kalacak şekilde.
Ertesi sabah yola çıkmayı planlarken Elena rahatsızlanıyor biz de zamanımız olduğu için bir gün daha otelde kalıp sonraki gün Malezya’lı Young ve Choung ile yola çıkıyoruz.
Bir gün daha kalmamız hem benim Türkiye hakkında bilinen bazı yanlışları düzeltmemi sağladı, hem de gpsime dünya haritasını yükleme imkanını sağladı. Amerikalı Bartın akşam motoru ile otele geldi.
Muhabet esnasında nereden gelip nereye gittiğini sorduk. Bir harita çıkarttı, haritada bizim doğu kürdistan gözüküyor. Ben Türk’üm deynce özür üstüne özür dilemeye başladı. Haritayı satın aldığında böyle vermişler, yoksa bizim ne kadar hassas olduğumuzu biliyor bu konuda. Bende mevzuya şu şekilde açıklık getirdim: Türkiye dünyadaki en büyük hoşgörüye, misafirperverliğe sahip ülkelerden biridir. Birlikte seyahat ettiğimiz günler boyunca zaman zaman Türkiye’nin güzelliklerinden bahsettiniz. Bizim ülkemizdeki insanların birbirine düşmanlığı yoktur. Kürt, Laz, Çerkez herkes kardeştir. Maalesef bazı gruplar dış ülkelerden aldıkları desteklerle -ki buna Abd, Belçika da dahil-, ülke içinde huzursuzluk çıkartıyorlar. Yoksa o sınırlar içinde yaşayan insanlar bir bütündür. Benim bir çok Kürt arkadaşım var ben de bir lazım. Biz ülkeyi bölmek isteyenler ile senelerdir savaşmakta, bir çok şehit vermekteyiz. Durum bu haldeyken Türkiye toprakları içinde bir Kürdistan devleti veya o devletin bir uzantısı olmadı mümkün değil. Bunu böyle bilirseniz sevinirim. Sonra da Türkiye’nin güzellikleri hakkında konuşulmaya devam edildi.
Sabah Bartın’ın gpsindeki dünya haritasını kendi gpsime yükledikten sonra mesafeleri ölçmeye, şehirleri göstermeye başladı. Türkmenistan’da kaybettiğim yollar, şehirler artık gözüküyordu. Yola bu şekilde devam etmek çok daha iyi.
ve 5 bisikletli tekrar yola koyulduk..