Kore’den sonra ben bu çekik gözlüleri sevmeye başladım. Seul şehri bu kadar çekici ve güzel olunca onlara karşı da bir sempatim oldu. Bir tane çekik gözlü gelin alıp geliyorum. : )
Seul’daki günlerimi Beewon adlı bir guest house’da geçirdim. Sezon dışında gittiğim için kaldığım bir hafta boyunca sadece 3 gün odayı birileri ile paylaştım. Tam çekik göz işi bir mekan. Kapılar sürmeli, ayakkabılar dışarıda çıkartılıyor, tüm mekanda yalın ayak geziyorsun. 18 dolara sabah kahvaltısı, internet ve çamaşır yıkama dahil. Bir yurda göre aslında pahalı. Diğer yurtları da araştırdım ortalama aynı fiyat veya pahalı. Yani Güney Kore neticede, Asya’daki en pahalı ülkelerden biri. Neyse neticede burası gayet güzel bir yer. 22 yaşında 3 tane de gencecik kız çalışıyor İngilizceleri de gayet iyi. Otelde kaldığım akşamlar oturup sohbet ettim bu kızlarla da. Bir daha bekliyorlar da, kim bilir bir daha ne zaman giderim.
Seul şehrinde benim gözüme çarpanlar: Bisikletimle hemen hemen her gün sokaklarda gezdim. İnanır mısınız inşaat görmedim. Hani yapılmakta olan bir bina görmedim. Yani şehir bitmiş. Yolların kenarına, etrafınıza bakının en ufak bir çöp veya toz, çamur görme gibi bir ihtimal yok. O kadar çok mazgal var ki. En yoğun yağışlarda bile bu şehirde yollarda su birikmesi gibi bir şey olmasının imkanı yok.
Seul’daki yerli halkın büyük çoğunluğu ingilizce konuşuyor. Seul’de uzun süre yaşayan yabancılar bile Korece öğrenmeye gerek duymamışlar. Bir akşam hostele benim odaya iki Hong Kong’lu geldi. Henry ve Songuy uçaklarını kaçırmışlar. Songuy öğretmenmiş bana Çince sembollerin temelini gösterdi. Aslında o kadar da zor değil gördüklerini resme aktarmışlar. Uzunca bir süre çalışılırsa öğrenilir. Dil öğrenmekten nefret ederdim. Fakat şu yolculukta hoşuma gitti. İngilizcem muhteşem olmasa da şu ana kadar tek bir sorun bile yaşamadım bu konuda. Herkes beni anlıyor ben de herkesi anlayabiliyorum. Sadece bazı Amerika’lılar ve İrlanda’lılar hariç. O nasıl bir konuşma ya. Cümlenin başı sonu nere belli değil. Ben anlamıyorum.
Bu Korelilerin sembolleri ve dilleri tamamı ile Çinlilerden ve Japonlardan farklı. Fakat hala bazı yerlerde özellikle tapınaklarda Çince yazılar görmek mümkün.
Şehrin bir metro sistemi var. Ben Pekin’de bile böylesini görmemiştim.. Kaç hat kardeşim sizin metro? Seul’de yaşayanlar hala ellerinde metro haritası ile geziyorlar. Öyle böyle büyük değil. 20 milyona yakın insanın yaşadığı bir şehri de bundan aşağısı kurtarmazdı. Bizimkiler de 10 sendir Ankara’da Çay yolu metrosunu yapıyorlar. Heyoooooooo adamlar çağ atladı len, aletlerin tekerleri yok, artık mıknatıs sistemine geçtiler, havalanıyor falan. Bir gün bir noktaya gitmek için 4 hat değiştirdim. Şimdi bir tanesinden iniyorum, bineceğim diğer hatta kadar gidiyorum, 2 veya 3 dk sonra metro geliyor. Bu çok önemli bir olay . O bekleme olayını da şöyle düşünün: Yaşlı insanlar o iki hat arasındaki mesafeyi benim kadar hızlı yürüyemez. Anlayacağınız her şey o kadar dakik ve senkronize şekilde çalışıyor ki hayret edersiniz.
Tekerlekli sandalye kullananlar için asansörler var. Bakın asansörler dedim öyle bir iki tane değil. Asansörler bozuk mu veya aşağıdaki mağazaları gezmek mi istiyor; onlar için özel merdiven sistemi yapmışlar. Tek yönlü değil, çift yönlü. Bu ülkede tekerlikli sandalyede yaşayan insanlar, inanın tek bir tümsekle veya çıkamayacakları bir alanla karşılaşmazlar.
Şehirde yönünüzü kaybettiniz veya metro içinde hatlara bakacaksınız; karşınızda dokunmatik dev bir ekran. Her ana caddede veya metro istayonlarında görebilirsiniz. Google Earth’ün Seul şehri için uygulanmışı. 20 küsur dakika o makinanın başında geçirdim. Sokak aralarına girip gezebiliyorsunuz.
Yeterli değil mi? Peki devam.. Her ana caddenin başlangıcında ve sonunda turistler için ufak bilgi alma merkezleri var.. Bu bizim büfeler kadar. Tüm ülke hakkında ve küçük şehirler hakkında bilgi alabilirsiniz. Hatta şehirlerin veya ülkenin haritasını da veriyorlar. Herşey bedava….
Bindiğiniz her takside navigasyon sistemi var. Adam ingilizce bilmese bile adresi verin sizi götürsünler. Ha bir de şöyle bir olay var: İki defa denk geldi. İki tip taksi var. Biri beyaz taksiler, bunları daha çok görüyorsunuz. Diğeri de sarı taksiler. Bunların özelliği sürücülerin ingilizce dahil birkaç dil bildikleri anlamına gelmesi.
Şehrin ana meydanında bir grev seyrettim. İnsanların ellerinde pankartlar. Ne yolu kapatmışlar ne de yayaların yolunu kesecek şekilde kaldırımı işgal etmişler. Ekonomik olarak bu kadar gelişmiş bir ülkede bile grev oluyor ama bizimkilerden farklı.
Her bisiklet parkının üstünde yağmurluğu, yanında pompası mevcut. Çin’deki kadar olmasa da bu ülkenin de bisiklet yolları mevcut.
İnternet hızı konusunda diyecek bir şey yok. Araştırırsanız adamlar dünyanın en hızlı internetini kullanıyor. O metrolarda zaten herkesin elinde tablet bilgisayarlar, incecik televizyonlar. Bizde şu aralar herkes iphone 4 almaya çalışıyor. Seul’de bir çok insan iphone 4 kullanıyor. Dedim galiba bir yerde bedavaya dağıtılıyor, ben de alayım. Sonra da öğrendim ki alsam bizim ülkede çalışmaz. Neden çünkü adamlarda sim kart diye bir şey yok. Makinada kartı takacak yer yok. Tamam bizim operatörler de Güney Kore’de çalışıyor, fakat pahalıya geliyor. Eh sim kart da yok. Mecburen bir telefon almanız lazım. Tabii ben iphone almadım, 30 dolara bir telefon alıp içine de kontür yüklettim. Bu ülkede a marka b marka c marka diye telefon hatları yok. Devletin telefonu Güney Kore Telekom var. Ülkenin her yerinde çekiyor, 3G – 4G falan hikaye. Bu telefonların internet hızı bile inanılmaz.
Anlat anlat bitmez hadi şunu da anlatayım son olsun. Bir gün tuvalete girdim (kakamı yapmaya, [argosu sıçmaktır]. Diyeceğim bazı arkadaşlar “Gürkan çok ayıp, konuşmasını bilmiyor musun tam öküzsün!” diyecekler. Hatta bu işlemi de popomla yaptım [argosu götümdür] dedim mi de terbiyesiz oldum. “Shit” ve “Ass” kullansam aynı tepki gelmezdi. Ben arada bir de olsa argo kelimeler kullanıyorum, beğenmeyen olabilir. Kusura bakmayın. Mesaj ulaşmıştır sanırım gerekli yerlere
Neyse bu tuvalete giriyorsunuz klozete oturmaya korkarsınız. Çünkü yan tarafta minik bir bilgisayar var. Oturuyorsunuz oturduğunuz yer sıcak. Sıcaklık az mı? Hemen yandan ayarlanıyor. Ortam pis mi koktu? Hemen düğmeye basılıyor, klozetten bir lavanta kokusu çıkıyor. Sanarsınız ormanlık alanda, dağda, bayırdasınız. Ama orada bol bol tuvalete çıkmış biri olarak, yemezler görüntü eksik. Onu da sanırım ileri seviyesinde kapının arkasında koyacakları bir ekranla çözerler. Sonracığıma tuvaletiniz bitti, suyu otomatik olarak nokta atışı şeklinde püskürtüyor. Tazzik fazla mı? Hemen düğmelere basıp düşürüyorsunuz. Bu işlem farklı açılardan da yapılıyor. Sonra kurutmaya geçiliyor. Sıcak, soğuk nasıl isterseniz artık. Islanan bölgeye havayı da verdikten sonra kalkmadan da bir düğmeye basıyorsunuz, tuvaleti terk ediyorsunuz. Bu makine 12 düğmeden oluşuyor 38 fonksiyon var. Ben hepsi ne işe yarıyor anlamadım. Anladıklarımı yazdım.. Güney Kore’de para harcanacak bir yer kalmamış, işi keyfe vurmuşlar.
Şehrin hemen merkezinde imparatorun sarayı var. Bu restorasyon işlemleri burada da aynen Çin’deki gibi: Restore etmiyorlar, tamamen yıkıp yenisini yapıyorlar. Buna rağmen muhteşemdi. Bu sarayda imparator ve eşleri birlikte yaşıyorlarmış. Koca alan için hemen hemen her eşine özel ev var. Gizli bahçe diye bir bölümü var, süper. Orada bir ağacın altına oturdum ve gözlerimi kapadım. Şehrin içinde huzur. Bu bahçe şehir merkezinde olmasına rağmen şehrin gürültüsünü duymuyorsunuz. Sadece kuşlar ve göle akan suyun sesi geliyordu.
İçerde dolanırken bir alanda kalabalık toplanmış birini görmeye çalışıyorlar.. Hoppp ne oluyor orada kim var? Çekilin ben yabancıyım diye diye, hahaha! En öne kadar gittim. Koreli bayan artist. Reklam filmi çekiyordu. Hemen kameraların arkasına geçtim. Fotosunu çekmek için uygun bir pozisyona geçtim, eee güzel kadın. Evet Koreli kadınlar güzel. Hani “Ne farkı var işte çekik gözlü” diyeceksiniz. Yok o benim için eskidendi. Ben de hepsine “Aynı işte” derdim ama şu anda koyun karşıma köyüne, kazasına kadar söylerim haha! 5 aydır bu diyarlarda pedallaıyorum. : ) Çekim yaparken bir görev adamı geldi. Fotoğraf çekmek yasak dedi. Haha. Deli misin len? Kaç defa Koreli film artisti göreceğim. Sen dua et çekim yapıyorlar. Yoksa çoktan gidip tanışmıştım. Bir poz çektim o da yeter dedim, fazlasını alıp ne yapacağım yer kaplamasın makinada.
Ertesi gün imparatorun kalesine gittim. Buradaki görsel şölen çok güzeldi. Aslında bu kale bana yasak şehri anımsattı. Mimari ve alan hemen hemen aynı. Hatta hatta burada da o kapılardan falan geçtikten sonra altın renginde bir kanepe gördüm değişiklik yoktu. 🙂 Fakat içerisi yasak şehre göre daha güzeldi. Buranın en güzel olayı ise içerdeki askeri birlikler. Hepsi o dönemin savaş kıyafetlerini giymişler kapıda nöbet tutuyorlar. Her taraf asker dolu.. Ellerinde katanalar mızraklar, oklar. Askeri yürüyüş, kapıdaki görevlilerin nöbet değişimi falan çok güzel yapılmış. Bir de bizdeki mehteran takımına benzeyen bir grup da bu nöbet değişimleri sırasında ortaya çıkıp yürüyüş yapıyor.
Bu arada tarihi yerleri, müzeleri gezerken çocuklar çok dikkatimi çekti. Velileri veya öğretmenleri ile geziye gelen yüzlerce çocuk vardı her gittiğim yerde.
Ankara’daki canım arkadaşım İrem Turnaoğlu (öcal) : ) Güney Kore’ye geçer geçmez İngiltere’de beraber okula gittiği kız arkadaşı Young’un telefonunu gönderdi. Kendisi ile buluştuk. İrem ve Ezgi sağolsunlar ön türkçe eğitimini vermişler. Ben de unutulanları hatırlattım ve yenilerini öğrettim. Artık düğünde şiir okur sizlere İrem. : )
(Bu hareketi ben öğretmedim haha )
Young ile birlikte Seul’daki Güney Kore ulusal müzesine, birkaç resim galerisine gittik. Girişler bedava.. Neredeyse Seul’da kaldığım her akşam da gece dışarı çıktık. Restoranlara, barlara, eğlence yerlerine.. Gitmediğim bir yer kalmadı. Mesela bir bara gittik, inanılmaz kalabalık, ortada gezen garson sayısı 3 tane falan, onlar da çöpleri topluyorlar. Kapıdan içeri girerken elimize bir adisyon kağıdı verildi; “Bu ne dedim?” Masanın üzerinde duran içkilerden istediğini içiyorsun sonra da adisyona yazıyorsun, çıkarken de adisyonu kasaya veriyorsun ben bunları içtim diye. : ) “Eee dedim 10 tane içip 3 tane yazan olmuyor mu hiç?”. “Bu bara sadece Koreliler gelir, yabancılar bilmez. Onu da sadece Avrupalılar yapar, bizim ülkemizde olmaz öyle şey.” dedi kız. “İyi ben Avrupalı değilim neyse ki” dedim. Sadece Miller içtim, onun da bardaki fiyatı 10 TLye denk geliyordu. Adam alkollüyken ben bunları içtim diyip hesabını ödeyip gidiyor. Bizim ülkede bu uygulamayı bir yap bak neler oluyor. Adamın önünde 100 şişe olsun bunları ben içmedim ki der, onu bırak ödeyecekse bile hani nerde indirimim der.
Her ülkenin ata sporunu gördüm. Bu Korelilerinki sanırım golf ve beyzbol. Alan buldukları her yere golf atışı yapılabilecek, özel platformlar yerleştirmişler. Televizyonları açıyorsunuz bir çok kanalda golf müsabakaları. Beyzbol da aynı şekilde. En işlek caddelerden birine poligon bile yapmışlar. Ben girdim denedim, ilk 8 vuruşun hepsini kaçırdım. Makine o kadar hızlı atıyor ki topu yakalayabilmem için zamana ihtiyacım vardı. Ama bu sekiz atış boyunca topun tahmini hangi açıdan geldiğini ve nasıl vuracağımı hesapladım. İkinci defa jetonu atım. Eveeett ilk 5 atış karşı filelerde, son 3 atışta karşıdaki hedef tahtasına isabet! Arkadan gelen alkışlar da bana. : ) Gene de pedallamayı tercih ederim.
Tesadüf eseri elçilikte Evren Hüsrevoğlu ile tanıştık. Kendisi Kore’de yaşıyor, ingilizce öğretmeni ve dershane işletiyor. Evet evet. Kore’de de aynı durum var. Öğrenciler bir üst sınıfa veya daha iyi bir koleje geçebilmek için veya üniversiteyi kazanmak için dershanelere gitmek zorunda. Gelişmişliğin bir özelliği. : ) Bakın işte bu konuda bizim elimize su dökemezler diyorum. Oh be en azından kıyaslayabileceğim bir şey buldum hahaha.. Şaka şaka bu konuda da inanın bizlerden çok iyiler. Her öğrenci bir enstrüman çalmayı biliyor, birkaç dil birden öğreniyor, hatta şu detayı da eklemek isterim: Bizde nasıl “her Türk asker doğar” diyoruz bunlar da da öyle. Her Koreli asker doğar. En kısa süre 2 sene. Hepsi yapmak zorunda, 2 sene sonunda askerden çıkan her erkek siyah kuşak tekvandocu. Evren ile Seul Tower’a gittik, sonra da Hyatt Otelin muhteşem manzaralı restorantında bir şeyler içtik, Seul ve Kore hakkında konuştuk. Sonrasında da abisi ile tanışmaya gittik. Halil Hüsrevoğlu.
Halil Abi de beni Seul’un en hareketli gece kluplerinden birine götürdü. : ))) Aha dedim dönmesem mi yahuuuuuuuuuuuuu o neee ?? Abi ne yaptın sen oldu mu şimdi bu ? Arkadaşlar Koreli kadınlar çok güzeller. Erkekler hakkında diyecek pek birşey yok, aynılar işte hahaha. Ama yabancısın ya hemen git tanış kadınlarla, durduğun hata. Çünkü şöyle bir durum var zaten tanışmakta istiyorlar, sohbet etmekten inanılmaz da keyif alıyorlar. Aaa Halil Abi Absolute açtırmış, tanıştığım kızlara da ikram ediyor. Nokta! : )
Neticede Seul adamı her anlamda büyüler, kopup gidemezsiniz şehirden. Çünkü bu şehir insanlar için yapılmış ve onlar için yaşıyor.
Seul’dan kuzeye doğru pedallamaya başladım. Şehirden çıkmam 65 km sonra gerçekleşti. Hayır çıktım dediysem de öyle tam anlamı ile çıkamadım. Ufak kasabalar halinde kuzeye doğru devam ediyor şehir. Baktım kamp atacak alan bulamayacağım, girdim bir ara yola. Yol dağlara bayırlara gidiyordu. Tırmanış kaçınılmaz. Hep bir tırmanış gördüm mü aklıma hemen Tacikistan Pamir geliyor. Yürü be koçum 4650 tırmanmışsın sen koyar mı bu rampalar, diyip her rampayı çok rahat çıkıyorum. Bu arada yanda kurumakta olan bir nehir fark ediyorum. Hah be güzel, ocakta kaynatacağım su da buldum. Kamp yeri için de müsait. Hemen atıyorum kampımı. Yemeğimi yapıyorum sonra da çadırımın içine girip o gün çektiğim fotoğrafları bilgisayara atıyorum, oradan da yedek diske. 78 km yapsam da şehir trafiği ve rampalar beni yoruyor. Uykuya dalıyorum. Gecenin bir yarısı arka arkaya bir top atışı başlıyor. İlk bir sese zıplıyorum hemen ne oluyor diye. Zaten benim kulaklar artık inanılmaz hassas, uyurken en ufak sese bile duyarlı durumdalar. : ) Aha top atışı, arkasından silahlı çatışma çıkıyor, saate bakıyorum 22:00. Hum galiba bu kardeşler savaşa başladı. Hah bir bu eksikti bu yolculukta dedim. Şimdi çadırı toplayıp gitsem uzun iş. Ben turistim. Ya dokunmazlar ya öldürürler yapacak bir şey yok yat uyu. Zaten dışarısı -12 derece olmuş tulumun içi sıcacık. Mermilerinden biri buraya düşmese hani iyi olur diyorum. Sabah ikiye kadar ne top atışı sustu ne makinalı tüfek sesi. Bir ara yeter ulan şurada uyumaya çalışıyoruz, kardeş kardeşi vurur mu öpüşün barışın, demek için gitmeyi düşündüm. Sonrasında uyumuşum zaten.
Sabah pılımı pırtımı topladım, yol almaya bir başladım. Tam 500 metre sonra sağlı sollu askeri birlik başladı. Sen de 25, ben diyeyim 50 kocaman top. İstikamet kuzey Kore. Yolun aşağısından bir ses geliyor. Sesi bırak asfalt titriyor, bisiklet titriyor. Askeri birliğin kapısının önünde duruyorum, acaba ne gelecek diye merakla bekliyorum. Namlu gözüktü, tanklar da çıktı piyasaya! Ulan harbiden savaş başlamış diyorum. 62 tane tank geçiyor, kaç tane asker taşıyan kamyon geçiyor ve kaç asker onları saymıyorum artık. Kapıdaki askere doğru ilerliyorum. Ben yaklaşırken “Türk” diyip hazır ola geçip selam veriyor. Vay ulan diyorum. Ben de askeri selam veriyorum. Yahu savaş mı çıktı ne oldu diyorum. Yok diyor tatbikat yapıyoruz. Hahaha ulan tatbikatın ortasına girmişim! İnsan bir askeri levha bir şey koyar; hani araç giremez, sivil giremez diye. 2 gün boyunca askeri birliklerin, askeri araçların arasında pedallıyorum. Bu alanda sakın ama sakın fotoğraf çekmeyin. Ne aileniz ne de sevdikleriniz bir daha sizi görebilirler. Her önünüze gelen araziye de dalmayın, bazı yerlerde mayın levhalarını görüyorsunuz, bazılarında yok. Kuzey Korelilere buralarda mayın var diyen levhalar bırakmak istemezler. : ) Ben de o kadar asya macerasından sonra burası sakin geçer diyordum. Gene çok heyecanlı başladı.
Can Abi’nin dediği gibi DMZ yani ‘Demilitarized Zone’ Silahsızlandırılmış alandaki tünellere 10 km falan kalmıştı bir askeri kontrol noktasına daha geldim. Bunlar da beni görünce selam verdi. Hemen hemen tüm birlikler bisikletimin arkasındaki Türk bayrağını görünce selam verdiler. Kapıdaki güvenlik görevlisi o bölgeden geçemeyeceğimi söyledi. Sebep? Bisikletli olmam.. : ) 30km arkada kalan kasabaya geri dönmemi ve oradan bir tur otobüsü ile bu alana girmem gerektiği söylendi. Eh ben geldiğim yolu geri gitmeyi sevmeyen biri olarak doğuya doğru yöneldim. Bu arada yolun sağı solu mayınlı, işaretler var. Kafana göre arazide de gezemezsin..
Güney Kore’nin bu kuzey kısmında her ne kadar yol asfalt olsa da ben çok yavaş yol alıyorum. Sebebi ise doğa. Arkadaşlar doğanın hiç görmediğim renklerini ilk defa ben bu ülkede gördüm. Kahvenin, kızılın, yeşilin kaç tonunu gördüm. Her seferinde minik patikalar bulup o manzarayı tepeden çekmek istedim ama her zirveye vardığımda bir askeri kampa geldim. Ne fotoğraf makinasını cebimden çıkartabildim ne de herhangi bir talepte bulundum. Zaten hemen geri dönmemi istediler.
Yolun tamamı ağaçlarla örtülmüş, benim hızım da 10 km falan. Uzun ince bir yoldayım’ı söyleye söyleye pedalladım bu güzel ormanlık alanda. Sağda solda tek tük gördüğüm şişeleri ve atıkları da arkamdaki boş poşete koyarak şehirde hepsini geri dönüşüm kutularına attım. Ve hala bu alanlar içinde pedallamaya devam ediyorum. Önümüzdeki günlerde Kore’nin en yüksek noktasına tırmanış yapacağım. : ) Kar düşmüş dağlara, mazarayı kaçırmayalım. 😀
Ah aklıma geldi şunu da anlatmadan geçmeyeyim. Bir gün hava karardı iyicene, ben de kamp atacak alan bulamadım, polislere gittim yardım istedim. Onlar da bana eskort eşliğinde bir alan gösterdiler. Nehrin kenarında. Yazlık bır mekanmış, kullanılmıyormuş, hemen yanında da kapalı bir büfe var. Neyse detayları geçiyorum sabah bir pancar motor sesi ile uyandım. Tuvaletimde gelmiş, altıma kaçırmak üzereyim. Tulum o kadar iyi ki altımda sadece slip don var, üstümde de atlet. Dışarı çıkayım, hemen işeyip sonra geri gelirim dedim. Fermuarı açtım, giydim botları, dışarı çıktım, önce bir bisiklete baktım ah sonra da çadırın arkasındaki öğrencilere! : ) Onların suratında bir tebessüm, benimkinde de. Çadıra geri dönüp giyindim. Ulan hani kullanılmıyordu bu alan? Motorun sesinden hiç onların sesini duymamıştım.
Gezi ile ilgili çok fazla detay var. Güzel deneyimler de var fakat burada kesiyorum. Önümde daha uzun bir yol var.
Sizlere son olarak iki Türk gezginden bahsetmek istiyorum. Özcan Bostancı ve İsmail Özger. Bu iki genç arkadaşın sitelerini bloglar arasında gezinirken fark ettim. Onlar da sırt çantalarını ile Asya seyahatine çıkmışlar. Hemen iletişime geçiyorum. “Biz burdayız abi” “Bende şu tarihlerde oralardayım” falan filan muhabbetlerinden sonraaaaaaaaa Seul’da büyük buluşmayı gerçekleştirdik. : ) Bunun hikayesi de kitaba..
Herkese sevgiler saygılar.
Ha bu arada Güney Kore’ye nasıl gidilir? 1 sene geçerlilik süresi olan normal bir pasaport ve uçak bileti! Başka hiç bir şeye ihtiyacınız yok. Türk vatandaşları vizeye tabi değiller. 90 gün bu ülkede kalabilirler. Kesinlikle imkanınız varsa bu ülkeye gelin ve görün.