Nagoya şehri bana İzmit’i hatırlattı. Şehre girmeden sizi fabrikalar karşılıyor. İzmit’deki bu fabrika bacalarının ne kadarında filtre var bilmem fakat buradaki bacaların hepside filtre olmasına rağmen çıkan duman gökyüzünün o güzel maviliğini kapatmış durumda. Nagoya’da yaşayan Türkler bu şehir için “Japonya’nın İzmir’i” dediler. Evet büyüklük olarak şehir ülkenin en büyük 3. şehri. Çevre temizliği bakımından da benim Japonya’da gördüğüm en kirli şehirdi.
Güney Kore yollarında ilerlerken geçtiğim tünellerden bahsetmiştim. Her tünelde beyaz yansıtıcılar olduğu gibi tünellerin içi de tertemizdi. Japonya tünelleri de tam tersine çok kirli. Bisiklet yolunun gittiği alan, şehirler arası yollardaki tünellerde berbat durumda. Ya da şunu diyebilirim; Bu ülke Tokyo’ya yaklaştıkça kirleniyor. İçerisi karanlık ve araçtan dışarı nasılsa gözükmez mantığı ile ne varsa fırlatılmış. Bir keresinde 2kmlik tünelin tam ortasında lastiğim patladı. O lastiği de orada yapamayacağımdan tünel sonuna kadar patlak lastikle kullandım. Tünelden çıkıyorsun, her yer tertemiz. : )
Şehre girer girmez bisiklet yolunda önüme mini etekli bir kadın geçti. Topuklular, minik etek falan tabiki pek alışık olmadığım kombinasyon. Baktım istikamet aynı, ben arkada o önde Nagoya şehrinin merkezine kadar gittik. Hava çok soğuk. Fakat 11 km var şehir merkezine kadar. Bu kadın çekici ve güzel haliyle beni de arkasına takarak götürdü. Bisiklete soğuktu, yağmurdu, kar yağdı, aman yokuştu, taytımızı giyelim, formasız çıkmam, özel ayakkabısız binmem olayı bahane. Bizim de bu formalı, taytlı, ayakkabılı binme durumumuzu değiştirmemiz lazım. Yoksa kimse şehir içinde normal adamlar bisiklete biniyor demez. Japonya’da günlük kullanım için taytı, forması, ayakkabısı ile binen birini henüz görmedim, Kore ve Çin’de de görmemiştim. Ben kendim için söylüyorum ”Abartmışım.” Performans yapmaya gidersin, dağa bayıra kendini vurursun tamam. Ama şehir içinde kullanacaksam kaskımı alıp gitmeliymişim. Pedalları topukların arasına sıkıştırması da pedal çevirişini gayet kolaylaştırmış.
Nagoya şehrinde kalacağım oteli bulmak çok kolay oldu. Güzel bir yol haritası ile sanki daha önce orada kalmışım gibi Ann Guest House’a vardım. Geceliği 42 TL, bu fiyat Japonya’da bulabileceğiniz en ucuz otel fiyatlarından biridir. Neden? Çünkü odada 6 kişi kalınıyor. Kadın – erkek karışık. Horlayanı, osuranı, aksıranı tıksıranı ne ararsanız var. Bu fiyata kahvaltı veya yemek dahil değil. Çay ve kahve bedava. Kıyafetlerinizi yıkamak için çamaşır makinasına 7 lira atıyorsunuz. Kurutmak isterseniz gene bir 7 lira. Ortalık kullanım alanlarında uydu yayını yapan bir televizyon ve interneti olan bir adet bilgisayar mevcut. Bu uygulamalar Japonya’daki tüm guest houselarda aynı diyebilirim.
Mekana giriyorum, tanıdık bir ses. Scoot? Harbiden o? Bu adamla Osaka’da aynı otelde kalmıştık. Kendisi ile 2 hafta sonra tekrar başka bir şehirde karşılaştık.. Selamlaştık falan, anlat dedim neler yaptın bu iki haftada, nereleri gezdin. 2 hafta nereleri gezdiğini ne yaptığını anlattı 2 dk bile sürmedi. Sen anlat dedi, hahaha biraz uzun sürdü benimki.
Akşam bu ve Kanadalı arkadaşı içmeye gittiler. Herif zil zurna geldi. Önce oturma odasına bir güzel kustu sonra bilgisayarın üstüne. Peehh gece gece bir de oraları temizledik. Ranzalı odalarda kaldığımı biliyorsunuz. Adamın yatağı benimkinin üstü, bu arada kendisi 110 kg falan.. Gece uyurken sen ranzadan aşağı kafa üstü çakıl! Düştüğü yer tatami. Tatami Japonların ev yapımında zemine kullandıkları geleneksel bir yapı malzemesi. Sık örülmüş bir hasır. Ulan adam düştü, “Aha öldü.” dedim. Kalktım, ışığı yaktım. Hareket ettiğini görünce sevindim. Yahu ne fena düştü. Ayağa kaldırdım, bir daha yatırdım.. Bu arada düştüğü yerdeki tatami kırılmıştı.
Ertesi gün öğreniyorum ki bilgisayar bozulmuş, mutfaktaki sandalye kırılmış ve bizim odadaki tatami de öyle. Scott ilk başta bunları ben yapmadım, söylemeyin sakın diyor.. Öyle yapma söyle ayıp bu insanlara dedim. İlk gün söylememiş. Akşamına söylemesi için bir daha uyardım. Ertesi gün söylemiş. Bilgisayarın klavyesi ve mouse için, ayrıca kırılan sandalye için para iştememişler. Fakat tataminin tamiri için 450 dolar almışlar. Fiyatı öğrenince adamın neden söylemek istemediğini anladım. Geceliğine 30 dolar verdiğiniz bir otele 450 dolarlık tamirat parası verirseniz, biraz acıtır.
Tamir edilirken de seyrettim. Hasır, sunta birkaç çivi falan derken.. Bu mu 450 dolar ? Budur dediler. Bizim ülkede adamın yaptığı işe ben 30 dolar bile vermezdim, hatta adamı da çağırmaya gerek yoktu. Alınan bu 450 doları Japon hayat şartlarına göre düşünürseniz gayet normal. Türkiye’den gelip, burada para kazanıp Ferrari ye veya Aston Martin’e binen bir Türk yok. Buraya yerleşip yaşamaya başlarsanız, buranın doğan şahini neyse kazanılan paralarla da onlar alınır. Ya da bu kadar iyi bisiklet yollarının olduğu bir ülkede bisiklet alırsınız. Yani demek istediğim yabancıların buradaki tek artıları iş bulabilmek. Tabi Japoncanız da olacak yoksa o da hayal.
Araçlardan açıldı mevzu; bir konuya daha değinmek istiyorum.. Bu ülkede Lamborgine, Ferrari, buna benzer araçlar da gördüm. Mercedes, Bmw’yi de eklim. Bu araçları ya yaşlı amcalar kullanıyor yada o yaşlı amcaların genç hanımları. : ) Henüz bu araçları kullanan gençler görmedim.
Nagoya şehrine gelmeden burada Türklerin yaşadığını öğrenmiştim. Oteldeki görevliye Türk restoranı olup olmadığını sorduğumda çok yakınımızda Mega kebap adlı Türk restoranın olduğunu söyledi. Kaldığım otele bisikletle 3 dk uzaklıktaydı.. Gidip bir ekmek arası et döner yemenin vakti gelmişti.
Restorana gittiğimde orada çalışan arkadaş Mısırlı Mesut’tu. Türkçe bilmiyordu fakat ingilizcesi gayet güzeldi. Bisikletin arkasında Türk bayrağını görünce hemen sohbete başladık. Bisikletle Türkiye’den geldiğime ikna etmem zor oldu. Uzun uzun sohbet ettikten sonra restoranın sahibi ile de uygun olursa tanışmak isterim dedim. Hemen telefonla aradı, abi Cihat ve kardeşi Ferhat Yılmaz.
Nagoya’da uzun senelerin sonunda Türk restoranı var dedirtmişler. Şehrin en işlek noktalarında 6 adet restoran. Kimisi gündüzleri iş yaparken kimisi de geceleri iş yapıyor. Maraş dondurmamızı burada kendileri üretiyorlar.. Öğrenmiş Japonlar, Türkish ice cream diyorlar. Dönerlerinin tadları da çok iyi. Anlayacağınız yemek olayında Nagoya’ya damgasını vurmuş bu iki kardeş. Cihat Bey beni Nagoya’daki Türk okuluna davet ediyor ve orada birbirinden değerli insanlarla tanışırıyorum. Nagoya’da Türk derneği başkanı derneklerini ve faliyetlerini anlatıyor, Türk okulu müdürü dar alanlarda ne kadar esnek ve yaratıcı çalışmalar yaptıklarını söylüyor, Türkiye’yi bu ülkede çok iyi temsil ettiklerini dile getirdiler.
Ve dünyanın bir kere daha küçüldüğü an geliyor. Buluşmaya gelen bir Türk benim blogumu okumuş. “Senin o blogda bahsettiğin Ordu’lu Enes Şensoy di mi?” sorusuna cevap “Evet.” olunca karşıdan gelen cevap da: “O bizim amca oğlu olur, ben Ergin Şensoy.” “Yuhhhhhhhh!” “O deli yaylaya bisikletle inip çıkardı. Ancak öyle biri arkadaşın olurdu zaten senin.” diyince aha öyle ağzım açık kalıyorum.. Yahu Enes beni Karadenizden uğurladı sınır kapısına kadar. Son noktada da amca oğlu süper tesadüf. Blogu okumasa bunu da öğrenemeyecektik. Tesadüf işte. Bu arada okulda bulunan herkes kendisini tanıyor. Ben de kendimi tanıtıyorum ve yaptığım projeyi anlatıyorum. Kendisi de Toyota firmasında çalışıyor. Okul müdürü Serhat Bey Nagoya’da Türk Üniversitesinin inşasının da devam ettiğini, önümüzdeki yıllarda da açılacağını söyledi.
Kaldığım otelde her milletden insanla tanışıp sohbet etmek güzel oluyor. Bir akşam yazılarımı yazarken Yuka adında bir Japon kız nereli olduğumu soruyor. Türküm diyince de Türkiye’de nerelere gittiğini sırasıyla saymaya başlıyor. Güney Koreli erkek arkadaşı Türkiye’ye yamaç paraşütü yapmak için gitmek istemiş. Kız da sevgilisini bırakmış Ölüdeniz’in oralara, tek başına takılmış. Ve tabii ki hemen arkasından beklenen cümle geliyor..
“Türk erkekleri çok saldırgan, hiç çekinmeden seks teklifinde bulunup yatağa atmaya çalışıyorlar.”
Ne diyeceksin şimdi bunu diyen yabancı kadına? Gülümseyip hemen konuyu değiştirdim. Bu arada Erzurum’daki olayı da duydum… Kore’li sevgilin mi var?… Kore süperdi falan filan derken konu değişti..
Kendisi Kore için şunu dedi; “Seul’a gittiğimde ağzım açık kaldı, bizden çok iyi durumdalar.” Diyorum arkadaşlar, Güney Kore gibisi asyada yok.
Yuka ile de bir akşam yemeğe çıkıyoruz. Beni Japon restoranına götürüyor. Fakat bu sefer ben onun kiraladığı bisiklete biniyorum, o da benim bisikletime. Tur boyunca da ilk defa bisikletimi bir bayan kullanmış oluyor.. Selenin boyunu indirsem de ayaklar yere zor değiyor, ee bir de topuklular olunca şöyle bir durum yaşıyoruz: Durmaya yakın ben biraz önden gidiyorum, bisikletden iniyorum, sonra bisikleti ile yanıma gelip bana yaslanıyor, öyle aşağı indiriyorum. Biz bu arada yemeğe bir Japon restoranına gitmiştik dedim. Doğal olarak ben menüden bir şey anlamadığımdan bütün seçimleri o yapıyor.. İyi ki de o yapıyor.. Ne yemekler geldi. Tek tek adlarını ezberlemek zor oldu.. Hatta bazılarını unuttum bile ama olsun. Tokyo’ya bir daha defterle gider, öğrenirim.. Mekanın tarzı çok iyidi. Barda takılıp yemek yiyip, alkolünü içip gidiyorsun. Gelen yemeklerin porsiyonları çok küçük fakat masadan kalktığımızda geriye bir şey bırakmamış ve doymuş olarak kalkıyorsunuz..
Ertesi gün hava güneşli, kuşlar ötüyor. Şehirde kuşlar ötüyor cidden, Nagoya’da! İlk duyduğumda ben de inanamadım. Öğlene doğru yola çıkıyorum ama ne yola çıkmak, hey maşallaaah. 4 saatte 70 km..
Japonya’da yol alırken beni takip etmeye başlayan Türk arkadaşlardan biri de Sergül Kato. Kendisi gönlünü bir japon erkeğine kaptırmış, Japonya’lara kadar gelmiş. Kocası Yoşi ile birlikte beni Shizuoka’daki evlerine davet ediyor.. Ben de neden olmasın diyorum, yolumun üstünde. Ayrılmadan önce mesafeye bakıp 2 günde gelirim demiştim kendisine.. Yolda giderken bir şeyi fark ettim; o gün içinde 70 km yapmıştım fakat hala Shizuoka’ya 151 km vardı.. Yahu ben niye 2 günde gelirim dedim ki?.. Normalde kış aylarında 60- 70 km yapan biriyim.. Ertesi sabah 9’da pedallamaya başlıyorum.. Akşam 4 Shizuoka.. Not defterimi açıyorum. Sergül ben geldim diyeceğim. Ulan bir bakıyorum şehrin yanında Fukuroi diye başka bir şehir adı yazıyor. Aha ben bu şehri geçtim ki bu gün. Nerdeydi? Gps’den bir bakıyorum, obaaaaaaaa 50 km geçmişim.. Evet, Sergül’e telefon açıyorum.. Sergül’cüm ben senin evi 50 km kadar geçmişim. Akşam 8’de yemekte sizdeyim. : ) Hahaha.. Bisikletle geri dönmesine dönerdim fakat hava kararmaya başlamıştı. Ucuz bir otel bulup bisiklet ve eşyaları oraya bıraktım. Sergül ve Yoshi Kato‘nun evine de 1 saatlik tren yolculuğundan sonra ulaştım.
Hanım kızımız ben geliyorum diye kendi elleriyle pide yapmış, kek yapmış, Yoshi de senelerin aşçısı çıktı. Bir yemekler yapmış oyy.. Ha bu arada yolum boyunca o kadar güzel ailelerin evine misafir oldum ki hepsi benim için birbirinden değerli insanlar. Sergül ve Yoşi de artık onlardan biri. Fakat bu misafir olduğum evin bir özelliği var. Ben 11 aydır ilk defa kendi ülkemden birinin evinde kalıyorum.. Bir sonraki gün de Japonya’nın Marco Polosu olarak bilinen Jun Kageyawa’nın evinde..
Buradaki maceralar ve yolculukla ilgili yeni detaylar en kısa zamanda… Bol bol yeni gülücük var. Sergül çok yaşa hemiiii! : )))
Shizuoka’dan sevgiler, saygılar.