Uzun bir tırmanıştan sonra sınır kapısına geldim ve binanın içine işlemler için girdiğimde önümde iki otobüs insan olduğunu gördüm. Klasik Şili ülkesinin sınır kapısı durumu. Daha önceki Şili yazılarımda da değindiğim gibi tek tek herkesin çantası aranıyor, x-ray’den geçiyor. Sıra bana gelince bisikletin üzerindeki çantaları çıkartıp cihaza koymam istendi. Üstünden çıkarması zor olan çantaları da boşaltıp içlerinde ne var ne yok gösterdim. Tam işlemler bitti toparlanıp gideceğim bir görevli yanıma gelip
– Bisikletinizin serisi numarası nerede yazmakta?
– Bu bisikletin bir seri numarası yok.
– Olması lazım her bisikletin vardır!
– Hayır, bunun yok.
– Evrakların üstüne bisiklet seri numarasını yazmamız lazım. Yoksa bisikletinizi geçiremeyiz.
– Sen benim pasaportuma bir baksana, ülkene kaç defa bisikletle girmişim? O yetmezse internet adresim ve sosyal medya sayfalarımla bu bisikletle birlikte ülkende çektiğim fotoğraflar bulunmakta! Bu da bisikletle ülkene son girişim olacak. Deniz kıyısına gidip oradan Peru’ya geçeceğim. Dediğim gibi bisikletin bir seri numarası yok. Bu bisiklet benim adıma üretilmiş özel bir bisiklet, pasaporttaki ad ile bisikletin üzerindeki ad aynıdır.
Bazen Güney Amerikalı’larda böyle basit konularda bir tıkanma oluyor, basiretleri bağlanıyor durduk yere. Sonrasında bütün işlemler yavaşlıyor veya anlamsızca işleri zora koşuyorlar, saçmalıyorlar. Olaya iki kadın görevli de müdahil olunca biri bana kaç gün kalacaksınız diye sordu; 2 hafta kalıp gideceğim dedim. Tamam deyip geçmeme izin verdiler.
4.666 metre yükseklikte yer alan bu sınır kapısından yavaş yavaş irtifa kaybederek aşağı doğru inmeye başladım. İnsan zirveye vardıktan ve öbür tarafa geçtikten sonra bazen hemen yokuş aşağı inmeye başlayacakmış gibi düşünüyor ama burası o yokuş aşağı inişin başlamadığı geçitlerden bir tanesi. Kıyıya nerden baksam 170 kilometreden fazla var. Haritada bir vadi içinden ineceğim de gözüküyor. Neyse bakalım gün bitmeden Putre kasabasına varabilecek miyim?
Şili’nin kuzeyini de gezeceğimi çok önceleri söylemiştim fakat neden gezmek istediğimi daha önce paylaşmamıştım!
Olayın ucu Eylül 2018 yılında Paskalya Adası’na yaptığım seyahate dayanıyor. Bu adayı nasıl gezdiğim, gözlemlerim şu sayfada yazar.(Paskalya adası yol anılarım ) Hatta o yazıyı okumadıysanız bu yazıya burada ara verip önce onu okumanızı tavsiye ediyorum çünkü bu yazı ile o yazı bağlantılı.
Adayı yürüyerek, bisikletle ve araba ile gezdiğimden bir çok Moai’yi yakından inceleme fırsatım olmuş, düşüncelerimi de o zaman aktarmıştım. Bu adada yer alan birkaç Moai diğerlerinden bazı sebeplerden dolayı farklıydı. Benimse bunlardan sadece biri ilgimi çok çekmişti. Daha doğrusu bir Ahu üzerinde yer alan 7 Moai desem daha doğru olacak. Adada yer alan Bir çok Moai ve ahu gibi bunlarda restorasyona uğramış.
Bu 7 tanesinin diğerlerinden farklı olmasının sebebi adanın iç tarafına bakmamaları ve adlarına da Ahu Akivi denmekte . Adanın batısında yer alıp yan yana duran bu Moai’ler yüzlerini batıya denize dönmüşler ve adada konumları göz önünde bulundurarak batı kıyısına yakın olup gene batı istikametine bakan tek Moai grubu veya diğer bir deyişle yüzleri denize dönük olan adadaki tek Moai grubu. Bölgedeki rehberlerden aldığım bilgiler ve bir çok tezden okuduğum kadarı ile bu heykellerin yüzünün batıya dönük olmasının sebebi olarak adaya gelen insanların batıdan geldiğine olan inanış belirtilmiş. Bu Moai’ler de yüzlerini ana yurda dönmüşler. Adadaki yerli halk zaten biz Polenezyalı’yız ve adaya gelen ilk kral batından geldi diyor. Bu anlatılanların Paskalya Adası ile yazdığım yazıda tamamen mitolojik olduğunu nedenleri ile birlikte detaylıca yazmıştım. Yani bu adaya gelenlerin nasıl geldikleri ile ilgili sadece tezler ve mitolojik hikayeler var.
Antik kentlere gittiğimde hep yaptığım şeydir. Güzel bir yere oturur bir süre etrafa bakar, sonra kulaklıklarımı takarım ve gözlerimi kapatır bu alanlarda özellikle dinlediğim müziklerden birini açıp geçmişe gitmeye çalışırım. O alanda insanların ne yaptığını nasıl yaşadığını neler olabileceğini hayal ederim. Sanki bir üçüncü gözüm varmış gibi o gözün bedenimden ayrıldığını hayal eder, bir drone gibi etrafta gezinip geçmişteki o insanlara, o alana yakın çekim uzak çekim yapıp aralarında gezerim.
Taşlara dokunur, etraftaki kokuları, bağrışmaları, kuşların sesini dinlediğim müzikle beraber harmanlayıp anı hissetmeye, yaşamaya çalışırım. Aynen bir masa başı Fantasy Role Playing oyununda olduğu gibi. Bir Dungeon Master olarak da o anki senaryoyu tüm okuduğum kitaplar ve hayat tecrübemle yazar, kendim oynarım. Yani kendi iç dünyamda anlık kısa metrajlı bir film çekerim demem daha doğru olacak. Üniversite yıllarında Fantasy Role Play oynamış kişiler, özellikle de benim oyun oynattığım bu yazıyı okuyan arkadaşlarım nasıl bir atmosfer içine kendimi soktuğumu daha iyi anlayacaklardır. Bunu da son 20 yıldır böyle alanlarda hep yaparım. Buradan üniversitedeki tüm dostlara da selam olsun.
Gene oturmuş bu şekilde gezinir ve hayal ederken yaklaşık 1 saat önce taşların Rona Raraku’da (Moai’lerin yapıldığı yer) gezdiğim bir taşın görüntüsü gözümün önüne geldi. O an tak diye gözlerim açıldı.
– Hey bu taşların arkasında petroglifler vardı. Acaba hepsinde mi var?
Oturduğum yerden kalkıp hemen bu Moai’lerin arkasına yürüdüm. Hum…. bunlarda yok. Ön tarafa geri yürüdüm. Restore edilmiş alanlar taşların en alt ön kısımları. O halde bu taşlar zaman içinde aşınmadan yüz üstü düşmüş. Sırtlarında petroglifler varsa bile yıllar içinde erozyona uğramış olmalılar. Civarda bulunan görevlinin yanına giderek:
– Pardon bu heykellerin arkasında petroglifler var mıydı?
– Evet, arkalarında petroglif varmış fakat yağmur, güneş, rüzgardan dolayı yıllar içinde yok olmuşlar.
Yüzümde ki tebessümle birlikte hemen Google haritayı açtım. Adanın şekline bakıyorum. Neden yüzlerini batıya dönsünler ki? Polonezya adalarında böyle bir taş işçilik yok, oraya yakın hiçbir ada topluluğunda yok. Avusturalya kıtasında, Japonya tarihinde böyle bir taş işçilik yok. Haritanın ekran görüntüsünü alıp tam ortadaki heykelin koordinatından sırtından bir düz çizgiyi adanın doğusuna çektim. VAYYYYYYYYYYYY. Len adanın tam ortasında? Adanın doğu cephesi haricinde hiçbir noktasında 90 derecelik bir açı ile bir kıyı şeridi yok. Fakat bu Moai’lerin sırtlarının dönük olduğu cephede bir tane var. Hemen araba ile batıdan adanın doğu cephesindeki Moai’leri görmeye gittim. Çektiğim çizginin o alandaki iki ahu’nun da tam ortasından geçtiğini fark ettim. Tesadüf olamaz sanırım bu.
Ahu Akivi Tanıtılırken adada kıyı şeridinde olup yüzünü denize dönmüş tek Moai grubu diye insanlara tanıtılır. Bana göre ise onlar yüzlerini denize değil sırtlarındaki petroglif yazıları ile ana karaya yani Güney Amerika’ya aslında mesaj gönderen tek Moai grubu. Doğu cephesinde yer alan Moai’lerin sırtları da denize dönüktü ama yaptığım araştırmaya göre hiçbir Moai’de petroglif bulunmuyormuş.
– Alo Enes Şensoy ne yapıyorsun?
– Ne yapım iş güç koşuşturuyoruz.
– Kolay gelsin Enesim. Senden bir şey rica edeceğim şu an biliyorsun adadayım. Bu adada Ahu Akivi taşları var, o taşlarım ortasından eğimini vererek bir çizgi atsan da ana karada tam olarak nereye geldiğini ve 100 km kare alanı şöyle bir göz ucunla tarasan ne var ne yok?
– Ne arıyoruz?
– Tarihi kalıntı eser, bu adadaki insanların tam olarak nerden geldikleri ile ilgili kendimce bir araştırma yapıyorum.
Aradan 1 saat kadar süre geçti. Enes çektiği çizginin 50 km aşağısı ile 50 km yukarısını araştırdı ve geri döndü.
– Gürkan o taşlar adayı tam ortadan ikiye bölmüş, üstelik senin de dediğin gibi hemen hemen adanın doğusundaki 90 derecelik açı ile duran düz alanın tam ortasından geçiyor. Dünyanın eğiminden dolayı geldiği nokta burası fakat yüzlerce yıl içinde eksen eğrisini tutturamayız üç aşağı beş yukarı istediğin aralık bu alanlar. Bu çizgilerin ulaştığı alan içinde Trapaca Giant adında bir yer var Şili’de gördün mü?
– O ne la?
– Bir bak istersen araştırdığım alan içinde burası var. Acayip bir şey.
– Hasiktir.. Nazca şekilleri gibi ama değil.
O kadar süredir Şili’de olmama rağmen kimse buradan bahsetmemişti. Hatta işin ilginç yanı Şili’li arkadaşlarıma burayı sorduğumda (ki bu insanlar eğitimli, belli bir gelir seviyesinde olup gezen de kişiler) hiç kimsenin bu alanı bilmemesi de şaşırtmıştı yuh….
– Bunun dışında bölgede yerleşim yeri olabilecek alanlar var fakat uydu görüntülerinden o kadar da net gözükmez. Gidip bakman lazım. Yakından baktık mı biliyorsun daha farklı fikir yürütüyoruz. Taşını bitkisini incelemen lazım alanın.
– Anlaşıldı ana karada çizginin ulaştığı yerde antik bir şehirleşme, belki de bir medeniyet varmış. Bu taşın ana karaya mesaj gönderdiğine inanıyorum. Bu Moai’ler sırtlarını ana karaya dönmüş belki küsmüşler bir tatsızlık olmuş veya ana karaya duydukları saygı özlem veya benzeri bir durumu anlatıyor olabilirler.
– Güzel düşünmüşün dediğin gibi olma ihtimali var. Araştırırken de sağa sola coğrafi koşullara bakındım keyif aldım. Bana böyle şeylerle gel. Ne bulacaksın bakalım.
– Bolivya’dan o istikamete doğru giderim. Sağ ol Enesim öpeyrum.
Evet, uzun sözün kısası tekrar Şili’nin kuzeyine gideceğim dememin hikayesi kısaca buydu ve sonrasında yaptığım araştırmalarda çok güzel bilgilere ulaştım. Bu sebeplerden dolayı tekrar Şili’de pedallamaya başladım. Fakat yukarıda Enes’in dediği Trapaca Giant’a doğru değil, çok daha önemli bir noktaya doğru pedallamaya karar verdim.
Sınırı geçtikten sonra karşılaştığım manzaralar ise hakikaten soluk kesiciydi. Volkan Parinacota 6.348 metrenin yanındaki 4.550 metrede yer alan Chungara Gölü’nün yanında öğlen yemeğini yiyip göldeki kuşları inceledim. Bu bölgede de volkanik taşlar olmasına rağmen bölge de geçmişte yaşayan insanlar Paskalya Adası’nda, Bolivya Tiwanaku veya İnkalar’da olduğu gibi taş işçiliği ile ilgilenmemişler.
Üst Taraf Peru da yer alan işçilik M.S 1300. Alt tarafta erezyona uğramış Paskalya adasındaki duvarlar M.S 1100 yıllarında yapılmış
ve son olarak da Bolivya da Tiwanaku da tapınak duvarı M.S 560. Taş işçiliğinin başlangıç noktası da zaten bu bölge.
Bu taş işçiliğinin Güney Amerikada ilk görüldüğü yer Tiwanaku imparatorluğu. İnka İmparatorluğu’ndan önceye dayanan bir tarih, onu da hatırlamakta fayda var. Acaba bu yükseklikte ve alanda İnka öncesi dönemde yaşayanlar yok? Tamam, belki tarım yapılamayabilir ama hayvancılık yapılırdı. Yol boyunca da hiçbir işaret görmedim. Fakat bazı alanlar Paskalya Adası’ndaki bir iki noktaya o kadar benziyordu ki “En azından buralarda bir şeyler olmalı yahu’’ demiş hiçbir yazıya denk gelememiştim.
Arica yolu
Paskalya Adası
Pasifik kıyısına doğru inmeye başladığım sırada tanıdık benzer manzaralar gözüme ilişmeye başladı. Her güzel manzara karşısında durmaktan yolu alamıyorum. Hep bir vay arkadaş bu nedir yahu be dedirtti yol. Putre şehrine yaklaşıncaya kadar sürekli 4.000-4.500 metre arasında yukarı çıkartıp indiren muazzam bir yol. 30 km kadar Altiplano’da rüzgara karşı pedallamak da ayrı bir delilik oluyor ama işte öyle bir yoldasın ki vazgeçmiyorsun. Bir Alman çift araçları ile yanımda durup
– Seni arabaya davet etmek isterdik bu rüzgarda ama burada bisiklete binecek kadar manyak olduğuna göre Putre’ye varacaksın. Akşam varacağından eminiz. Su-yemek-atıştırmalık ne istersen verebiliriz. Tebrik ediyoruz, muhteşem bir azim bu yolu tamamlamak.
– Çok teşekkür ederim belki Putre’de görüşürüz ve suyunuz varsa verirseniz sevinirim.
Not: Bir gün olurda yolda tur bisikletçisi görürseni mutlaka suyunuz varsa uzatın. Suyu olsa bile alacaktır.
Kaldıkları oteli söyleyip yollarına devam etmişlerdi. O kadar çok yoruldum ki eğer yol böyle inişler ve çıkışlarla devam edecekse imkan yok Putre’ye varamam. Rüzgardan çadırı koruyabileceğim iyi bir yer bulmam gerekiyor.
Güneşin battığı istikamete doğru giderken bir süre sonra artık yokuş aşağı doğru inmeye başladım. Garmin GPS’de yer alan topografik haritaya son bir kere daha baktım. Eğer en ufak bir tırmanış bile yoksa 1.500 metre sadece aşağı ineceksem, tamamdır Putre’ye varırım. Sonrasında da bisikleti saldım aşağıya. İnanılmaz bir vadinin içinde asfalt yolda ilerliyordum. Yola mı bakayım vadinin güzelliğine mi of nasıl bir duygu bu nasıl güzel. Kayalar üzerinde sanki önce heykeltraş çalışmış sonrasında ressam renklendirmiş çok güzel tarifi yok. Vadinin içinde belli bir hızda muhteşem S virajları iniyor, gün batımı ile birlikte doğanın rengi değişiyor inanılmaz bir görsel şölen var önümde. Bu öyle drone veya fotoğraf makinamla anı dondurup duygularımı anlatabileceğim bir yer değil. Bisikletimin üzerine kapanıp tek bir parça haline gelip sadece virajla da sağa ve sola yatıyor anın tadını çıkartarak aşağı doğru iniyorum. Doğa sen çok güzel yaa.
Yol üstünde soluklanmak için Şili devletinin milli parklar hakkında ufak bilgi veren kulübesini gördüm. Hatta bu kulübenin arkasına mı çadır kursam? Diyip yanı başında durdum. Eldivenleri ve bandanayı çıkartınca kulübenin içinden ses geldiğini fark ettim, bu saatte burada birinin olacağını düşünmemiştim. Kapıyı çaldım genç bir arkadaş çıktı.
– Merhaba.
– Merhaba.
– Kusura bakma rahatsız ediyorum fakat bir şey soracağım; akşam bu kulübenin arkasına çadır atmamda bir sakınca var mı? Hakikaten çok yoruldum.
– Hayır yok fakat Putre çok yakında ve sadece yokuş aşağı ineceksin, orada senin gibi bisikletle Güney Amerika’yı gezen bir arkadaşın hosteli var, oraya gidebilirsin indirim de yapacaktır.
– İşte bu çok güzel bir haber çok teşekkür ederim. Bölge ile ilgili bir iki sorum daha olacak. Aşağı taraflarda İnka öncesi toplumların yaşadığını biliyorum fakat bu alanlarda yaşayan birileri yok muymuş geçmişte, bazı alanlar Paskalya Adası’ndaki yaşam alanlarına çok benziyordu, birilerinin yerleşik olarak yaşamış olmaları gerekiyor fakat hiç levha koyulmamış.
– Arkeolog musun?
– Hayır değilim sadece bisikletle gezen biriyim. Neden sordun?
– Dediğin doğru. Bu bölgelerde İnka öncesi dönemlerde yaşam, hatta birçok kalıntı da bulundu, bunların hepsini Arica’da müzede görebilirsin. Üniversiteden bir iki hocamız Paskalya Adası ile burası arasında bir bağ olma olasılığı olduğunu düşünüyorlar fakat kimsenin elinde bu konu ile ilgili bir tez yok şimdilik. Siz neden böyle bir düşünceye kapıldınız?
– Bazı ufak detaylar buldum hepsi o kadar, önemsiz bir durum.
Paskalya Adası’na uçakla gidip konaklamak, araştırma yapmak günümüzde oldukça maliyetli bir durum. Şilili öğretim görevlilerinin bile gidip orada günlerce zaman geçirmesi, konaklaması ciddi paralar. Ana kara ile bu ada arasında bir bağlantı bulma olasılıkları yüksek olmasına rağmen bu ekonomik durumlar hep etken oluyor. Benim için de oranın bütçelendirmesini yapmak zordu.
Madem Putre’ye bu kadar yakınım yola devam. Fakat bu yolu benden sonra yapacak bisikletli ve motosikletli arkadaşlara yolu; özellikle Putre’ye kalan son 15 kilometreyi gündüz yapmalarını tavsiye ederim. Efsane ötesi bir yokuş aşağı inişi ve vadi manzarası var. Hava karardığından dolayı bu muhteşem görsel manzarayı o kadar iyi göremedim.
Putre kasabası vadinin ortasında yer alan küçük, oldukça düzenli bir kasaba. Belki de Bolivya’dan çıktığımdan dolayı bana oldukça düzenli ve temiz geldi ona pek karar veremedim.
Hemen yanı başında İnka ve İnka öncesi döneme ait dağ yollarının olduğu, oldukça sakin ve bir o kadar da yabancılar tarafından popüler bir kasaba. Özellikle doğa yürüyüşü sevenlerin uğrak noktası olduğunu kaldığım Pachamama Hostel’inde öğrendim. Gene bu hostelde uzun süredir bisikletle Güney Amerika’da parça parça gezen Arjantin Buenos Aires’den Santiago adında bir arkadaşla ile de tanıştım. O da Peru’dan geliyormuş. Geldiği karlı yolların fotoğraflarını, yolun zorluğunu hosteldeki hepimize anlatıyordu. Fotoğraflara bakarken anılar arasında kaybolup gitmiştim. Sessizce konuşmaları dinledim. Herkesin neler yaptığını, hayat serüvenlerine kulak kabarttım. Sonra da odama gidip uyudum. Ha bu arada evet gece karanlığında buraya varmıştım fakat sıcak duş, güzel yemek, gezginlerle sohbet, iyi bir oda fiyatı ve sıcak bir yatak o kadar iyi oldu ki. Bozuk matımda günlerdir yerin sertliğini hissetmekten belim boynum iyi değildi.
Ertesi gün deniz kıyısına kadar yokuş aşağı sürerim diyordum gene öyle olmadı. 3.500’den 4.100 metreye atıp ondan sonra aşağı indirmeye başladı. Yol aldıkça vadinin görüntüsü, şekli, bitki örtüsü o kadar kısa sürede öyle bir çeşitlilik gösteriyordu ki hayret etmemek mümkün değil. Putre’de zirvelerde gözüken karlardan, yeşil alanlardan, kayalıklar arasından çıkmış mor çiçeklerden bir anda çöl ortamına girdim.
Sonra bu çölün ortasında alüvyonlardan oluşmuş kilometrelerce uzunlukla vaha gibi bir görüntü ortaya çıkmış. Sağlı sollu büyük Dune denilen kum tepelerinin ortasında inanılmaz büyüklükte bir tarım arazisi vardı. Bu alan içinde, zeytin, muz, portakal, mandilana ağaçlarını, çeşitli sebzeleri gördüm. Mandalinanın tadı hakikaten güzeldi.
Sonra karşıma İnka dönemi öncesine ait sembollerin olduğu bir görsel çıktı ve bu alan içinde geçmişte insanların günümüzde olduğu gibi tarım yaptığını anlatan yazılar, bilgiler okudum. Hah yavaş yavaş bilgiler ortaya çıkmaya başlıyordu. Bu günde Arica şehrine varamadım ve küçük bir köyde kilisenin arka bahçesinde izin alıp çadırımı kurdum. Bu da bozuk matımla yattığım son gün olacak.
Arica’da bir hostelde veya internet üzerinden bulduğum birinin evinde kalmayacağım. Şili Valpareso’daki arkadaşım Vicky’nin eski kocasının ailesinin evinde kalacağım. Karışık bir durum ama Şili’de misafir olduğum en tatlı çiftin eviydi. Luis ve Euguina beni o kadar güzel ağırladılar ki offf. Yemekler, şehir gezisi, müze gezisi, her şey dört dörtlüktü. Bir önceki Bolivya yazımda Santiago’ya bozulan matımın yenisini almak için geri dönmem gerektiğini söylemiştim, bu süre zarfında bisikletim bu güzel çiftin evinde kalacaktı.
Arica şehrinin plajı oldukça şaşırttı. Şili sahil şeridinde Akdeniz sahillerine benzeyen bir yer görmeyi ummuyordum. Bu şehirde diğer Şili şehirlerinde olduğu gibi geniş bir bisiklet yolu ağı yok. Hatta oldukça az. Şehirde yüksek yapı görmek hemen hemen imkansız. Şehre sabah saatlerinde girdim. Sahil şeridinden merkeze doğru ilerliyorum. Bir anda telefonum çalmaya başladı. Telefonumun zilinin çalması imkansız çünkü telefonum her daim sessizdedir. Ne oluyor deyip telefonu elime bir aldım. Telefonun ekranında tsunami alarmı yazıyor. Haydaaaaaa… Durdum gözlükleri çıkardım bir daha okuyorum. Bu sırada şehrin sirenleri çalmaya başladı. Ulan tsunamiye denk geldim derken tekrar mesajı dikkatli okuyunca bir test, deneme mesajı olduğunu, olası bir tsunami felaketi için şehir genelinde hazırlık yapıldığını okudum. Bir an dedim şansıma tüküreyim şehre girdik tsunami vuracak. Neyse ki her şey yolunda. Benzer olayları Japonya’da da yaşamıştım.
Luis evlerinde kaldığım ikinci gün biraz şehir merkezinin uzağında yer alan ve gidip görmeyi çok istediğim müzeye götürdü. Bu müzenin özelliğini şöyle anlatayım: Şili’nin kuzeyine gelmeme vesile olan ve bu yolu seçmemi sağlan şey bu müzedeydi.
Tarapaca Üniversitesi Chinchorro mumyaları müzesi. Mumyalama teknikleri, mumyalar dediğimizde hep aklımıza Mısır medeniyeti gelir. Karbon testleri sonucunda da Mısır medeniyetindeki en eski mumyaların M.Ö 2.000-2.500 yılları arasında olduğu gözükmekte. Mısır’da insanların yaptığı mumyalama şekline de yapay mumyalama diyoruz. Doğada kendiliğinden oluşan mumyalamayı hem Mısır’da hem de Güney Amerika’da (doğa koşullarından dolayı) görmek mümkün. Mısır’daki yapay mumyalar M.Ö 2.000-2.500’de yapılmışken, Güney Amerika Şili Arica’da ki Chinchorro mumyalarının yapım yılı M.Ö 7.020 ila M.Ö 2.000’ler arası. Evet M.Ö 7.020.
Yahu unut yani bizim bildiğimiz mumyalama tekniklerini. En eski mumyasının adı Acha çocuğu. Mesela Mısır’daki mumyalama tekniklerinde iç organların dışarı çıkarıldığını biliyordum. Burada da benzer bir durum var. (yani yapay mumlama dediğimiz durum) Fakat iç organlar çıkarıldıktan sonra bedenin içine bazı bitkiler, özel bir çamur karışımı, bazı hayvanların yünlerini falan koyuyorlarmış. Ekvador ve Peru’da M.Ö 1.800 yıllara ait mumyalama teknikleri ise buradaki tekniklerin yıllar içinde geliştirilmiş, daha farklı bir boyutu olduğu da kanıtlanmış. Yani mumyalama tekniğinin Güney Amerika’da başladığı nokta burası olarak gözüküyor.
Bu müzede yaklaşık olarak aynı tarihlerde mumyalanmış tam 282 adet mumya var. Bazıları sergileniyor, bazılarının üzerinde hala çalışmalar devam ediyor. Mumyaların büyük bir çoğunluğu çocuklara ait. Arkeologların bu mumyaları buldukları noktalar da Ant Dağları’nın en yüksek zirveleri ve bu zirvelerin çevreleri. Özellikle de bu geldiğim yoldaki aktif veya sönmüş yanardağların çevreleri. Hani dağlarda İnka yolları var demiştim ya, hah o dağların başındaki bazı İnka yolları aslında İnkaların da atası olan bu insanların binlerce yıl önce tanrılara kurban ettikleri çocukları dağlara çıkarken kullandıkları yollar. Geçmişte yaşanılan bu süreci önümüzdeki Peru yazımda anlatmaya devam edeceğim, bu yazının konusu başka.
Müzedeki yetkiliye bu insanların Paskalya Adası’nda yıllar önce yaşamış insanlarla bir alakaları olup olamayacağını sordum. Çünkü özellikle de bu müzedeki bilgiler ışığında İnka öncesi bu dönemde kıyı şeridinde yaşayan bu insanların balıkçılık konusunda ve dönemin koşullarına göre tekne yapımı konusunda oldukça iyi olduklarını öğrendim. Hem vadi de hem de deniz kıyısında taşlardan ve sazlardan yaptıkları barakaların görselleri de mevcut. Bu barakalar az çok Paskalya Adası’ndaki barakalara da benziyor. Müze yetkilisi direkt “Hayır böyle bir bağlantı daha önce kurmadık. Elimizde bunla ilgili bir kanıt yok” dedi.
Benim de elimde elde tutulur bir kanıt yok. Fakat yazının en başında da anlattığım gibi Ahu Akivi taşlarının sırtlarındaki yazılar tam olarak bu bölgeye denk geliyor. Yoksa benim daha önce bu mumyalardan haberim yoktu. Enes ile birlikte yaptığımız çalışma ve sonrasında bölgede yaptığım araştırmalar ve okumalar sonucunda bu alana geldim. Peki, Paskalya Adası’nda mumya bulunmuş mu? Hayır, bulunmamış. Kıyıdaki topluluğun ana karadaki bölgede bıraktığı antik bir kent veya benzeri yapılar var mı? (M.Ö 7.000’den bahsediyorum) Yok, olması da biraz zor. Çünkü bölge daha çok kumluk bir toprak yapıya sahip. Zaten Paskalya Adası’ndaki taşlar milattan sonraki yıllarda oyulmuş. Arada aşağı yukarı 8.000 yıllık bir süreç var. Yıllar içinde bu toplumların birbiri ile kaynaşmasından sonra kıyı şeridindeki halk balıkçılığı, tekne yapımını, denizde yol almasını, dağlarda yaşayan halklara öğretti, dağlardaki halk da taş işçliği, çiftçiliği ve hayvancılığı kıyı şeridindeki halka öğretti. M.Ö’ki yıllarda adaya ilk çıkan insanların bu şekilde bir taş işçiliğinden haberleri yoktu. Öte yandan adada mumya bulunmamasının sebebi de bu topluluklar tanrılara adadıkları insanların ruhlarından ya korkuyorlar veya saygı duyuyorlardı ve yakınlarında olmak istemiyorlardı. Ada zaten küçük ve adada geçmiş yıllara ait toplu bir mezarlık bulunmaması da ayrı bir detay. Ada’da tek bir yanardağ var o da yerleşim yerlerine çok yakın. Büyük ihtimal ruhlarla iç içe olmak istemeyen adanın ilk sakinleri ölüleri ve tanrılara adadıkları çocukların bedenleri için başka bir çözüm buldular (yamyamlık değil, ki ada ile ile ilgili yazılan çizilen bir çok şey yamyamlık üzerine. böyle bir kanıt yok sadece uydurma). M.S yıllarda dağlardan kıyı şeridine inen topluluklar denizciliği kıyı şeridindeki bu insanlardan öğrenip kendi bilgi birikim ve tecrübeleri ile de adaya vardıklarında bu heykelleri ve taş işçiliğini yaptılar. Zaten o dönemlerde de mumyalama teknikleri değişmiş veya tanrıya adanan adak ritüellerinde de değişiklik olmuştu.
Paskalya Adası yazımda dediğim gibi; yazılarımda bilimsel bir araştırma yapmıyor, yaşadığım ve düşündüklerimi yılların bana kattıkları bilgi ve birikimimle harmanlayıp kısmen sizlerle paylaşıyorum. Bu ada halkı ile ilgili sadece tezler var kendi düşüncelerim de bu şekilde; ada halkı tam olarak bu coğrafya üzerinde yukarıdan Bolivya sınırları içinde yer alan Tiwanaku dan M.S 900 yıllarda kıyılara inip, bölge halkı ile kaynaşıp, bilgi birikim kültür paylaşımı da yaptıktan sonra belli aralıklarla adaya seyahat etmiş ve orada da M.S 1.000 yıllarında taşları yapmışlardır. Bu da benim düşüncem.
Arica’da bisikleti bırakıp Şili’nin başkenti Santiago’ya geri uçtum. Daha önce de dediğim gibi bozulan matımın yenisini firmanın Güney Amerika’da bana en yakın olan bayiisinden almaya gittim.
– Ya şu ürün için 2.000 km yukarıdan beni buraya getirttiniz, yolculuğumun bir kısmını yerde geçirdim. Neden bana göndermediniz veya burada arkadaşıma vermediniz o bana gönderecekti.
– Gürkan Bey sizin imzanız gerekiyordu ve eski ürünü de almak zorundaydık.
– Eski ürünü arkadaşıma gönderirdim o size verirdi.
– Ama ürünü o zaman onun adına isteseydiniz. Siz kendi adınıza istediniz.
– İyi tamam hata bende haklısınız.
Yani konuşup daha fazla uzatmaya gerek yoktu. Hazır gelmişken yaklaşık 10 gün kadar Santiago’da kalıp arkadaşlarımla görüşüp sonrasında tekrar Arica’ya döndüm. Döndükten 1 gün sonra Luis ve Eugiana’ya da teşekkür edip tekrar yola çıktım. Peru sınır kapısı Arica şehrine çok yakındı. Öğlen yola çıkıp 1 saat içinde sınır kapısına vardım. Evet bisikletle dünya turumun 48. ülkesi olan Peru’da yolculuğa devam.