Zambia’dan Botsvana arasındaki nehri gemi ile geçmem yaklaşık 10 dk sürdü. Üç ülkenin sınırı tam bu noktada. Zambia, Zimbave ve Botsvana. Gemi ile karşıya geçmek ücretsiz. İnanılmaz bir araç kuyruğu var. Gemi her seferinde karşı tarafa ancak bir tır geçirebiliyor. İki gemi varmış biri bozulmuş. Sadece tek gemi ile de bu çile bitmez gibi duruyor. Karşıya geçtikten sonra gümrük alanında işlemlerimi yaptırdım, 1 aylık vize verdiler. Ülkenin başkenti Gabarone’ye vardığımda bu vize olayını 2 ay daha uzatabiliyorum.
Her şeyi hallettikten sonra ülkeye tam gireceğim, polisler bisikletimin tekerlerinin ve ayakkabılarımın ilaçlı sudan geçmesi gerektiğini söylediler. Botsvana’nın kuzey tarafına girerken tüm araçlar ve insanlar bu ilaçlı sulara ya basıyorlar veya araçlarının tekerlerini geçiriyorlar. Çantalardaki ayakkabıları da çıkarmam istendi. Ülkede hayvanlar özgürce gezediklerinden onlara zararlı gelebilecek virüslere karşı bir önlem almışlar. Güzel bir uygulama, hoşuma gitti. Ülkeye cebimde Botsvana parası olarak 100 pula ile girdim. Bir ATM bulup nakit çekmem lazım. En yakındaki şehir 10 kilometre ilerdeki Kasane. Sonrasındaki köy 90 kilometre uzaklıkta. Sonrasındaki şehir 175 kilometre uzaklıkta. Yani Botsvana’da yerleşim yerleri arasındaki mesafeler oldukça fazla. Özellikle bu ülkede yerleşim yerleri arasındaki mesafelerin çok fazla olması, ülkeyi bisikletle gezen biri için tehlikeli.
Botsvana’da bisiklete binmek neden tehlikeli?
Botsvana’da safari olayı diğer Afrika ülkelerinde olduğu gibi değil. Özellikle de kuzey bölgesinde. Ülke Fransa ile aynı boyutlarda fakat insan popülasyonu sadece 2.6 milyon. Fillerin sayısı 100 binin üzerinde. Ülkedeki vahşi yaşam alanlarında bulunan canlı sayısı ülke nüfusundan fazla ve hal böyleyken her yer ulusal park. Yukarıda da belirttiğim gibi özellikle ülkenin kuzeyinde hayvanlar özgürce geziyor. Herhangi bir çit, bariyer veya çizgi yok. Böyle büyük fil nüfusunun olduğu bir ülkede zaten hangi çitle, bariyerle filleri durduracaksın ki? Yıkar geçerler her şeyi. Kasane bu yıkım konusunda zaten çok çekiyormuş.
Yahu şehrin ortasında dikkat fil geçebilir diye bir alan var. Adamlar gitmişler şehri fillerin nehre ulaştıkları alana yapmışlar. Sonradan hükümete çok isyan etmişler; filler turistleri kaçırıyor, otellere giriyor, falan da filan da diye. Sen git hayvanın suya ulaştığı yol üstüne bina dik, sonra hayvanları suçla! Hayvanlar en iyisini yapıyorlar! Yürüyün arkadaşlar ezin geçin!
Filler bölgeye hâkim olunca haliyle bölgede yaşayan diğer hayvanları da çitler içine alamıyorsun. Bufalo, çita, leopar, aslan, sırtlan, zebra, impala, kudu yani kısaca ne arasan var. Yıllardır bana en çok sorulan sorulardan biri “Abi köpeklerden korkmuyor musun, köpek çıktığında ne yapıyorsun?” Botsvana’yı bisikletle geçenler var fakat yanında koruma aracı bulundurmadan geçen ve paylaşım yapan çok az bisikletçi var. Özellikle bu ülkeye bisikletle gelecekleri tekrar uyarıyorum. Şanslıysanız et obur hayvanlar karşınıza çıkmaz ve av olmaktan kurtulursunuz. Yerel halktan da her sene oldukça fazla can kaybı oluyor.
Eee böyle alanda bisiklete nasıl bilinir? Şöyle biniliyor anlatayım: Öncelikle sabah erken saatte yola çıkmıyorum. Yırtıcı hayvanlar avlanmaya karanlık çöktüğünde başlıyorlar. Gündüz 9-10’a kadar da devam ediyorlar. Eğer tüm gece yiyecek bulamadılarsa bu süreç öğlen 12’ye kadar uzar. Öğlen en kralını bile ortalıkta bulman çok zor. Güneşten dolayı açık arazide gezmezler, gölgede dinlenirler. 18:30’da yani hava karardığında durduğum yerin kesinlikle bir yerleşim yeri olması gerekiyor. Çünkü çadırımı o yerleşim yerinde çitlerin arkasına kurmalıyım. Bölgede ne kadar köy evi varsa hepsi ya çitlerle ya da duvarlarla çevrili. Duvarlar daha sağlam, filler etrafından dolanıp gidiyor. Filler tarafından çitleri yıkılan veya aslanlar tarafından hayvanları parçalanan, arazisi tahrip olan çiftçi sayısı hiç de az değil. Hükümet bu konuda vatandaşına yardımcı oluyor ve zararlarını karşılıyor. Nüfus az olunca anayol dışında kalan diğer yollarda pedallarken saatlerce ne araba ne insan görüyorum. 70 kilometre her seferinde garanti tek başımayım. Yani 10:00 ile 18:30 arasında mutlaka ama mutlaka yerleşim yerine varmış olmam gerekiyor yoksa Botsvana’da sabah çadırını kurduğun yerlere aslanlar gelir çadırın üstünde oluşan suyu yalarlar.
Yukardaki dediklerime bakarak hayvanlarla karşılaşmam diye bir düşünceye kapılmayın. Tekrarlıyorum aslına bakarsanız bu olay tamamen şansa bakıyor. Botsvana’ya gelip yol boyunca hiç fil görmedim diyen birini duyarsanız bilin ki o kişiyi çölde kutup ayısı da kovalar. Ülkenin kuzeyinde normal yolda giderken fil görmeme gibi bir şey söz konusu dahi olamaz. Fillerin yanından bisikletle geçtiğim bölgeler oldu. Fakat o bölgelerde halk, bisikleti bir ulaşım aracı olarak kullanıyordu. Filler bisiklete karşı yabancı değillerdi.
Botsvana’da vahşi yaşamla iç içe yaşandığından bisikleti ulaşım aracı olarak kullanmak mümkün değil. Bunu da uygulamalı bir şekilde anladım. Bu yüzden Botsvana’nın büyük bir bölümünde bisiklete binmek normal değil. Tek başına binmek hiç normal değil. Olayın şakası yok. Ee sen niye yaptın diyen oldu. İşte normal değil dedim ya. Oradan siz konuyu toparlayın
Kasane’den çıktım Nata’ya doğru ilerliyorum. 10 kilometre sonra yolun sol tarafında ilk filimi gördüm. Oldukça büyük ve heybetliydi. Kameramı çıkarıp çekim yapmaya başladım. Aramızda 30 metre kalmıştı ki o koca cüssesiyle bir anda arkasına dönüp bana doğru bağırdı, haliyle ben de anında durdum. Hala filin o kadar hızlı nasıl hareket ettiğine hayret ederim. Kulaklarını açıp bir adım ileri de atınca “Ulan bu hayvan bana saldıracak hasittir” diyip olduğum yerde çakılıp kaldım. Hayvana arkamı dönersem saldıracağını biliyorum, bu arada hızlı bir şekilde kamerayı yerine koydum. Filler saatte 40 kilometre hıza ulaşabilen hayvanlardır. Benim hareketsiz halden 40 kilometre hıza ulaşmam ne kadar sürer bunu daha önce hiç hesaplamadım. Fakat bu hayvanın o cüsseyi o kadar ani bir dönüşle çevirdiğini gördüm ya, beni çok çabuk yakalar silindir gibi ezer onu anlamış oldum.
Sakin sakin bisikletten inmeden kendimi arkaya doğru itekledim. Arada mesafenin açıldığını gören hayvan da sakinleşti. UUuuuu ucuz atlattım. Araya yaklaşık 100 metre koyup arka taraftan bir aracın gelmesini beklemeye başladım. Hah araç geldi:
– Hey hey. Bana yardım edebilir misin? Şu fili senin aracının yanında geçmek istiyorum.
– Tabi ki de fakat arkadaşım bu alanda bisiklete binmek çılgınlık. Filler dışında bufalo ve aslanlar var. Ayrıca çok fil var.
– Evet biliyorum.
Araç benle aynı hızda gitti ve sol tarafında onu takip ederek fili geçtim. Sonrasında araç yoluna devam etti. Filden 200 metre kadar uzaklaşmıştım ki ilerde yaklaşık 1 km uzakta 20 veya daha fazla fili yolun ortasında görünce durdum. Yanında gittiğim araçta fillere varmadan önce mesafe bırakarak durdu. Hayran hayran filleri seyretmeye başladım. Sıkıysa bir korna çal o gruba “Yoldan çekil” diye. Haha, valla adamı duman ederler.
Afrika’da yaban hayatta arazide gezen vahşi hayvanların çok bilinen iki saldırı şekli var. ‘Full Charge’ ve ‘Mock Charge’.
‘Mock Charge’ korkutma amacı ile yapılan saldırı. Yukarıda filin bana yaptığı atak Mock Charge idi. Fil, gergedan, leopar, aslan, sırtlan, hipo başlıca olmak üzere başka hayvanlar da kendilerini tehlikede hissettiklerinde bu korkutma atağını rakiplerine karşı yapıyorlar. Bu süre zarfında rakibini tartarlar saldırsam mı saldırmasam mı diye düşünürler. Tehdit büyük, hayati risk varsa ‘Full charge’ yani tam atağa geçerler.
Bushman veya gerçek adları ile “San” inansalarında öğrendiğim kadarı ile bu coğrafyada rakibine ‘Mock Charge’ korkutma atağı yapmadan direkt saldırıya geçen yani ‘Full Charge’ yapan iki hayvan var. Bufalo ve warthog (Afrika yaban domuzu). Yerliler bu hayvanlardan korktukları kadar diğerlerinden korkmuyorlar. “Aslan ile karşılaştığında asla arkanı dönüp gitme, hatta ileri doğru adım atmaya çalış, korkma” dediler. Eskiden Kenya ve Tanzanya bölgesinde yaşayan Masai halkının aslan avladıklarını oradayken öğrenmiştim. “Gürkan bir bufalonun sana bakıp üzerine doğru yürüdüğünü görürsen hiç durma hemen kaç, en yakındaki ağaca çık” dendi. Hatta bir gün sonra avlanmaya gidecek gruptan biri kamp alanına geç geldiğinde herkes sordu ne oldu neden geç kaldın diye. Meğerse adam 2 kilometre aşağıda 30 dakikadır ağaçtaymış. Warthog’lar saldırmış. Bu hayvana, bazı bölgelerde bisikletle o kadar çok yaklaştım ki, hatta bazı bölgelerde çalıların arasında görmedim. Bisikletten çıkan sesleri duyunca yavruları ile birlikte kaçıştılar. İyi ki dönüp bisiklete saldırmadılar.
Yolun üstünde o uzaktaki filleri izlerken öndeki gidon çantasında duran çikolatalardan birini aldım tam bir ısırık alıp manzaranın keyfini çıkaracakken bisikletin sağ tarafından filin teki haykırarak çalıların arasından çıktı. İşte bu hiç iyi olmadı, hem de hiç. Çok ağır bir tempoda gidonu çevirip geriye doğru döndüm. Aslında o bağırmaya, benim uçmuş olmam lazımdı da, işte o da yemiyor. Yukarı tükürsen bıyık aşağı tükürsen sakal durumu oldu. Arkada demin geçtiğim fil de hemen yolun sağ tarafında ve beni ona doğru ilerlerken görüp ot yemeyi bırakıyor. İnsan böyle bir durumda gülebilir mi? İki filin arasında kaldım gülme tuttu. İkisine de yaklaşık 75 metre mesafedeyim. Hareketsiz duruyorum. Bu anlarda iki üç kare fotoğrafım var. Aksiyon kameram bozuk olduğundan çekim yapamıyordum. Sadece filin yanından arabayı siper yapıp geçerken bir iki kare var. Gidonu iki elle tutmam lazım. Ne halt olacağı beli olmayan bir noktadayım.
Arkada kalan yol kenarına geldi ve otlanmaya başladı. Önümdeki fil de benim hareket etmediğimi görünce tekrar otlanmaya başladı.
Facebook sayfamı takip edenler bilir daha önce Tanzanya’da ve Zambiya’da doğada özgürce yaşayan insanların evcilleştirmediği fillerin yanından geçip onlara dokunacak kadar da yaklaşmıştım. Tekrar edeyim. Botsvana’da fillerin yanından bisikletle geçmek mümkün değil. Hayvanlar çok saldırgan. Yürüyerek geçmenin bile oldukça zor olduğunu düşünüyorum. Bir keresinde arazide denk geldiğim bir köylü “Akşam olmadan çitlerin arkasında ol, yoksa filler gece sana saldırır” demişti. Gece yürüyenlere saldıran filler olmuş.
Bu bekleme sırasında gideceğim istikametten geldiğim istikamete doğru bir araç geldi. İki filin arasında beni görünce gözleri dört açıldı… Yanımda durdu:
– Arkadaşın 50 kilometre ilerde bir araca bindi, yolda çok fazla fil sürüsü var.
– Arkadaşım yok tek başımayım. İlerde benim gibi biri daha mı var?
– Evet, senin gibi bir bisikletli daha var. Fillerden dolayı ilerleyemedi. Araca koydu bisikletini.
– Şu fili geçene kadar aramıza girer misin?
– Tamam. Fakat ileride daha fazla fil karşına çıkacak. Ayrıca bölgede sürü halinde gezen aslanlar var.
– Tamam. Bilgiler için teşekkürler.
Fili geçip güvenli düşündüğüm bir alanda durduktan sonra GPS’den önündeki ilk yerleşim yerine baktım, 90 kilometre var. Mesafe gidilir gidilmesine de filler böyle karşıma çıkıp beni durdururlarsa hava kararmadan önce o alana varamam ve karanlığa kalır hayvanlara açık hedef haline gelirim. Başka da alternatif yolum olmadığından önümdeki üç ulusal parkı ve iki safari parkını araç ile geçmek zorundayım. Yapacak bir şey yok. Fil nüfusunun yoğun olduğu Chobe Ulusal Parkı sınırlarını geçtikten sonra bisikletimle devam. Güney Afrika’ya giden bir tırın arka tarafına bisikletimi koydum ve 250 km kadar tırla seyahat ettim.
Gelelim şu önümdeki bisikletli arkadaşa. Kim olduğunu bilmiyorum. O sıralar bölgede paylaşım yapan başka bir bisikletli gezgin daha görmedim. Araçla nereye kadar gitti ondan da haberim yok. Botsvana’da pedalladığım 2.000 kilometre boyunca da bir başka bisikletli görmedim.
Botsvana’nın içinde bisikletle tam bir tur attım diyebilirim ve bir ay bu tur için yeterli oldu.
Kasane’de 3, Frencistown’da 3, Orapa’da 3, Maun’da 3, Dekar 2 ve Xhumaga’da 2 gün kalarak geri kalan 14 gün boyunca ülkede 2000 km yol yapmışım. Özellikle son bir haftada günde 160 kilometre yaptığım alanlar vardı. Vizemin bitmesine 1 gün kala başkentte içişleri bakanlığına uğrayıp 1 aylık vize daha almıştım.
Botsvana sahra altı ülkeleri arasında benim için en farklı ülke oldu. Bir kişi bile bana “Hey Muzungu” (beyaz adam) diye seslenmedi. Kime sorsam beni evlerine davet etti. Kimse burada kamp yapamazsın demedi. Yemeklerini paylaştılar. Kırsalda tek bir kişi para istemedi. Hatta gel bir selfie çekelim bizim fotoğrafımızı çek diyenler çok oldu. Aylardır alışık olmadığım tepkiler. Küçük marketlerde bile aldığın ürünü bilgisayarda barkodunu okutup bana öyle satıyorlar. Acaba benden fazla para mı aldı diye bir soru aklına da gelmiyor böylelikle, uzun zamandır ilk defa temel gıdaların fiyatlarını not defterime not almadım.
Ülkede kazıklanabileceğim ortamlar sadece konaklamalarda olabilir. Mesela ülkenin kuzeyinde yer alan Kasane şehrinde geceliği 20$’lık otelde kaldım. Chobe Ulusal Parkı bu şehir içinde yer alıyor. Hem bölgedeki nehir de hem de arazide safari programlarına katıldım 40$ verdim. 3 gün konaklama, safari programı ve yemeklere toplasan 150$ vermişimdir. Bir önceki yol anımda bahsetmiştim bu bölgeye Zambiya’dan turlar düzenleniyor diye. Oradaki turların günlüğü 150$. Benim yaptığım Afrika’da safari için oldukça iyi fiyattır. Hatta şu zamana kadar duyduğum en iyi fiyattı. Kasane’den ayrılıp ülkenin güneyindeki Nata şehrine geldim. Aslında şehir değil köyden hallice. Ama buralarda şehir olarak geçiyor. Kuş gözlemi için muhteşem bir arazi var. Bölgeye göç döneminde gelen kuşların listesine ve türlerine baktım muhteşem bir çeşitlilik var. Fakat Nisan 2016 göç dönemi olmadığından arazide kuş görmek oldukça zor. Buna rağmen bölgedeki otellerin fiyatları 50$. Kendilerine “Kasane gibi bir yerde 20$ vermişken sizin bölgede 50$ vermek manyaklık olur” dedim. Şehirde zaten 3 otel vardı. Üçü de aynı fiyatı istedi. Bende şehrin dışında çitlerin arkasında bir arazi bulup oraya kamp atarım dedim. Bahçesi olan bir işletme buldum, 3$’a bahçeye çadır kurabilirsin dediler. Budur işte olay. 50$ ne yahu? Manyak mısınız bu çorak yerde kim niye 50 dolar versin. O 3$ doları da vermezdim ama çitlerin öbür tarafında kamp atmak bu arazide yemiyor. : )
Kasane – Nata arasındaki yolda emniyet şeridi yer yer var. Nata – Francistown yolu Afrika’da bisiklet sürdüğüm en zor yoldu. Sebebi tırlarla dolu bu yolun sağında solunda emniyet şeridi yok ve araziye indiğinde tekerleğin üzerinde yüzlerce diken oluyordu. Başka alternatif bir yol da yoktu. 3 gün boyunca bu yol oldukça fazla canımı sıktı.
Büyük şehirlerden biri olan Francistown’a varmadan önce bir köy yoluna girdim gülme tuttu. Köy yoluna birinci sınıf beton asfalt atmışlar. Köye girdim direkt betondan yol atmışlar. İlerleyen süreçte ara yollar, varsa köy yolları oralara da her ne zaman girsem yolun gayet iyi ve düzgün olduğunu gördüm. Adamların uluslararası yolları köy yollarına göre daha kötü durumda.
Ülkede belli aralıklarla polis kontrol noktaları var. Bu noktalarda fotoğraf çekilmesine oldukça kızıyorlar. Hatta ceza bile kesme ihtimalleri var. Güvenlik noktasında benim fotoğrafımı çeken bir turiste bile “Neden burada fotoğraf çekiyorsun” diye kızdılar. Bu noktalardan birinde polis görevlisi bisikleti durdurdu nerden gelip nereye gittiğimi sordu ve ardından:
– Bana vereceğin bir şey var mı?
– Ne gibi bir şey?
– Çantalarda ne var?
– Kıyafetlerim ve kamp malzemelerim var.
– Yok mu vereceğin bir şey?
– Senin bana verebileceğin ne var?
– Ben mi sana bir şey vereceğim?
– Ee, ülkene misafir olarak gelen benim. Bir öğlen yemeği parası veya konaklama parası bir şeyler vermen lazım. Ben ve benim gibiler ülkene gelmezse turizm ülkesi olan Botsvana nasıl para kazanacak, devlet sana nasıl para verecek?
– Tamam gidebilirsin…
– Verecek bir şeyin yok mu? Açım.
– …
Polis olarak ülkenin yüzüsün, aptal herif benden ne para istiyorsun. Bu rüşvet olayı genel olarak tüm Afrika da yaygın bir olay fakat şu zamana kadar bir kere bile vermedim. Verecek gibi de olursam vermem alırım.
O gün öğleden sonraya kadar 100 km yapıp Mosetse adlı bir köyde durdum. 8 bilemedin 10 hane var, bir tane de küçük market. Marketin sahibi kızla biraz muhabbet ettikten sonra çitlerin arkasına kamp atıp atamayacağımı sordum. “Senden iki hafta önce bir motosikletli daha kamp attı tabiki de kalabilirsin” dedi. O günün akşamına kadar hem market sahibi hem de köylülerle sohbet ettim. Bekâr olduğumu öğrendiklerinde hemen oradaki bekâr kadınlardan biri ile sözde evlilik yapıp aramızda şakalaştık. Bir süre kitap okudum. Kısacası güzel vakit geçirdim.
Hava kararmadan binanın arka tarafına geçip çadırımı kurdum. Akşam belki yağmur yağar diye de çadırı arka alanda ortalık bir yere koydum.
Akşam yemeğimi yapıp karnımı doyurduktan sonra da çadırıma girip kitabımı okumaya başladım ki yağmur yağmaya başladı. Oldukça şiddetli yağıyordu. Bu çadırla ilk defa yağmura yakalanıyorum bakalım nasıl çıkacağız. (ekipman sayfamda hangi çadır olduğu yazıyor)
Baktım ki gayet iyi, bir süre sonra uyuyakalmışım. Yağmur damlaları ninni kıvamında belli bir tempoda çadıra çarpınca uyuması da güzel oluyor. Bir ara sağdan sola doğru dönmek istedim bir dalgalanma oldu bedenimde. Uyandım ki yağmur hala yağıyor. Yuh..
Çadırın altında nerden baksan 7cm su var. Hemen gözlerden dışarı baktım. Su altımda birikmiyor. Bildiğin nehir kıvamında çadırın altından akıp gidiyor. Yandaki çantalara baktım. Çadırın dış tentesine takılmışlar sürüklenmesini engellemiş durumdalar. Dışarda duran ayakkabı da zaten poşet içindeydi sıkıntı yok. Neyse durum iyi gibi tabi eğer su 3-4 cm daha yükselirse fermuar kısmından içeri su girer bu da hiç iyi olmaz. Bu arada uyku tulumunu toplayıp su geçirmez poşetlerden birine koydum ne olur ne olmaz Almanya’da benzer bir olayı tecrübe etmiştim. Şaka maka yıllardır çadır yaşamı hayatımın bir parçası oldu, 6 sene dile kolay. “Ne tecrübeler var” dedikten sonra kafamı yastığa koyup bir oh çektim ki çadıra 20 cm yükseklikte su kütlesi çarptı. Başımdan aşağı çamurlu su boşaldı. Çadırın katlanması ile benim fermuarı açıp dışarı çıkmam saniyeler içinde gerçekleşen bir durum ve kurtarabildiğim tek şey gidon çantam oldu. Geri kalan her şeyi sular alıp götürdü. Çitlerle çevrili olan alanda her şey gidip çitlere takıldı. Bisiklet çamura gömüldü, çadırın polü kırıldı, tentenin yırtılma sesini kırılırken duydum. Elimde gidon çantası deli gibi yağan yağmurun altında saniyeler içinde olup biteni düşünüyorum. Birkaç saniyeliğine durup nasıl bir şey atlattığımı ve nasıl bu kadar hızlı hareket ettiğimi düşünüyorum..
Arkadaki evin kapısının önünden seslenen adam evine çağırıyordu. Dizime gelen suyun içinde eve doğru yürürken arkadaki çitlere takılan kütükler ve diğer büyük cisimler de gözümden kaçmadı. Çiti geçselerdi çadıra çarparlardı. Eve vardığımda:
– Saatlerdir senin çadırına bakıyordum çıkmadın içinden.
– O su kütlesi çarpmasaydı, çadırın içinden çıkmazdım.
– Bisikletinin bir kısmı gözüküyor.
– Evet, gidip onları almam lazım…
Durduğum evi de nerdeyse su basmak üzere. Elimdeki eşyaları bıraktım. Tepe lambam da çadırın içinde gitti. İşte ekipman çeşitliliğinin faydalarını böyle anlarda görüyorum. Daha önce Viktorya Şelaleleri’nde suyun altında çekim yaptığım Sony Compact Z5 telefonu elime aldım ışığını açıp suların içine daldım. Etraf böcek ve kertenkele dolu, o ne lan? Yılan, güzel. Çıplak ayakla ekipmanlara doğru yürüyorum. Bu arada çadırıma 15 metre mesafede olan tuvaletin girişi de sular içinde. Yani bu demek oluyor ki dün tuvaletimi yapmaya gittiğim o delik de ağzına kadar yağmur suları ile doldu ve ahalinin tüm boku püsürü de şu an yürüdüğüm ortamda.
Önce bisikleti çamurların içinden çıkardım. Bisikletteki olabilecek tek hasar dinamoda olabilir o da tamamı ile suyun altında kaldığından. Bisikletle suya girebileceğim derinlik dinamo. Onun tamamı ile su altında kalmaması gerekiyor. Neyse sabah onu kontrol edeceğim. Sonrasında geri dönüp çitlere yapışan çadırı yukarı kaldırdım sularını süzdüm. Evet, pol bir yerden kırılmış gibi gözüküyor. Geri dönüp onu da evin içine bıraktım. Sonrasında çantaları tek tek toplamaya başladım. İlk iki çantanın birinde gece çekimi yapabileceğim ekipmanlar vardı. Tripotumu, projektörü ve kameramı çıkardım. Evin sahibi de beni şaşkınlıkla seyrediyordu. O halde uğraşılacak şeyler değildi. Yaşadığım durumu anlatan bir video çektim. Kalan çantaları da gidip aldım. Görünürde eksik olanlar bisikletteki termos, benzin ocağının tüpü ve iki litrelik sular. Adamın beni çağırdığı ev dediğim yer aslında küçük bir bekçi kulübesi. Ne oturacak sandalye ne uzanacak bir yer var. Ortalık bin bir çeşit sürüngenle ile dolu ve hepsi can havli ile bir yerlere kaçışıyor. Işığın yardımı ile gördüğüm bir örümceği alıp kuru alana koydum. Sonrasında çamur içinde olan şişme matın yüzeyini temizledim. Çantalardan birinde yer alan ıslak mendilleri çıkardım bacağımdaki çamurları ve bokları temizledim. Üzerimdeki ıslak kıyafetleri değiştirmek için diğer çantayı açtım. Oooo buna su girmiş. Rulo yaptığım yerden aradan geçmiş. Çanta tam doluydu tek kat rulo yapmıştım sebebi ondan. Bak mesela bu alanda diğer çantalarım olsaydı onların hepsine sanırım üst taraftan su girerdi. Neden mi? Bu çantalar böyle durumlar için yapılan çantalar değil ki. Hepsi suyun altında en az 30 dakika kaldı. Neyse kuru olanları çıkardım üstümü değiştirdim. Yağmurluğumu giyip matın üzerine uzandım. Yapacak bir şey yok. Sabahı bekleyip göreceğim hasarın boyutunu. Bu arada yağmur hafifledi. ☺
Sabah uyandığımda çadırı kurduğum alana baktım. Hala o alandan aşağıya doğru su akıyordu. Arkadaş çadırı öyle bir yere kurmuşum ki sanırsın dere yatağı. Hiç de öyle gözüken bir yer değildi. Neyse büyük bir tecrübe oldu ve hala hayattayım gerisi hikâye. Çadırı dışarı çıkardım kuruttum. Üst tenteyi yani yağmurluğu, kırılan pol delmiş. Kırılan parçası ise yok. Polun o parçası olmadan çadırı bir daha kuramam. Zambiya’ya hemen telefon açtım ve Ankara’ya göndermek üzere paketlediğim çadırın gönderilmemesini istedim. Bisikleti burada bırakır sınırı geçer 850 kilometre Lusaka’ya otostop çekerek gider o çadırı alır sonra 850 km geri gelir yoluma devam ederim o kadar.
Fakat öncesinde o parçayı bu çamurlu alanda da ararım. Sabah 6:20’den sabah 10:40’a kadar o parçayı çamurların arasında aradım ve buldum. Çantadan tamir kitlerini çıkardım önce kırılan o alanı tamir ettim. Çadırı kurup sonrasında yırtılan üst tenteyi de tamir ettim. Çadırın içinde kalan tepe lambası çöp olmuş, çalışmadı. Çantada ıslanan kıyafetlerin hepsini çıkartıp kuruması için çadırın üstüne serdim.
Bilgisayarı kılıfından çıkardım. İşte bu fena; kılıf çamurla dolmuş ve bilgisayar ekranına baktığımda direkt ışık veriyor, parlıyordu. Neyse ki bundan 350 kilometre önce bütün bilgileri harici disklere aktırmış bilgisayarın içinde bir şey bırakmamıştım. Bisikleti temizleyip eşyaları kuruttuktan sonra tekrar yola koyuldum. Bu zaman zarfı içine de yaşadıklarımı da fotoğraflayıp videoya çekip facebook üzerinde paylaştım. Tek başına bir adamın yapacağı bir iş değildi ama ucunda sosyolojik bir araştırma yatıyordu. Merak ettiğim bir şey vardı yoksa uğraşmazdım.
Bisikletteki her şey kuruyunca ya benim üstümden ya da bisikletten hakikaten ağır bir koku gelmeye başladı. Yol durumunda bir değişiklik yok Francistown’a kadar aynı dar ve kötü yolda devam ettim. Francistown şehir merkezinde iki otel var ve fiyatları 127$. Ucuz otelleri sordum, google’dan baktım fakat hiç biri gözükmedi. Halka sordum şehrin dışında bir yerler söyledi. Hakikaten kendimi kötü hissediyorum geçen geceki olaydan sonra adam akıllı uyumayıp bu şehre kadar geldim. İyi bir sıcak duşa ve dinlenmeye ihtiyacım var. Saatlerce şehrin içinde kalacak yer arayıp durdum. Sonunda çok güzel bir işletme buldum. Digger Inn mekanında geceliğine 30$ verdim. Kaldığım oda hakikaten çok çok iyiydi. Güney Afrikalı bir aile mekanı işletiyordu.
Francistown şehri, uzun zamandır başkentler dışında gördüğüm en iyi şehirdi. Hatta bu şehirde yer alan AVM’de “Cape Union” doğa sporları malzemesi satan mağaza ile karşılaştım. Buralarda teknik ekipmanların çoğunu bulabileceğim bir dükkân aklımın ucundan dahi geçmezdi. Tepe lambam selde gitmişti hemen oradan yenisini aldım.
Şehirde bir turladım aklıma Ukrayna ve Moldova geldi. Her yerde seyyar satıcılar var. Mesela alışveriş merkezinden çıkıyorsun kapının önünde seyyar satıcılar meyve sebze satıyor. İkinci el kıyafetler satan veya dikiş makinası ile yırtıkları tamir eden vatandaşlar vardı. Her sokakta Çin mağazasına rastlamak mümkün. Bu arada bu dükkanların sahipleri de Çinliler. Bu şehir bölgedeki madenlerde çalışan işçiler tarafından kurulmuş, madenler zamanla kapatılmış fakat şehir popülaritesini yitirmemiş. İlerleyen yıllarda başkent Gabarone’den daha kalabalık bir şehir olacağını söylüyorlar. Zimbawe’ye de çok yakın.
Bu şehrin 500 km kadar uzağında yer alan Türk Şirketi KS Enerji’de çalışan Mehmet bana ulaştı ve “Abi Francistown’dayım buluşalım” dedi. Önce bir akşam yemeğine gittik sonra mekanın barına gidip biraz muhabbet ettik. Ertesi akşam gene aynı yerde akşam yemeğini yedikten sonra bara geçip dünya rugby finalini seyrediyordum ki birileri masama gelip benle sohbet etmek istediler. Otel yönetiminden bisikletle dünyayı gezdiğimi öğrenmişler. Waren, Toteng şehrindeki bakır madeninin işletme müdürü:
– Muhteşem bir iş yapıyorsun, bizim de bisiklet takımımız var.
– Nasıl yani? Bakır madeninin bisiklet takımı mı var?
– Evet.
– Asıl siz süpersiniz.
– Eğer şehre gelip bisiklet takımım ile görüşür ve konuşursan katılacağımız Kalahari çöl yarışı için onlara motivasyon ve güç vermiş olursun.
– Bakalım Toteng neredeymiş? (Google harita açıp hemen baktım )
– Maun şehrinin alt tarafında.
– Hah hah ülkenin öbür tarafında, tamamdır geliyorum Waren, davetin için teşekkür ederim.
– Tamam, konaklaman, sıcak bir duş ve yemekler bizden.
– Anlaştık. : )
Yeni takip eden arkadaşların çok sık sorduğu sorulardan biri de bu oluyor “abi rotanı nasıl belirliyorsun?” Direkt bir rotam yok sadece ülkeler belli, o ülkelere girdikten sonra kafama göre takılıyorum. Mesela sadece Botsvana’da 1 ay içinde 2.000 kilometrenin üzerinde pedalladığımı söylemiştim.
Digger Inn Lodge’da 2 gün dinlendim, hem güzel arkadaşlar edindim hem de şu sel olayından sonra toparlandım. Şehirde gezilip görülecek bir yer olmadığında da yola çıktım. Bu ara bazı konular hakkında düşünme fırsatım da oldu. Yakın çevremde benle yürüyen (sanırım pedallayan demek daha doğru olur), düştüğümde kaldıracak birileri yoksa büyük hayaller kurup kendimi yıpratmanın bir alemi olmadığını anladım.
Sel olayından sonra tanıdığım bildiğim insanlardan sadece Elif Üzer bana şöyle bir mesaj attı. “Gürkan’ım hesabımda biriktirdiğim 400 TL param var. Sana gönderiyorum.” Kendisi yıllardır Güney Amerika’da tek başına pedallıyor ve ne zorluklar atlatıp yol aldığını iyi bilirim! 2011’de İstanbul’da sahilde karşımda duran ve yapacağı turu bana anlatan bu koca yürekli kadını dünyanın öbür ucundan sevgi ile kucaklarım, büyüksün hep bana derler bende sana diyorum “KADININ ÖZÜSÜN” . Ayrıca ailem de “Oğlum istediğin bir şey varsa gönderelim. Paran var mı?” Aileme ve Elif’e teşekkür ettim fakat tekliflerini kabul etmedim. Ama bana özel mesaj atmaları düştüğümde yanımda olmaları güzeldi
Bunun dışında bisiklet camiasından tanıdıklar, dernek başkanları, kulüp başkanları arkadaşlardan dostlardan, desteklediğim sporculardan, desteklediğim diğer insanlardan sel olayı ile alakalı fotoğraf ve videoların altına “Geçmiş olsun” mesajı geldi. Herkese teşekkür ederim.
Sonraki hafta içinde desteklediğim sporculardan biri yeni ekipmanlar istedi. Ayrıca bisiklet camiasından bir proje için de destek istendi. Sporcuma hemen finansal destekte bulundum ve istediği ekipmanları aldım. Bisiklet camiasından arkadaşımın daha önce söylediği projeye maddi destekte bulunmuştum. Son istediği destek için de bu yaşadıklarımı ve düşüncelerimi dile getirdim. Sonrasında yaşanan süreçte herkes tarafından bana verilen desteğin aynısını “Geçmiş olsun” = “Arkadaşlara başarılar dilerim” olarak ben de verdim. Birkaç dakika sonra gelen mesaj “Anladım Gürkan. Haklısın sana ayıp ettik” Yıllardır insanların yaptıklarımın ne anlama geldiğini veya neden yaptığımı anlamaları için bir çaba veya gayret göstermedim. Yaşanmamış bir tecrübeyi nasıl anlayamıyorsam, başkalarının da yaşadıklarımı anlamasını beklemiyorum. Diyeceğim tek şey yakın arkadaşlarınız düştüğü zaman onların yanında olduğunuzu cidden gösterin.
Son çantayı da bisikletin üzerine taktım. Şu dünyanın en büyük elmas madenine doğru gidelim bakalım neler göreceğim. Francistown Orapa yolu boyunca da emniyet şeridi yok. Fakat yol Kasane – Francistown yolundan daha iyi durumda. Yoldan dışarı çıktığımda bisikletin lastiği sanki bir diken mıknatısı gibi ne kadar diken varsa hepsini kendine çekiyor. Bir öğlen oturdum arka lastikteki dikenleri çıkardım, tam 62 tane peh. Lastik patlamadı. Girdiğim yolda ilk 10 km araç vardı fakat sonrasında araç falan geçmedi. Yol üstünde ufak bir köyde akşam konaklamak için izin istedim. Köylüler beni bir eve götürdüler. Yarım yamalak olan ingilizcelerinden evde Amerikalı bir kızın oturduğunu anladım. Komşusu arkadaşları ile birlikte bir yere gittiğini söyledi. Bahçesinde kamp atabileceğimi söylediler ben de öyle yaptım. Akşam yemeğinde komşusundan arkadaşın Peace Corps’dan olduğunu öğrendim. Yani olmasa şaşardım zaten. Ayrıca bölgedeki 4 köyde daha bulunduklarını da ekledi. Genellikle bu tarzdaki arkadaşların durumlarını, neler yaptıklarını paylaştığım zamanlar takipçiler ya misyoner ya ajan diyorlar. Bu insanlar ne misyoner ne de ajanlar. “Yok, Gürkan bu arkadaşlar ajan sen bilmezsin” diyenler olabilir. Böyle düşünen arkadaşlara bir şeyler anlatmam, genele etki etmeyeceğinden istediğin gibi düşünebilirsin, sahada ne de olsa sen varsın.
Orapa’ya giderken bölgenin kuzeyinde Kubu adası dedikleri bir alan daha var. Büyük bir tuz gölü fakat yağmur döneminde gittiğimden ve önceki günlerde yağan yağmurdan dolayı ortam balçık kıvamına gelmiş. 4×4 araçların da gitmekte oldukça zorlandığı bölgeye asfalt yoldan çıkıp 35 kilometre kadar yaklaştım fakat durum bisiklet sürmeye elverişli olmadığından gidemedim. Eğer bu ülkeye bir gün gelirseniz o alanı görmenizi isterim. Ayrıca civardaki köylerin devlet tarafından oldukça iyi bir şekilde desteklendiğini de gördüm. Köyleri sıfırdan gayet modern bir şekilde tekrar inşa etmişler.
Orapa’da dünyanın en büyük elmas madeninin olduğunu söylemiştim. Haliyle bu şehre girebilmek için mutlaka ama mutlaka şehir içinden birilerini tanımanız lazım ki size kapıda giriş izni versinler. Bu şehir tamamen bu madende çalışan işçiler ve onların aileleri için kurulmuş. Madenin büyük çoğunluğu Botsvana hükümetinin. KS enerji bölgede dizelle çalışan elektrik santrali yapmış. Bu elektrik santralinin yapılma sebebi şöyle: Eğer bölgede elektrik kesilirse madenin günlük kaybı milyon dolarla dile getiriliyor. Madenle asla elektrik kesilmemeli. Santralde de çalışan sadece 4 Türk mühendis var. Sağolsunlar şehre girmem için gerekli olan belgeleri aldım. Mehmet, İdris, Ahmet ve Yusuf abime beni ağırladıkları için teşekkür ederim.
Bir Gün Yusuf abi ile birlikte Orapa’da yer alan vahşi yaşam alanına birlikte gittik. Bu bölgede 16 tane gergedan vardı. Bir tanesi de yeni doğum yapmıştı. Yeni doğum yapan gergedan çocuğu ile birlikte parkın en geniş alanında tam ortada duruyordu. Orada durmasının sebebi çevreden gelebilecek tehlikelere karşı çocuğunu en iyi şekilde koruyabileceğini bilmesiymiş. O alana araçla girmek yasaktı. İçerde silahlı askerler bu gergedanları koruyordu. Eskiden parkın içinde aslanlar da varmış. Fakat aslanlar çitleri aşarak civardaki çiftçilerin hayvanlarına saldırmaya başlayınca parktaki aslanları başka bir bölgeye taşımışlar. Aslanlar parktan gidince parkın içindeki ceylan, zebra, kudu ve diğer ot yiyen hayvanların sayısı artmış. Bu hayvanların sayısı artınca parkın da içinde ot sıkıntısı baş göstermiş ve Orapa vahşi yaşam parkına dışardan ot satın alınmaya başlanmış. Doğanın dengesini sağlayan birbirine bağlı halkalardan birini çıkardın mı bak neler oluyor. Yani Avcı olmalı.
Orapa’dan Maun’a giden yol oldukça tehlikeli. Orapa’dan çıktıktan sonra tel örgüler de bitiyor. Vahşi hayvanlara gene açık hedef halindeyim. Zaten yol üstünde leopar ve fillerin bölgede olabileceklerine dair levhalar var, dikkat etmek lazım. Aynı şekilde aslanlar da bu bölge içinde serbest geziyorlar. Bisikletle bölgeden geçmeyi düşünüyorsanız tekrar tekrar düşünün. O levhaları gördükten sonra zaten benim hızım saatte 32 km altına nerdeyse düşmedi. Oldukça iyi bir tempo ile sürerken uzun zamandır patlamayan lastiğim o noktada patladı.
– 10.000 km patlamayan lastiğin patladığı noktaya bak. Hay ben böyle işin içine tüküreyim.
Ortam o kadar sessiz ki saatlerdir araç geçmiyor. Yolun kenarındaki otlar da çok uzun, etrafı göremiyorum. Sanırım dünya turu boyunca bir daha bu kadar hızlı iç lastik değiştirme durumu olmayacak. Dakika tutmadım ama hakikaten çok hızlı bir şekilde patlayan lastiği değiştirip tekrar yola çıktım. Lastik değiştirirken kafam sürekli sağa sola dönüyor etrafta bir şey var mı ona bakıyordum.
Orapa ve Maun şehirleri arasında iki noktada konakladım. Bunlardan biri yolda pedallarken beni görüp kaldığı yere davet eden Misyoner John oldu. Evet, bu sefer misyoner ile karşılaştım zaten kendisi de direkt misyoner olduğunu söyledi. John o gün işi olduğu için bana Rokkops’da kaldığı yerin adresini verdi, oraya vardığımda da beni Hollandalı Aryan karşıladı. Eski bir banka çalışanı. İşinden istifa etmiş.
Son 4 senedir dünyanın çeşitli noktalarında gönüllü olarak çalışmış. Avustralya’da çiftçilik, Kenya’da bölge halkına yardım. Tanzanya’da eğitim ve su olmayan köylerin civarlarında sondaj atan kurumlara destek. Garsonluk, aşçılık yapmadığı iş kalmamış. “Böyle mutluyum ve özgür hissediyorum, ayrıca insanlara yardım ediyorum” dedi. Botsvana’da da çölleşmeyi önlemek için John ile birlikte çalışıyor. Daha yeni gelmiş ülkeye, 1 ay bile olmamış. Dünyayı bu şekilde gezen biri ile tecrübe paylaşımında bulunmak, aynı noktalarda hem fikir olmak, neleri nasıl değiştirebileceğimizi konuşmak güzeldi. Hakikaten muhteşem bir sohbetti.
Konakladığım diğer bir nokta Xhumaga bulunan Tiaans Camping, harika bir nokta. Eğer Botsvana’ya safariye gidecekseniz kesinlikle bu kamp noktasında konaklayın. Hatta bence Botsvana’da kamp yapılacak en güzel yer. Park alanı oldukça iyi, çadır kuracak yerler var, havuz var. Yemekler Botsvana’da yediğim en güzel yemeklerdi. Mekanın çatı katında çok güzel oturma alanları var. İlk geldiğim akşam orada kendi yemeğimi hazırlarken hemen ön tarafta bulunan nehirde fillerin kendilerini nasıl yıkadıklarını seyrettim. Mekânın sahibi olan bayan yıllarca bölgeyi kocası ile birlikte gezmiş. Botsvana ülkesini de çok sevmişler.
Burada Alman Usulü bir kamp alanı kurmaya karar verdiklerinde kocası kansere yakalanmış. Hayallerinden vazgeçmemişler, 3 sene bu alanın yapımı ile uğraşmışlar, açılışa yakın bir tarihte kocası vefat etmiş. “Ben burada hayalimizi devam ettiriyorum” dedi. Çocukları da Fransa’da çok ünlü bir aşçıymış. Burada yemek menüsünü de o yapmış. Şimdi anlaşıldı neden çok lezzetli yemekler olduğu.
Maun ile Xhumaga arası 147 kilometreydi, yol düz olduğundan öğleden sonra kuzeydeki en büyük şehir Maun’a varmıştım bile. KKTC vatandaşı Erdoğan abinin bu bölgede yaşadığını, beni misafir edebileceğini Orapa’daki vatandaşlarımız söylemiş ve kendisi ile konuşmuşlardı. Sağolsun 3 gün misafir etti. 35 yıl önce bölgeye gelmiş ve yerleşmiş.
– Erdoğan abi 35 yıl önce bu adamların alayı sanırım sadece bir deri parçası giyiyordu. Senin ne işin vardı o dönem burada?
O zamanlar ilk Zimbave’ye gelmiş. İngilizlerin bölgedeki demiryollarında çalışıyormuş. Olaylar çıktığında Botsvana’ya gitmiş burada bir hanımla evlenmiş. Erdoğan abinin hayat hikâyesi de oldukça renkli. Olur da bir gün yolunuz Botsvana Maun’a düşerse halk kendisini Edi olarak biliyor. Sorun hemen gösterirler.
Maun tabiki de Okavango deltası ile ünlü. Yıllarca belgesellerde bu bölgeleri seyrettim şimdi o noktalarda pedal çeviriyorum. Maun şehrinden deltanın başlangıcı olan alana bisikletle zor gidilir. Alanda çok fazla ince kum var. 4×4 ün’de arada bir battığı oldu. Delta gezinmek için iki tur seçeneği var; biri gece, deltanın ortasında arazide konaklamalı, ikincisi ise günübirlik tur. Kamp kurmalı olan bana hiç cazip bir tur gelmedi. Her ne kadar vahşi yaşam alanında gece yıldızları seyretmek, deltanın yanında uyumak gibi şeylerle allayıp pullayıp satmaya da çalışsalar ıhh ben yemedim almayayım.
Ülkenin doğusunda sele yakalanmışken, ülkenin batısında yağmur yağmadığından deltadaki su en düşük seviyesindeymiş. Hatta bu seneye kadar su seviyesinin hiç bu kadar azaldığını da görmemişler. Maun Deltası’nı Güney Kore’den arkadaşım Kim ile birlikte yaptık. Delta’ya gelinceye kadar araba içinde güzel bir sohbet ettik.
Güney Kore’den çıkmış bölgedeki yardım projelerinde gönüllü olarak çalışmaya gelmiş. Yemek, kalacak yer karşılığında son 2 senedir Mozanbik, Zambia ve Botsvana’da birçok yerde çalışmış. Bölgede neler olup bittiğini kendi gözleri ile görmüş. Birkaç sene daha bölgedeki diğer projelerde çalışıp ülkesine geri dönecekmiş.
Bu sohbete istinaden şu bilgileri vermekte de fayda var:
İsrail nüfusunun %80 üstü, Güney Kore ve Japonya nüfusunun neredeyse %90’a yakını gezer. Aşağıdaki tablo 2015 yılında Türsab tarafından hazırlanmış.
Avrupa’yı günde 3.5 avro harcayarak gezdiğim dönemler. Afrika’da 3 ay boyunca para harcamadığım veya ayda 50$ harcadığım ülkeler var. Orta Doğu’da 5 ay para harcamadığım ülkeler var. Bu şekilde az para harcayarak gezen tek gezgin değilim. Pasaport pahalı denebilir. Türk pasaportu 60 sayfadır, diğer tüm milletlerin 30 sayfadır. Haliyle defter ve yaprak sayfası tutarı ile dünyanın en pahalı pasaportu değildir. Ucuz bir pasaportta değildir. Yetki bende olsa fiyatı yarıya düşürür, kullanılabilir yaprak sayısını da 27 sayfa yapardım. Fakat benim gibi dünyayı gezen bir seyyah için oldukça avantajlı bir hale geliyor. (Şu bilgiyi de vereyim; pasaportumu Ankara Gölbaşı’ndan parasını ödeyerek Mayıs 2012 tarihinde almıştım. Diplomatik, memur veya hizmet pasaportu değildir. Her Türk vatandaşının aldığı pasaporttur. Pasaportumdaki her vizenin ücretini de kendim ödemişimdir. Bazı takipçilerim Dışişleri Bakanlığı pasaport ve vize ücretlerimi ödüyor diye düşünüyor. Komik olmayın. Keşke ödeselerdi iyi olurdu, hayır demezdim fakat öyle bir durum yok. 🙂 Yukarıdaki tabloya göre Türkiye’de 85 milyonluk nüfus bu kadar az gezerken; dünya politikası, ekonomisi ülke dinamikleri ile ilgili bilgi birikim gayet iyi olduğu gibi başka kitaplardan derleme yapıp bu konularla ilgili yeni kitaplar yazan yazarlar da oldukça başarılı, çok fazla uzman var. İngiltere Avrupa’dan ayrılmış şimdi ne olacak, Birleşik Arap Emirliği vatandaşları neden Avrupa Birliği’ne vizesiz giriyor ve benzer sorulara ülkenin %90 üstü gezmiş gitmiş bölgede saha çalışmasını yapmış gibi çok “şık” cevaplar veriliyor.
Beni ilgilendiren mevzular değil isteyen gezmesin, isteyen okumasın. Gözlemlerime dayanarak şunu da eklemek isterim; bir ülkenin halkı ne kadar çok gezer ve okuduğunu anlarsa, Sony de yapar, Samsung da yapar, Lg, Honda, Mazda, Panasonic de yapar. Bunların programlarını da o gezen insanlar geliştirir. Uzaya insan gönderirler, gözlemevi kurarlar veya kurdururlar, Katar 1, 2, 3, 4, 5 gezegenlerini bulursun (orada çalışan gençlerin hepsi ülkelerinin zenginliği ile geziyor ama geziyorlar, yukarda size tanıttığım Korelinin de nasıl gezdiğini okudunuz), her anlamda, her alanda 21. yüzyıl en muhteşem şehrini gider çölün ortasında kumların içinden çıkartırsın.
Bu iki unsuru az yapan toplumların insanlığa katkıları ya az oluyor ya da hiç olmuyor. Kendi içlerinde çırpınıp duruyorlar. O meşhur “Gezen mi daha çok bilir okuyan mı?” sorusuna benim verebileceğim tek cevap “Gezerken okumak” olacaktır. Bak adamlar Jüpiter’in yörüngesine uydu yerleştirdiler.
Bu yazıyı Ramazan ayının içinde yazdığımdan dolayı bizim halkımızın bu dönemde hakkımda en çok merak ettiği soru “Gezerken oruç tutuyor musun” ? Bunu bir müslüman soruyorsa zaten inandığı dini bilmiyor derim. Yaradan “Oku” demiş ama kendisi okumamış bana bu soruyu soruyor. İkinci olarak müslüman coğrafyasında bana sorulan en fazla soru ise Müslüman mısın? Bunu bir başka yazımda daha dile getirmiştim. Bakın arkadaşlar takip eden beni bilen bilir inançlı biriyimdir bu konuda saygısızlık etmem. Sessiz sakın gösteriş yapadan ibadetimi eder yoluma devam ederim. Fakat siz kim oluyorsunuz da bir başka insana Oruç tutuyor musun, namaz kılıyor musun diye sorabiliyorsunuz? Nasıl bir canlısınız nesiniz? Benim gözümde bir şahsa onun inancını ibadetini soranlar inandıkları dinden bir haber, okumayan ve cahil olan bireylerdir. İnsanlık neleri merak edip araştırıp öğreniyor, hala okumadan bak bu önemli okumadan bireylerin inancı ve ibadetini sorgulayan toplumlar var. Kimseye sormayın bana hele hiç sormayın!
Bakın Nasa insanlığın geleceği için neler yapıyor. Kıyamet kopana kadar yaşam devam edecek. Sadece öbür dünyayı düşünerek yaşamamak lazım. Bulunduğumuz ve yaşadığımız dünyayı insanlığı daha iyi bir seviyeye nasıl getirirz neler yapmalıyız bunları araştırmalıyız öğrenmeliyiz, daha iyi içn birlik olup çalışmalıyız. Bu kurumları takip edin arkadaşlar.
Francistown’da söz verdiğim gibi Toteng’de Waren’ın yanında uğradım ve bakır madeninde çalışan Kalahari Çöl Yarışı’na katılacak olan bisiklet takımı ile buluştum.
Ülkenin batısından aşağıya doğru inerken Toteng sonrasında bir kontrol noktasından geçip San People olarak nam salmış veya diğer adları ile Bushman’lerin bölgesine girdim. Tam o kapı geçişinde jeeplerine benzin koyan Greg ve Ann ile biraz sohbet ettik. İşlettikleri bir otele davet ettiler. Tabi gelirim dedim.
İki gün sonra mekanın bulunduğu sapağa geldim. Doğru yerde olup olmadığımı öğrenmek için Ann’in telefonunu aradım. Mekân doğru. Yoldan çıktım, 3 km kadar toprak taş karışık bir yerde gittim. Sonra karşıma Game Reserve yazan bir büyük bir kapı daha çıktı. Bu alanlarda safari yapılıyor.
– Ann selam. Game Reserve kapısının oradayım doğru yere mi geldim emin olamadım. Sizin mekânınız bu alanın içinde mi bulunuyor?
– Evet, Gürkan kapıyı açıp içeri gir. Sonrasında geri kapa. 7 kilometre daha içerde.
– Biliyorsun ben bisikletle geldim daha önce Game Reserve’e hiç bisikletle girmedim.
Vahşi hayvanların yaşadığı ulusal parkların içinden geçtim fakat o alanlarda araç trafiği de vardı. Bu alanda sadece ben olacağım, bu yüzden bir tereddüt var.
– Merak etme Gürkan biz içerde yürüyüş yapıyoruz. Hayvanlar uzun zamandır o giriş bölgesinin yakınlarına yanaşmıyor.
– Hayvanlar derken? (Game Reserve Kalahari çölünde yani hepsi var)
– İstersen gelip alalım?
– Siz içerde yürüyor musunuz?
– Evet evet, her sabah yürüyüşe çıkarız.
– Tamam, o zaman ben de gelebilirim görüşürüz.
Hayatımda yaptığım en çılgınca olaylardan biri de kapısını açıp içeriye girdiğim bu Game Reserve oldu. Gideceğim yola baktım. Araba ile geçerken bile heyecan yapılır.
Yol bozuk olduğundan ve ben de biraz hızlı gittiğimden bisikletteki termos suluk kafesine vuruyor, çıkan ses hayvanları ürkütüyor, impalalar ve kudular sesini duyduklarında kaçmaya başlıyorlar. Bir grup Warthog’da sesi duyunca kaçmaya başladı. Yolun yaşattığı heyecan çok farklıydı. Arada bir bisiklet kuma takılıyor iteklemek zorunda kalıyordum. Ama öyle ama böyle hiçbir hayvanın tacizine veya saldırısına maruz kalmadan 7 kilometre içeride yer alan alana gitmeyi başardım.
Ann kapıda beni karşılayıp sarıldı.
– Amman Allah’ım inanılmaz heyecan verici bir tecrübeydi Ann!!
– Hahah hoşgeldin Gürkan. Çoğunlukla impala, kudu ve zürafalar var bu tarafta. Aslan ve çitalar çölün daha ilerisinde bulunurlar. Buradaki bitki örtüsü onların avlanması için çok sık.
– Fakat Ann bu bölgede leopar vardır sanırım?
– Onlar her yerdeler, ağaçlara dikkat etmek lazım Gürkan hahah. Tekrar hoşgeldin. Bu alanda istediğin kadar kalabilirsin. Ne zaman kendini iyi hissedersen o zaman yola çık. Evinmiş gibi rahat et.
Ne diyeceğimi bilemedim. Sadece tekrar sarıldım. Keşke kalacak daha çok zamanım olsaydı fakat en fazla iki gece kalabilirim bu noktada çünkü vizem bitmek üzereydi.
Bu noktada neden daha fazla kalmak istediğime gelince; bölge San insanlarının yani meşhur Bushman’lerin yaşam alanı. Bulunduğum noktaya yakın olan Dekar ve Ghanzi şehirleri de onların büyük şehirleri. Afrikalılardan çok farklılar. Vietnam, Malezya bölgesindeki insanların burun yapısına benzeyen bir burunları var ve Asya steplerindeki insanların çekik gözlerine sahipler. Dakar’a gitmek için ana yolun dışına çıkıyorsun. Eskiden bu insanlar Botsvana’da daha geniş bir arazide yaşarlarken devlet onları ülkenin batısında Kalahari Çölü’nün sınırlarına taşımış ve burası sizindir demiş. İlk dönemlerde San insanları (Bushman) topluma kazandırmak ve kendilerine hayvancılığı geliştirmeleri için küçük ve büyük baş hayvan verilmiş. Arazileri de işlemeleri için tarım aletleri verilmiş. Fakat avcı bir toplum olan Bushman’ler verilen hayvanları kesip yemiş, ellerindeki tarım aletlerini de satıp, parayı alkole yatırmışlar. Bu kadim topluluğu ülkenin batısında çöllerin oraya sıkıştırmalarının sebebi de ülkedeki yeraltı kaynaklarının hep bu adamların yaşam alanlarında çıkmış olması. Hatta günümüzde de Kalahari bölgesinde kömür rezervi bulunmuş. Şimdi devlet hem halkı oradan çıkarmaya çalışıyor hem de bölgedeki hayvanları başka yere taşımayı istiyor. Tabi yerli ve yabancı birçok kurum bu duruma karşı ayaklanmış durumda.
Dekar köyüne bisikletimle gittim. Fakir insanlar var fakat bir kişi bile yanıma gelip benden para istemedi, çocuklar da dahil. Oldukça büyük bir okulu var. Okula su isteme bahanesi ile girmek için termosumdaki suyu boşalttım. Kapıdaki görevlilere su istediğimi söyleyince nerden alabileceğimi gösterdiler. Okul Afrika’da gördüğüm birçok okulla kıyasladığımda gayet iyi. Öğretmenlerden biri yanıma gelip suyu nerden alabileceğimi gösterdi. Bu arada okulda Peace Corps’dan biri olup olmadığını sordum. Hemen var dediler, sınıfına gittim. Kız bölgedeki halka ingilizce eğitimi veriyordu. Rahatsız etmedim, çıkıp köyde dolanmaya başladım. Hediyelik eşyaların yapıldığı bir sanat evi yapmışlar. İçeriye girdiğim anda suratımda kocaman bir gülümseme oldu ve hemen video kameramı çıkardım. Teyzeler amcalar müzik eşliğinde dans edip resim yapıyorlardı. Bu insanların vurgulu ses çıkartarak konuşmaları inanılmaz hoşuma gidiyor. Kendi dilimi ve ingilizceyi bu vurgulu sesi çıkartarak konuşmayı denedim olmadı. Kulağa çok hoş geliyor bir de yüzümde tebessüm oluşuyor. Yaptıkları resimleri Botsvana’da bir turizm firmasına satıyorlarmış. Kalanını da bölgeye gelen turistler alıyormuş. Resimleri alamayacağımı söyledim, o zamanda bana deve kuşu yumurtasından yaptıkları kolyeleri gösterdiler. Çok hoşuma gitti hemen iki tane aldım biri kardeşime biri de anneme. Parasını arkadaşlardan birine verdim. Hemen verdiğim parayı içerdeki kişi sayısına göre böldü ve dağıttı. Akşam kaldığım yerde Ann’e sordum bu olay nedir diye. Bushman’ler ellerine para geçtiğinde en kısa zamanda ailede kimler varsa eşit şekilde onlara dağıtırlarmış.
Greg ve Ann’ın beni davet edip konaklamama izin verdikleri yer 19. yüzyıl sonlarında yapılmış ingiliz mimarisini yansıtan eski bir araştırma ve bölge gözlemi için kullanılan bir bina. Botsvana hükümeti bölgeyi Bushman’lere verdiğinde bu alanı da haliyle onlara tahsis etmiş. Bu alanda yaşayan kabileler günümüz koşullarına ayak uydurmaya çalışmışlar. Bu alanı bir otel olarak işletmeye kalkmışlar becerememişler. Beyaz adamdan yardım istemişler. Gelin burayı işletin kâra da ortak olun demişler. Bu sistem de işlememiş. Sonrasında yıllarca Afrika’da yaşamış Ann ve Greg çifti “Biz birlikte bir şeyler yapalım, paylaşalım, üretelim ve sizlerle yaşayalım” demişler. O günden sonra da olay toparlanmış ve Botsvana’nın en güzel dinlenme noktalarından biri olmuş. Elektrik yok, güneş enerjisinden faydalanıyorlar. Suyu kullanma saatleri var. Yemek saatlerinde size verebilecekleri bir menüleri yok. Karavana’da ne varsa onu size veriyorlar. Bu bazen tanıdık yemekler oluyor bazen de hiç test etmediğiniz bitkilerden yapılan yemekler. Stabil bir çalışan yok, her ay kabiledeki 15 kişi bu alanda çalışıyor, sonrasında değişiyorlar. Orada kaldığım ikinci gün Turizm Bakanlığı’ndan birileri geldi. Bölgedeki konaklama tesislerinde gözlem yapıyorlarmış. Araçlarını 1 gün önce yolda görmüştüm:
– Hey seni dün bisikletinle yolda görmüştük inanamadık gözlerimize. Nereden buraya kadar bisikletle geldin?
– Türkiye’den.
Ağızlar bir karış kadar açıldı.
– Bütün yolu bisikletle gelmedin di mi?
– Denizleri gemi ile geçtim o kadar. Umman’dan Etiyopya’ya uçakla geçtim. Etiyopya’dan buraya kadar bisikletle geliyorum.
– Botsvana’da nerelere gittin?
Botsvana’da da nerelere gittiğimi söyleyince “Neden Turizm Bakanlığı’mız ile iletişime geçmedin?” sorusu da beraberinde geldi. Evet burada gezmek isteyenlere ek bir bilgi daha vereyim: Bir ülkenin tanıtımına katkıda bulunabileceğinize inanıyorsanız, ülkelerin turizm veya kültür bakanlıkları sizin konaklamanızı ve ulaşımınızı sağlarlar. Yabancı milletlerin insanları bizim ülkemizden belli başlı kurumlardan benzer destekleri alırlar. Gelir ülkenin fotoğraflarını çeker, tatilini yapar sonrasında kendi halkına anlatırlar. Ulaşım masrafım ve konaklama masrafım olmadığından bu tarz olaylar bana pek uymuyor. Fakat benim de bazı ülkelerden aldığım farklı destekler oldu, olmaya da devam ediyor.
Bir sabah yerlilerden Karabo ile birlikte avlanacak olan hayvanların hangi yöne doğru gittiğine dair bilgi toplamak için birlikte iz sürmeye çıktık. Zürafaların ayak izlerini gösterdi. Dedim sanırım 3 zürafa var. Hayır, 7 tane var dedi. Aralarından bir tanesi de yavruymuş? Nasıl yani? Yahu bu kadar ayak arasından yavrunun ayağını nasıl buldun, pes. Bana da gösteriyor. Yan köyden veya diğer köyden biri bu alandan geçti mi onları da anlıyormuş. Hatta bir kadın sırtında çocuk taşıyor mu taşımıyor mu onları da yerdeki izlerden anlayabiliyor. Zürafaların kaç saat önce geçtiğini de söyledi. İmpalaların bokuna denk geldik. Yakında değiller 2 gün önceki dışkı bu dedi. Üniversitedeyken kaldığım öğrenci evinde televizyonumuz yoktu. İletişim fakültesi mezunu olarak şu televizyonla aram hiç iyi olmadı. Evde vakit ya kitap okuyarak ya da bilgisayar oyunu oynayarak geçiyordu. Fakat en büyük eğlencemiz Fantasy Role Playing (FRP) oynamaktı. Okuyan ve hayal dünyası geniş olan insanlarla oynaması müthiş keyifli bir oyundur. Yıllarca oynadıktan sonra Ankara’da oyun oynattığım hatrı sayılır bir çevre yapmıştım. Her neyse bu oyunda “Doğa savaşçısı” olarak bilinen bir karakter vardır, Ranger. Bu Ranger’ların en büyük kabiliyetlerinden biri de iz sürebilmek. İzi doğru sürüp sürmeyeceğini de yirmilik zarlarla belirleriz. Yüksek atarsa çok güzel iz sürer. Hah bu adam işte olayın gerçek hali, yirmilik zarda 1 de atsa gene kurtarır. İzi geçtim öğlene kadar belki de 40 çeşit bitki veya kök yedim.
Bazı bitkiler o kadar lezzetliydi ki şaşırdım kaldım. Kelebek kozalaklarından nasıl çalgı aleti yaptıklarını öğretti. Bir bitkiyi daha tanıtacaktı ki ben cümlenin devamını getirdim “Akrep soktuğunda çiğ çiğ yiyorsunuz” dediğimde çok şaşırdı. Ee, o kadar olsun onca çöl geçtik ya sokarsa ne halt edeceğiz diye az sorup soruşturmadık sağa sola. Çalılar arasında sağıma soluma bakarak yürümeme rağmen çalılar arasına örülmüş örümcek ağları hep gözümden kaçtı.
Soluna bak, sağ tarafına bak, dikkat örümcek ağı var. Warthog’ların açtıkları çukurlara nasıl yaklaşılması gerektiğini ve o çukurların kaç gün önce açıldığını nasıl anlayacağımı da öğretti. Avlayacakları hayvanlar yürüyerek birkaç günlük mesafe uzaktaymış. Yarın 4×4 ile yanlarına gitme kararı aldı. Bu arada avlanmayı hala ok veya mızraklarla yapıyorlar. Avlanma konusunda devlet sınırlama getirmiş. Karabo bu sınırlamaya karşı:
– Gürkan ot yiyen hayvanların sayısı gün geçtikçe artıyor. Doğaya çok ciddi anlamda zarar veriyorlar. Aslanların sayısı da azaldı, bizler de avlanamadıktan sonra bu denge nasıl korunacak?
Devlet San insanlarına avlanmadan önce izin belgeleri almaları gerektiğini söylemiş. Lan, arazide dötünde iki karış deri parçası ile gezen adam neden gelip izin alsın ki? Botsvana’da bu doğal yaşam alanlarının içinde ya askerler bekliyor ya da bölgeyi koruması için özellikle görevlendirilmiş Ranger’lar. Devlet tarafından kendilerine de şöyle bir yetki verilmiş. “Ulusal parkaların içinde elinde silah tutan herhangi birin gördüğünüzde vur emriniz var’’ Ben o coğrafyadayken Nabmibya’dan ülkeye gelen avcıları vurup öldürmüşlerdi. Şakaları yok, ortamda silahla gezemezsin. Karabo avlanmaya çıkmadan önce Ghanzi şehrine 40 km araçla gidip hangi hayvanı avlayacağına dair vahşi yaşamı koruma müdürlüğüne bilgi verip izin belgesini alıp av sahasına geliyor. Bölgede avlanırken görevliler onu gördüğünde hemen yanına gelip belgesini soruyorlar. Bu insanlar bu hayvanları ihtiyaçlarından dolayı avlıyorlar. Böylelikle avlanma olmadı mı bölgedeki hayvanların doğayı nasıl tahrip ettiğine de tanıklık etmiş oldum.
Ann ve Greg’e teşekkür ettikten sonra yanlarından ayrıldım. Belki gelecekte ufak bir ortaklık bile yaparız belli mi olur. Bu noktada Botsvana’da beğendiğim alanlardan biri oldu.
Ghanzi’den sonra Kang’a kadar yaklaşık 320 kilometre hiçbir halt yok. Orada bir Namibya yol ayrımı var. İnsan düşünüyor “Yahu yol ayrımı, bir benzinlik lokanta bir şey olur da gider kamp atarım” dedim. Ama yok öyle bir dünya! 320 km dümdüz sıkıcı bir yol. İki gün arka arkaya 160 km pedallayıp bir gece arazide çadır kurmak zorunda kaldım. Adrenalin tavan yapmıştı. Hele bir gün yolda sırtlanları görünce verdiğim tepkilere sonra kendim de güldüm. Uzaktan beni gördüklerinde bir süre baktılar, fotoğraf çekmek için yaklaştığımda da hemen çalıların arasından uzaklaşıp kaçtılar. Hayvanlar benden korktu, ben de onları görünce heyecan yapıp “lan lan lan kamera kamera sırtlan” diyene kadar zaten kaçtılar. Sonraki 5 gün boyunca 120 kilometrenin üzerinde pedallayarak başkent Gabarone’ye vardım. Bu alan içinde bufalo sürüsü bir hafta önce köyüne giden bir adama saldırmış ve öldürmüşler bu bilgiyi de verdiler. Vizemin bitmesine tam 1 gün kala başkente geldim. Başkente kadar konakladığım yerlerden biri de polis karakolunun bahçesi olmuştu. Botsvana’da polis karakollarına “Bahçenizde konaklayabilir miyim” dediğinizde hiç sıkıntı çıkarmıyorlar.
İngiltere’den Hande mesaj attı. “Gürkan kuzenim Oktay şu anda orada çalışıyor evleri de müsait, gidip onlarda kalabilirsin” Hande ile daha önceden bir tanışıklığım yok. Botsvana seyahatim ile birlikte beni takip etmeye başlamış. Hatta biraz daha kalsaymışım buralarda kuzenini görmeye ve gezmeye de gelecekmiş, tanışma imkânımız da olurmuş. Oktay burada bir Türk firmasının yaptığı işte çalışıyor. Bu arada koca ülkede Kaç Türk vatandaşı olduğunu söyleyeyim. Orapa’da 4, Maun’da 1, Gabarone’de 7 Türk ki bu arkadaşlar şirketin işi bittiğinde gidecek, 4 kişi de elçilikte var. Şaka değil hakikaten ülkede Türk vatandaşı yok. Olmamasının en büyük sebeplerinden biri ülkedeki popülasyonun az olması 2.6 milyon insan yaşadığını söylemiştim. Satış yapacak insan sayısı oldukça az. Oktay ve Murat sağolsunlar beni çok güzel ağırladılar. Şehre geldiğimin ikinci günü de hemen içişleri bakanlığına gidip vizemin tarihini uzattım. Oldukça kolay oldu.
Afrika’da çok uzun zamandır birçok şeyi bulabileceğim bir başkent görmemiştim. Elektronik eşyadan, kamp malzemelerine her şeyi bu şehirde buldum. Sosyal hayatta oldukça iyi durumda, sinemada 3 boyutlu film bile seyrettim. Akşamları dışarı çıkıp gezmek oldukça rahat, hatta tek başıma bile gezebileceğim güvenli bir ülke. Diğer Afrika ülkelerinde geceleri tek başına sokaklarda gezmek neredeyse imkansız. Botsvana Afrika kıtasının en demokratik ülkesi. Dünya sıralamasında da ilk 10 içinde yer alıyor. Bu sıralamada Türkiye 21. sırada bulunuyor. Bu farkı, insanların hal ve tavırlarından toplum içinde gezinirken anlıyorum. Botsvanalının içten sarılışı hakikaten çok farklı, sanırsın 40 yıllık dostluk var. Bu ülkede de genel sıkıntı inşaat sektöründe olduğunu, halkına iş yaptıramadığını hem bizimkiler söylemişti hem de Waren. Aslında Etiyopya’dan bu noktaya kadar siyahi insanların birçok sektörde çalışma disiplinleri hep eleştiriliyor. Öğrenmek istemiyorlar veya kendi bildiklerini inatla yapmaya devam ediyorlar deniyor. Fakat birkaç ülkede de Zimbaveliler için hep çok çalışkan çok iyiler dendi. O halde bu olayın renk olayı bir alakası yok. Tamamı ile toplumun nasıl yetiştirildiği ile alakalı bir durum. Hatta bu duruma örf ve adetleri de ekleyebilirim.
Büyükelçiliğimiz sayesinde hem televizyonlara çıktım hem de ülkenin Bisiklet Federasyonu başkanı ile tanıştım. Bu arada Büyükelçimiz de benimle birlikte kendisi ile tanıştı. Bisiklet Federasyon Başkanı aynı zamanda devlet başkanının oğlu çıktı ve ülkedeki su işleri bakanlığında en yetkili kişilerden biriymiş. Bu vesile ile Büyükelçimiz Türkiye’nin yabancı ülkelerde gerçekleştirdiği su projelerinden bahsetti, aynı zamanda bende yolculuğum sırasında Türk firmalarının gerçekleştirdiği su kanalları projelerini kendilerine anlattım. Namibya’dan borularla su taşıma projeleri varmış. Bu arada adam devlet başkanının oğlu tabii, torpille el atmış oralara denilebilir. Hafta sonu Botsvana milli takımı ile birlikte antrenmana katıldık. 60 kilometrelik mesafeyi 27 kilometre ortalama ile birlikte aldık. Yani 55 yaşındayım aman bisiklete binemiyorum durumu hikaye. : ) Kendisi ile gelecekte birlikte proje yapmak için telefonlarımızı da birbirimize verdik.
Türkiye’nin bisiklet federasyonu başkanı 6 sene geçmesine rağmen bana bir mesaj atmamıştır. Ben kendilerine mesaj atmama rağmen, yaptıklarıma ve birlikte yapacaklarımıza da duyarsız kalmışlardır. Siz Türk halkı olarak izin verirseniz gelecekte sporcularımız için çok güzel fikirlerim var.
Başkentten ayrılıp yola çıktığım gün hangi sınır kapısından geçeceğime hala karar vermemiştim. Güney Afrika’ya geçmek için üç sınır kapısı vardı. Gittim en uzaktaki Mahikeng şehrine yakın olan sınır kapısını seçtim. Tahminimce sınırı kapısını az kullanan kişi vardır diyip onu seçmiştim ki gittiğimde sınırı geçmem 5dk mı almamıştı. Yolculuğa Güney Afrika’dan devam
Sesli Anlatım