Şili sınır kapısından geçmeden, direkt Peru sınır kapısına geldim. Yani iki ülke arasındaki sınırda tek bir yapı var. Bu tek binanın olma durumu 2017-2018 yılları arasında Şili, Arjantin, Peru, Bolivya sınır kapılarında yapılan bir yenileme çalışması. Önümüzdeki yıllarda bütün sınır kapılarını bu şekle döndürüp iş gücünden tasarruf edecekler. Her iki ülkenin işlemi de bu sınır kapılarında yapılıyor. Peru’ya giriş tarafına Perulular, Şili’ye giriş tarafına Şilililer bakıyor. Sınır kapısı kalabalık. Şili-Peru arasındaki diğer sınır kapısı bir önceki yazımda geçtiğim Putre şehrinin yakınlarında bir yerde. Fakat o sınır kapısı çok yükseklerde olduğundan ve yolu da asfalt olmadığından motorlu taşıt kullanan herkes Peru geçişlerinde sahil şeridindeki Arica sınır kapısını tercih ediyor.
Bisikleti de binanın içine sokarak sıraya girdim. Uzun bekleyiş sonunda sıra bana geldi. Peru ile Türkiye arasındaki anlaşma 90 gün, vize almadan ülke içinde 90 gün gezebilirim. Sonrasına ülke içindeyken ekstra 90 gün için ödeme yaparak uzatabilirim. Gümrük Memuru 60 yaşlarında bir kadındı.
Pasaportumu aldı. Öyle bir tonla:
- Aaaaaa sen Türksün?
“He Laaa Türküm!” diyesim geldi.
- Evet Türküm.
- Dizilerinizi çoooooooooook seviyorum, çok güzeller. Muhteşem Yüzyıl, Cesur ve Güzel, Aşk-ı Memnu… (ve adını bilmediğim bir dolu dizi daha söyledi.)
- Evet dizilerimiz çok güzel, sağ olun teşekkürler.
- Kaç gün kalmayı düşünüyorsun ülkede?
- Ben bisikletle tüm ülkeyi gezmek istiyorum. Bu yüzden en yüksek süre neyse onu almak isterim.
- Tamam, o halde sana 183 gün veriyorum.
183 gün mü!
Öyle bir süre mi var?
Öyle bir süre varsa, ben niye daha önce birilerinin girişte aldığını duymadım?
O nasıl iş la! Şu zamana kadar 60 ülke gezmişimdir, kimse bana böyle bir vize vermedi. 183 gün ne ya hahah. Sadece damgayı vurdu, üzerine de yazdı “183 gün izni var.” diye. Sonrasında kabinden dışarı çıkıp bana sarılıp uğurladı. Aslında yaşanılan olay bayağı bildiğin filmlik bir durum. Olacak iş değil arkadaş. Şu Türk bayrağı ve Türk olmam Güney Amerika’da ne ilginç anılar biriktirdi. J
Sınırı geçtikten sonra pedallamayı düşünmüyordum. Önümde Tacna şehri var ve oraya gündüz girmem daha iyi olacak. Şimdi günü yarıladım, gideceğim akşam olacak. Konaklamaya boş yere para vereceğim.
Sınırın yanında bir yerde, kalacak yer bulayım. Sabaha şehre geçerim.
Tam bir iki pedal çevirmiştim ki hemen sol tarafta ufak büfeler çıktı. Birinin sahibine sordum, mekanın arka tarafında kamp atıp atamayacağımı. Ve izin verdi. Sınır geçişi belli bir saatten sonra kapandı. Çadırımı kurdum yemeğimi yaptım ve hava karardı. Sonrasında da, uyumadan biraz elektronik kitap okuyup bayılmışım. Gecenin ilerleyen dakikalarında bir horlama sesiyle uyandım.
- O ne lan! Kim nerde horluyor ?
Çadırı bir açtım ki 3 metre yanıma bir araba park etmiş, amca pencereyi de açmış. Penceresi açık, öyle derin horluyor ki anlatamam. Çıkarttım goproyu, çadırın içinden amcanın sesini çekiyorum. Yuh be kardeşim! Koskoca Panamerica yolunda benim çadırın yanını mı buldun, park edip horlayacak noktayı amcaa. Kulak tıkaçlarımı takıp uyumaya devam.
(Dikkat Uzaya Doğru çıkar)
Ertesi gün, Peru’daki ilk şehrime Tacna’ya vardım. Tarih 16 Mayıs 2019, bankamda 400.-TL para kalmış, cepte de 100.-TL para var. Neden, ne alaka ?
Bir önceki yazımda, uçakla şişme matı almaya Santiago’ya gittiğimi söylemiştim.
9 yıldır kullandığım ocak bozulunca ve yenisini almak zorunda kalınca, 350$ ve başka harcamalar da yapınca o ayki para da bitti. Bu arada, yolda Tacna’ya doğru giderken de bisikletin ön maşa rulmanları dağıldı mı! Al başına belayı. Ben şimdi Tacna’da nerden bulacağım bisikletçi? Bazen her şey üst üste geliyor, şaşırıyorum. Nasıl oluyor da böyle hepsi üst üste denk gelmeyi başarıyor…
Şehre girdim merkeze doğru ilerliyorum, grev var. Her yer kapalı, meydan insan dolu. Neler oluyor diye bir iki kişiye sordum. Şehirde uzun zamandır su kesintisi varmış ve bu su kesintilerinin üzerine, hükümet su faturalarına zam yapmış. Haliyle de vatandaş ayaklanmış. “Lan zaten su yok, göt herifler neyine zam yaptınız!” diyerekten, çoluk çocuk herkes sokaklara çıkmış. Hah! Ben de tam bu karmaşanın içine girdim. Girmek zorundaydım; çünkü bankalar bu karmaşanın içinde yer alıyordu. Bir BBVA bankası gördüm, kardeş insan BBVA bankası görünce “Aa Garanti BBVA”, ”Bizde de kartı var. Hani, belki komisyon almazlar falan”, dedik ama hiç acımıyor arkadaş bankalar. Haşırt diye aldı 50.-TL. komisyonu. Yahu yıllardır dünyayı geziyorum, şu Garanti Bankası’na o kadar mesaj attım, arkadaş kartınızı kullanıyorum biriniz ulaşın bana konuşalım yahu. “EFENDİM BİZ GARANTİ OLARAK TÜRKİYE’NİN SPORCULARINA YILLARDIR DESTEK OLUYORUZ VE DESTEK OLDUĞUMUZ PROJELELERİN SÜREKLİLİĞİ İÇİN DAHA FAZLASINI YAPAMIYORUZ”, gibi bir mesaj atıyorlar. 2011’de de bana aynı mesajı atmışlardı, 2019’da da aynı mesajı attılar. PESS la pes. Lan olum kredi kartımdan komisyon almayın, havale ücreti almayın, hesap işletim ücreti, almayın diyeceğim arkadaş. Bir fırsat verip de beni dinlemediniz ya, helal olsun. Sizin finansal sponsorluğunuzu istemiyorum da! İstediğim işlemler sizi zarara veya anormal bir bütçe kaybına sokacakta değil. Ama yok işte. Ne yaptıysam insanca konuşacak, mevzuyu anlatacak muhattap bulamadım.
Bisikleti bankanın önüne park ettim, tam içeri gireceğim. Yanıma atletik bir herif gelip İngilizce:
– Bisikleti kitledin mi? Burası güvenli bir şehir değil, gözün üzerinde olsun. Hatta ben bekliyorum sen git işlemlerini yap.
– Kitledim ve çok teşekkürler hemen geleceğim.
Benle konuşan arkadaş, Tacna’da yaşayan Orlando. Peru devlet demiryollarında mühendis. Aynı zamanda dağ bisikleti yarışçısı ve kızı ile ülkedeki birçok noktada dağ bisikleti sürmüş ve yarışlara katılmışlar. Banka sonrasında, bana ülkedeki telefon hattımı almamda yardımcı oldu. Sonra da evine gidip bisikletini aldık ve beni Tacna’daki dağ bisikleti için parçalar bulabileceğim bir bisikletçiye götürdü. Nasıl yani, bu bu ekipmanları bulabileceğim bisikletçi var mı? Arkadaşı evinin garajına bisiklet malzemelerini doldurmuş. Üstelik, öyle kötü malzemeler de değil. En iyi kalitede süper. Ne bankamda, ne de cebimde malzemeleri yenileyecek bütçem var. Önce alacağım ürünlerin fiyatlarını çıkardık, sonrasında adama dedim ki “Bisikleti sana bırakayım, sen eşyaları takmaya başla. Parasını bisikleti almaya geldiğimde veririm.” Zincir, arka kaset, ön boğaz rulmanları, yağ, fren vites telleri değişecek. Pedal bulsam pedal da alacaktım fakat yoktu. Orlando, gene sağolsun şehirde ucuz bir hostel gösterdi. Telefon numarasını da verdi ve bölgede, civarda herhangi bir desteğe ihtiyacım olursa ne zaman istersem arayabileceğimi de söyledi, süper!
Hostele geçtiğimde hiç zaman kaybetmeden listeyi Türkiye’de Kron Bisiklet’e gönderdim. Kron Bisiklet’te, ertesi gün hesabıma alacağım malzemelerin ücretini çıkardı. Gelen parayı bankadan çekip bisikletçiye gittim ve birçok noktası yenilenmiş şekilde bisikletimi aldım.
Birkaç gün Tacna’da kaldıktan sonra Moquegua’ya doğru devam. Haritadan gördüğüm kadarı ile vadinin arasında kalmış bir şehir. Şehre gelmeden önce, Pisco üretiminde kullanılan üzümlerin bağlarından geçiyorum.
“Pisco nedür?” Pisco, 8 değişik üzümün karışımında fermete edilip ortaya çıkan Güney Amerika içkisidir. Peru ve Şili arasında bunun bir kavgası olduğu söylense de, bu olay sadece turistler arasında konuşulan bir mittir. Şili’de “Pisco nerenin içkisidir?”, diye bir Şilili vatandaşa sorun. Direkt olarak, “Peru’nun içkisi” der. Demeyen de pisliğine demiyordur. Hepsi de bal gibi biliyor, nerenin içkisi. Şili’nin tamamını, Güneyden kuzeye gezmiş biri olarak bir tane Şilili insan evladı demedi ki “Bu bizim yerel içkimizdir”. Kim götünden uydurduysa, böyle salak saçma bir dedikodu yayılmış. “Pisco, bir Peru likörüdür.” Fakat bu likörün üretimi Şili’de de yapılıyor. Hatta şunu söyleyeyim, Peru’nun likörü olmasına rağmen yüzün üzerinde kokteylinin yapıldığı, pazarlamasının ve reklamının daha iyi yapıldığı, yurt dışı ihraçat rakamlarının daha yüksek olduğu ülke de Şili’dir. Maalesef Peru değildir. İki ülke arasındaki ekonomik uçurum bu ürünün üzerinden bile ortaya çıkartılabilir. Eski bir bar sahibi ve kendi barında günlerce, haftalarca farklı kokteyller hazırlamayı seven biri olarak tabi ki de bu likörün farklı kokteyllerini yolculuğum boyunca hem Peru’da, hem de Şili’de denedim. Şili’de kokteyllerde genellikle şeker oranı fazla, sadece Pisco kokteyllerine özgü bir durum değil. Adamlar şeker tüketimini seviyor. Alkol oranı yüksek bu sert likörün içimi şekerle karışınca tabi ki biraz yumuşuyor fakat şekerin karışımı ile de adamı çarpması hızlanıyor ve ertesi gün bazı insanlarda baş ağrısı yaptığını söyleyebilirim. Kendi barımda hazırladığım bazı kokteyllerde şeker karışımını kısınca veya tamamen kaldırıp yerine başka bir şey kullanınca bu baş ağrısı durumu da kalktı. Peru’daki Pisco likör kokteylleri ise çok daha sert, bazı barlarda dikkat ettim, direkt şeker kamışı suyundan elde edilmiş şeker özünü kullanıp kokteyli hazırlıyorlar. Baş ağrısı falan da yapmıyor. Hatta Şilili arkadaşlar bile Peru’da içtiklerini daha sert ve güzel bulurlar. Pisco ile ilgili çok şey anlatılır da, benim dikkatimi çeken başka bir konu var. Şimdi, bu her iki ülkede yapılan bir likör dedim ve bu likörün üzümlerden üretildiğini de söyledim. Üretim alanlarında Peru’da olup, Şili’de olmayan bir sinek türü var. 60 ülke gezmiş biri olarak, bu sinek türü ile ilk defa karşılaştığım yer de Peru oldu. Yolculuğumda birçok farklı örümcek tarafından ısırılmış, Siyah akrep tarafından sokulmuş, 60 ila 100 arasında farklı cinslerde sivrisinek tarafından sokulmuş, malarya olmuş bir insan evladı olarak, bu Peru’daki türle ilk defa karşılaşıyorum. Yeni Zellanda, Avusturalya, Endonezya, Malezya ve Güney Amerika’da Peru, Kolombiya ülkelerinde belli alanlarda hüküm süren bir canlı. Sivrisinekten farklı olarak iğnesini deriye batırmıyor (zaten iğnesi yok). Hayvanı cildim üzerinde inceledim. Deriyi ısırıyor, ısırdığı yerden kanı sivrisinek gibi arkadaki kesesinde depoluyor. Görünümü daha çok karasineğin yavrusuna benziyor. Gün ışığı ile bir sıkıntısı yok. Geceyi ve gölgelik yerleri sevmiyor, terli ve kokan vücuda bayılıyor. Bisiklette pedallamayı bırakıp durduğum anlarda yaklaşık 2 dk içinde etrafımı sarıyorlar. Isırdıktan 9 saniye sonra fark edebiliyorum. Hayvanı öldürdüğümde veya iteklediğimde, deriyi ısırdığı yerden sivrisineğe oranla daha fazla kan çıkıyor. Öyle bir şişiklik falan olmuyor. Sadece ısırdığı yeri görüyorsun. Amma velakin aradan bir gün geçiyor kaşınmaya başlıyor, 2-3 derken 10 gün boyunca inanılmaz bir kaşınma. Sivrisineğin kaşıntısı falan hikaye, böylesini görmedim. Yaklaşık 20 tanesi bacağımı işte bu bölgede ilk defa ısırmıştı. Böyle bir ızdırap verici süreç hiç yaşamamıştım. Böyle durumlarda genellikle kendi tükürüğümü kaşınan ısırılmış bölgelere süren biriyimdir. Baktım ki bu sineklerle baş etmek zor, uzun aradan sonra ilk defa sıcak bir alanda pantolon kullanmaya başladım. 0 metre ile 2000 metre arasında yaşayan bir böcek ve Peru’da özellikle çöl kumu ile alüvyonların birleştiği alanlarda üzüm üretilen tarım arazilerinde görülen bir canlı. Aynı koşullara ve tarımsal üretime sahip Şili ve Güney Afrika’da bu sineğe rastlamamıştım. Orta Afrika’da benzeri vardı, aynı boyutlarda fakat onlar da insanlara değil hayvanlara saldırıyordu. Önümüzdeki yıllarda, diğer ülkelerde bu hayvanı gördüğüm yerlerde incelemeye devam edeceğim. Peru ve Kolombiya’da özellikle büyükşehirler dışında seyahat edilecekse sivrisinek ilacı taşımakta fayda var. Sivrisinek ilacına bu canlılar da yaklaşmıyor.
Moquegua’ya girmeden önce şehrin hemen çıkışında bir benzin istasyonunda kalıp şehre öyle girdim. Şehirde kalmayı düşünmüyorum. Şehir meydanından geçip yoluma devam edeceğim. Şehir meydanına bisikletle vardığımda dikkatimi çeken ilk şey, polislerin kafalarındaki kasketler oldu. Bu, İngiltere’nin Hindistan’da hüküm sürdüğü dönemlerde şehir içlerinde askerlere taktırdığı silindir şapkalar var ya, aha onlardan takıyorlardı. Hayda ne alaka lan? Yahu, tamam İngiltere’nin el atmağı diyar yok da, bu durum da şaşırttı.
Ayrıca bu nasıl bir meydan böyle, ne kadar güzel evler var meydanın çevresinde. İlginç, hiç böyle bir yer beklemiyordum. Bir banka oturup telefonumu elime alıp şehir hakkında internetten tarihi ile ilgili bilgiler okumaya başladım. Yani belliydi zaten anormal şeyler öğreneceğim bölge ile ilgili.
Şehrin bulunduğu alanda yapılan arkeolojik kazılarda M.Ö. 3.500 yılına kadar gidilmiş. Bu şehir ve çevresi İnka dönemi öncesinde Wari İmparatorluğu’nun yaşadığı yer. Bölgede Quechua, Aymara, Puquina dillerinin konuşulduğunu da öğrendim. Ya, bu Quechua dili ile ilgili enteresan bir olay fark ettim. Özellikle Peru ve Bolivya’da konuşulan bir yerel dil ama bizlerle alakalı bir durum var, ucu bir şekilde Türklere dayanıyor, (hahah şaka la şaka). İnka İmparatorluğu’nun yıkılışından sonra, 1.538’de İspanyollar bu şehri ve bölgeyi de ele geçiriyorlar. Ele geçirdikleri gibi de hemen bölgeye kiliselerini inşa ediyorlar. Verimli topraklarından dolayı bu bölgede hiç savaşlar durmamış. Savaşın olmadığı dönemlerde de büyük depremler atlatmış bir bölge. Çok değerli tarım arazileri olunca İsponyolların aristokrat kesimi bölgeye yerleşmiş ve bölgenin kalkınıp gelişmesine çok büyük oranda destek olmuşlar. Ama işte bu depremlerdi, iç isyanlardı derken günümüze pek bir şey kalmamış. Hatta İspanyollar’a karşı kendi cumhuriyetleri için ayaklanan ülkenin en önemli meydan muharabelerinden biri de gene bu bölgede olmuş. Yani bu da gayet normal bir durum çünkü ülkenin en zengin tarım topraklarının bulunduğu bir diyardan bahsediyoruz. 19. yüzyılda Şili’nin egemenliğine giren şehir, 20. yüzyılda Pasifik Savaşı ile birlikte Şili’nin elinden çıkmış. Kıran kırana her dönemde, uygarlıkta uğruna savaşlar verilmiş bir bölge.
Bunlardan bir tanesi de Wari İmparatorluğu ile İnka İmparatorluğu arasında geçmiş. O savaştan bir kesit anlatmadan önce şunu da söylemekte fayda var. Buna da çok şaşırdım. 1.880-1.900 yılları arasında Güney Amerika‘da çeşitli ülkelerde yapılar yapan Gustave Eifell (he la, Fransa’nın Paris Eyfel kulesine kendi adını veren mühendis ve Amerika’daki Özgürlük Anıtı’nın Amerika’ya gönderilmesinde emekleri olan arkadaş) Peru’nun güneyinde bulunan Moquegua şehir meydanını tasarlayan mühendistir. Dediğim gibi, bölge savaşlardan ve depremlerden dolayı sağlam hasar almış. Geriye de pek bir şey kalmamış. Ama kalan da benim gibi adama “Lan, bu şehirde bir farklılık var!” dedirtip, oturtup araştırtıyor işte.
Şehrin girişinde de, çıkışında da, hatta sonraki 2 gün boyunca da gözden kaybolmayan bir alan daha var. İlk başta şehre girerken pek ilgimi çekmemişti fakat bisikletle tırmanışa geçip yanına yaklaşınca “Ne enteresan bir kaya parçasırdır bu arkadaş” dedirten, bisikleti yol kenarına çekip öğlen yemeği molası vermeme sebep olan yerin adı da Baul Dağı veya Cerro Baul. Tam İspanyolca çevirimi Sandık Dağı da diyebilirim. İnka öncesi ve sonrasında birçok kalıntının bulunduğu bölge. Wari İmparatorluğu’nun dini tören alanı olarak uzun yıllar kullanılmış. 16. yüzyılda İspanyol kaşiflerin anılarında bu dağla ilgili şöyle bir not buldum:
“İnka İmparatorluğu güneye doğru ilerlerken Wari İmparatorluğu’nun tüm yerleşim yerlerini tek tek ele geçirmeye başlamış. Bu bölgedeki verimli toprakları da hakimiyetine katmak için büyük bir ordu göndermiş. Wari savaşçılarını ve halkını bu dağın tepesinde kuşatma altına almış. Kuşatılan halk dağda tanrılardan yardım istemiş fakat tanrılar cevap vermemiş. Açlıkla savaşmaya başlayan halk, çocukları ölmesin diye İnka askerlerine önce çocuklarını göndermiş. İnka askerleri de çocukların karnını doyurup tekrar ailelerinin yanına yollamış. Çocukların geri döndüğünü gören halk kuşatmanın bitmesi ve yaşamak için İnka İmparatorluğu’na teslim olmuş.”
Yani İspanyollar kıtaya ayaklarını basmadan önce de bölgede güç savaşları oluyor. Fakat ne yazık ki kıtaya çıkan İspanyollar kıta sakinlerine çoluk, çocuk, kadın demeden öldürüp veya madenlerde köle olarak çalıştırdılar. İnkaların düşmanlarına gösterdiği merhameti, İspanyollar onlara göstermedi.
Bu noktadan sonra, Titicaca Gölü’nün yanındaki Puno şehrine kadar devam. Deniz seviyesinden başlayan tırmanış 4.592 metreye kadar devam ediyor. Sanıyorum, bu noktadan direkt deniz kıyısına 0 metreye kadar hiç pedal çevirmeden gidilebilir.
Tacna kasabasından tırmanışa başlayıp zirveye varmam 3 günümü aldı. Çıktığım kadar inmek hiç fena olmazdı ama illaki bir yerde deniz seviyesine tekrardan ineceğim. Günün sonunda da pillim bitti ve pilin bittiği yer 4.200 metre, geniş bir Alti planoya vardım. Baktım sol tarafta yüzlerce alpaca var.
İlk defa alpakaları görüyorum. Ulan ne tatlı hayvanmış. Arazide başıboş geziyorlar. Civarda tek bir yapı vardı, gidip sorayım arazilerinde kalıp kalamayacağımı demeye kalmadan adamın köpekleri koştura koştura gelmeye başladı. Hiç istifimi bozmadan ben de köpeklerin üstüne sürmeye başladım. Baktı ki köpekler, ben kaçmıyorum, üstlerine doğru sürüyorum. Mesafeyi koruyup sadece havlamaya başladılar. Tabi bu gürültü patırtıdan karşımdaki o iki üç yapıda kalan herkes dışarı çıktı. Yanlarına doğru ilerlerken bisikletten indim. Bisikletten inince de köpekler sustu . Neyse kendilerinden bir gece arazilerinde kalmak için izin istedim. Onlar da gece soğuk olur gel bizle içeride kal dediler. İlk başta kabul ettim fakat kaldıkları yerde 6 kişi kaldıklarını görünce çadırımda kalmayı tercih ettim. Günümüzde birçok kişi için o evde insanların yanında kalmak bir macera olabilir, ilginç gelebilir. Sağolsunlar dışarının soğunu düşünüp davet ettiler fakat zaten daracık bir yerde zor şartlarda kalan bu insanların yanına bir de benim sıkışmam, olmayan konforlarının daha da içine edecek. Misafirliğim gittiğim yerdeki insanları rahatsız etmemeli, bunu sadece konaklama olarak değil her anlamda konuşuyorum. Halkın rahatsız olacağı yerde çadır kurmam, video, fotoğraf çekmem yıllardır da durum böyledir.
Geceki soğukluklar zaten alışık olduğum havalar. Bu noktada gece termometrem -18C gösterdi. Sabah çadırı açtığımda alpakalar karşımda duruyordu. Bu hayvanların bu irtifada üstlerinde bir çatı olmadan dışarıda kalıp, soğuk ve rüzgara karşı sağ kalabilmeleri müthiş bir olay. Acaba kaç dereceye kadar bedenleri dayanıyor? Merak işte, ufak bir araştırma yaptım ve ağzım açık kaldı. 2003 yılında Peru’da ülkedeki alpaka nüfusunun yarısı telef olmuş. Telef oldukları hava -38C. Hey yavrum hey -30C’de demek ki hayvanlar arazide hala takılmaya devam edebiliyorlar. Sanırım alpakalar benim en sevdiğim canlılar oldu. Bu arada Peru ülkesi her yıl ihraç ettiği alpaka yününden ülkeye 300 milyon dolar girdi sağlıyor. Etinden, sütünden, yününden faydalanılan bu hayvanın yünü de dünyanın en pahalı ikici yünü oluyor. Birincisi de gene bu bölgede sıklıkla görülen vikunya hayvanlarının yünü. İki hayvan birbirine pek benzemezler. Vikunyaları evcilleştirmek çok zor, bu yüzden Güney Amerika’da dağlarda bayırlarda başı boş gezerken görmek mümkün. Yünleri mi? J Offffff şöyle söyleyeyim. Alpaka yününden yapılmış bir çift teknik çorabın fiyatı Peru’da 60$, ki indirim isterseniz de yapmıyorlar. Teknik çorap olarak merinos kullanan biri olarak bu çorapları test etmeyi, denemeyi çok isterdim fakat bir çift çoraba 60$ verebilecek bir durumum yoktu. Kumaşı merinos kumaşından oldukça ince olmasına rağmen kışın sıcak, yazın soğuk tutma değerleri merinos çoraplarından çok daha yüksek ve haliyle de çantalarda yer kaplamayacak kadar büzüşen bir kumaş. Peru ‘da, piyasada alpaka çorabı bulmak mümkün ama teknik alpaka çoraplarını çok nadir yerlerde gördüm.
Bu zirveden sonra aşağı indiğimde küçük bir köyde öğlen yemeği yemek için durdum. “Et olarak ne var?” diye sorduğumda da “Alpaka var” dediler. Doğru, daha ne olacaydı ki -18 C, 5.000 metrede hangi hayvanı yaşatıp hayvancılık yapacaksın. Getir abla getir, tadına bakalım. Hobaaaaaaaaaaa süper süper! Yediğim en güzel etlerden biriydi. Sonraki dönemlerde bu eti başka birçok noktada daha yedim. Bu et köylerde yenir, 3 büyük şehirde yediğimde de beğenmedim. Köylüler ya farklı terbiye ediyorlar veya içine dağlardaki otlardan attıklarından tadı çok daha farklı oluyor.
Günlerdir tırmandığım yolun sonu Titicaca Gölü’ne varıyordu. Bu gölün değişik bir enerjisi, çakrası var der birçok arkadaşım. Gölün konumu, büyüklüğü, içindeki adacıklar birçok kişiyi etkiler. Göl, Perulular için pek bir şey ifade etmese de ki bunu şu Puno şehrinin halinden anlayabiliyorsun, Bolivya tarafının eli yüzü nispeten buradan iyidir çünkü adamların denizi de olmayınca eminim ki kendi sahil şeritlerine daha iyi bakıyorlardır. Açıkçası şehri ve gölü yukarıdan görünce bu ne ya, dedim. Dünyanın göbeği, çakrası şimdi burası mı? Başkaları için olabilir ama benim için değil. Hiç şehirde durmama bile gerek yok, yardırıp gideyim. Juliaca’ya öğleden sonra varırım, orada bir Casa de Ciclista yani bir bisiklet evi var.
Bisiklet evleri Güney Amerika’da hemen her ülkede bulunur diyebilirim yani en azından şu zamana kadar gezdiklerimin tamamında vardı. Bisiklet kullanmayı seven veya bisikletle uzun turlar yapan insanların evlerinde geniş bir alan bahçe varsa, bu alanı kıtayı veya ülkeyi gezenlere açtıkları evlere verilen genel ad. Eğer evin boş odaları varsa oralarda kalabilir veya evin bahçesinde çadır kurabilir bisikletçiler. Mutfağı kullanmak, duş almak, varsa çamaşır makinasından faydalanmak bedava. Fakat bahçeyi, odaları, tuvaleti kullanırken temiz kullanmak, evin temizliğini yapmak da şart. Evin ortada bir yerinde bozuk para kumbarası durur. Gönlünden geçerse bisikletçiler 1-2 dolar bırakır öyle yoluna devam eder. Sanırım Güney Amerika’nın en popüler ikinci Casa Ciclistası Juliaca Casa Ciclista. Sahibinin adı Giovanny ve muhteşem köpeği Maylo ile evlerini dünyanın dört bir yanından gelen bisikletçilere açmışlar. Yani kısacası, bu eve kıtada kuzeyden güneye veya güneyden kuzeye giden tüm bisikletçiler gelir, konaklar. Eh iyi ki de uğramışım. İçeride, Kolombiya’dan Arjantin’e doğru pedalayan iki arkadaş, kıtanın sonuna doğru pedal çeviren iki kişi, gene Şili’den Kolombiya’ya pedallayan bir çift vardı. Herkes ile selamlaştıktan sonra akşam yemek ortamı ve muhabbet döner. Herkes bisikletçi, herkes uzun yol üstadı. Yani, kimse bir diğerinin yaptığına olağan üstü bir şey yapıyormuş gözü ile bakmıyor. Şuraları buraları gezdim muhabbeti de dönmez. Gün içinde mutlaka bisikletler ekipmanlar incelenmiştir. O ekipmanlar hakkında öncelikle konuşulur. Sıkıntı varsa o sıkıntılar nasıl çözüldü, pratik yollar birbirimize anlatılır. Gidilecek yol hakkında ufak tefek bilgiler verilir. Bulunduğumuz ülkede dikkatimizi çeken ilişkiler, bazen ekonomik durumu konuşulur.
Bu grupta kuzeye giden, yani aynı yöne gittiğim Annie ve Will vardı. İster misiniz bir süre pedallayalım dedim kabul ettiler. Cusco’ya kadar birlikte pedalladık. Hikayeleri çok hoş.
İngiltere’nin güneyinde aynı üniversitede aynı bölümde okuyorlar. Fakat birbirlerine açılamamışlar ve çöpçatanlık programı olan Tinder sayesinde tanışmışlar. İlişkilerinin ilk yılında Will’in doğum gününde Annie kendisine bir kitap hediye etmiş. Bu kitap arkadaşım Alastair Humphreys’in kitabı. Kendisi geçmiş yıllarda bisikletle dünya turu atmış biri. Kitabı okuduktan sonra,
Will :
- Annie bisikletle dünyayı gezelim mi?
- Ciddi bir bütçe ve hazırlık lazım böyle bir şey için.
- Üniversiteyi bitirdikten sonra yapalım, o zamana kadar da para biriktirelim.
Will’in bu teklifini kabul eden Annie ile sonraki 4 sene boyunca çıkacakları tur için para biriktirmeye başlamışlar. Üniversiteden mezun olduklarında da yolculuklarına Güney Amerika Patagonya’dan başlayıp, Kolombiya’ya kadar gitmeye karar vermişler. Aradan 4 sene geçmiş, yola çıkmışlar ve biz de Peru’da karşılaştık.
Bana bu hikayeyi anlatırlarken gülümsüyordum. Önceleri böyle hikayeler dinlerken üzülüyordum. Çünkü hayatımda ilk defa 31 yaşında yurtdışına çıkıp dünyayı keşfetmeye başlamıştım. Keşke daha önce çıksaydım dediğim zamanlar oldu. Fakat yıllar geçtikçe 31 yaşına kadar belli bir alanda kazandığım deneyim, okuduklarım bu yolculuğu öyle bir yoğurup harmanlamama vesile oldu ki, bu da turun sürekliliğini sağladı ve şu anda hala yolda olmama vesile oldu. Üstelik tam da istediğim şekilde. Yani yolculuğa aslında tam da olması gereken yaşta başladığımı zaman ilerledikçe daha iyi anladım.
Yol boyunca çoğunlukla Annie’nin temposuna uymaya da özen gösterdim. Onlar da gidilecek yolun rotasını bana bıraktılar. Çünkü Cusco’ya giden ana güzergahtan şehre varmayı istemiyordum. Cusco’nun güneyinde göller bölgesi vardı, orayı gezip görmeyi istiyordum.
Normal anayol takip edilirse Cusco’ya kadar tatlı bir eğimle tırmanış gerçekliyor. Bu yolun hem sağ tarafında görmek istediğim 4.500 metre yükseklikte bir geçit, hem de sol tarafında göller bölgesi var. Birlikte pedalladığımız günlerde Will’in uyku tulumunun fermuarı bozuldu. Aslında geceleri hep üşüdüklerini de söylüyorlardı.
Çadırda zaten genellikle kalın kıyafetleri ile yatıyorlar. Aslında bu da iyi bir yöntem. Uyku tulumunu küçük alıp, geceleyin de kışlık kıyafetle uyumak mümkün. İyi bir kaz tüyü mont ve kaz tüyü patik şart. Çünkü ince olan uyku tulumlarında çorap giysen de o ayakların donmasının önüne geçemezsin. Isı izolasyonu yapacak, ayak hareket etmediğinde onun sıcaklığını koruyacak tek şey de kaz tüyü patikler. Bu yöntemle kış şartlarında hem bisiklette yer tasarrufu yapmış olursun, hem de soğuk havalarda üşümezsin. (fakat bu iki genç arkadaşın bisikleti de şimdiye kadar gördüğüm en dolu ve ağır bisikletlerden) Will’in fermuar bozulunca yüksekte kamp atma durumumuz da ortadan kalktı.
Gün içinde tırmanış sırasında 4.500 metreye gelsek bile geceleri yükseklerde geçirmeyip her seferinde 3.000 metreye kadar geri düşüyoruz. Peru’da yer alan “Gökkuşağı Dağı” gezisi benim rotamda yoktu. Gençlere de sordum gidecek misiniz diye, onların da hiç ilgisini çekmeyen bir nokta olduğundan o zaman ver elini göller bölgesi.
Bolivya’dan Cusco’ya doğru giderken Combapata’dan sola kıvrılıp, Pampamarca, Asnacocha, Pomacanchi göllerini görüp, oradan dağ ve köy yollarından Acomaya, Kunotambo ve Mayubamba istikametinden Cusco’nun girişine kadar gidiliyor. Bu yol her türlü araç için oldukça güzel. Yükseltiler 3.000 ila 4.500 metre arasında, köylerin ve dağ yollarının olduğu oldukça keyifli bir güzergah.
Bölgedeki hemen hemen bütün köylerin köy merkezinde çadır kurulabilir. Belediye binalarının yakınında, içinde kalınabilir, okulların bahçelerinde çadır kurulabilir. Hatta bu köylerin zirvelerine baktığımda hep kalıntılar gördüm. Belediye çalışanları da İnka kalıntıları olduğunu söylediler. Öyle ha dedik mi gidebileceğimiz yerler olmadığından bu kalıntıları ancak uzaktan fotoğraflayabildim.
Güzel tecrübeler ve yol arkadaşlığı ile birlikte Cusco’ya kadar pedal çevirdik. Cusco’nun girişine vardığımızda iyi ki bu yoldan gelmişiz de dedik.
Zordu ama güzeldi işte.