Arequipa’dan çıktığımda irtifa 3.000 metrenin biraz daha üstündeydi. Aşağı okyanus seviyesine doğru iniyorum yolun yarısında midem bulanıyor. Yediklerimden mi zehirlendim? Hayırdır derken kusma başladı ve birkaç dakika sonra da baş ağrısı. Kolumun ağrısı da şehirden çıktığımdan beri tekrar başladı. Ne oluyor len? Bir süre yol üstünde denk geldiğim, kimsenin olmadığı bir otobüs durağının içinde yatıp kendime gelmeye çalıştım. Baktım biraz iyileşir gibiyim, tamam o zaman tekrar yola devam. Yola çıkmadan şöyle geriye bir baktım.
Batıya doğru yani okyanus kıyısına doğru gidiyorum. Orada küçük bir kasaba var, kendimi iyi hissetmediğimden dolayı çadırda değil de kasabada bir yer bulup, orada kalırsam daha iyi olacak. Aşağı doğru inerken 2.000 metrelerde hava bulutlandı. Of, üstüne bir de yağmur yağıyor ama öyle böyle değil, göz gözü görmüyor. 1.500 metrelere indiğimde dağdan yola yuvarlanmış taş parçaları karşıma çıkmaya başladı. Öyle küçük parçalar değil! Bu parçalar dağdan düşerken bana vursa öldürürler, bu nedir yahu? Sağ tarafa biraz daha yaklaşıyorum; görünen o ki hepsi açık tarafa yolun ortasına doğru gitmiş. Bu taş olayı bir süre sonra öyle bir hal alıyor ki bir aracın geçmesine imkan ihtimal yok. Oturup taşları temizlemeri gerek veya bir kepçe gelip yolu temizleyecek. Toprak, bu koca taşları yerinden oynatacak kadar yumuşak da değil, çok ilginç. Aşağı doğru devam ediyorum 1.000 metre – 800 metre derken uzun bir kamyon kuyruğu çıkıyor karşıma. Yol mu kapalı? İnsanlar bana bakıyor, ben insanlara. Bu sırada kasabayı da tam önümde görüyorum. Pan Amerika uluslararası yolu da tam karşımda. Sol taraf Şili’ye doğru gidiyor, sağ taraf başkent Lima’ya. Yanımdan bir motorlu geçiyor. İrtifa 600 metre, motorcunun gidişine bakıyorum. O ne yahu ileride insanlar var, yola dağılmış durumdalar ve motorcunun arkasından kovalamaya başlıyorlar. Ha siktir, bu insanlar bana gelecek. Kamyonların hemen yanında gittiğimden ve pek dikkat çekmediğimden beni fark etmediler. Motoru kullanan da ne olduğunu ilk başta anlamadı fakat sonrasında gazladığı gibi gitti. O kısacık sürede şehre giremeyeceğimi, bir an önce kavşaktan sağa Lima’ya doğru dönmem gerektiğini anladım. Yolları kapatmışlar ve insanların araçları ile geçmesine izin vermiyorlar. Durmak için çok geç, bir iki kişi beni fark etti hızlandım, tam insanlar beni fark ettiğinde ayağa kalkıp gücümün son kırıntısıyla pedallara öyle bir abandım ki! Grubun tamamı beni fark ettiğinde kavşaktan dönmüş, Lima istikametine doğru pedallamaya başlamıştım. Saniyeler içinde arkama baktığımda bir çok kişinin bana doğru koştuğunu da gördüm. Bu alan 600 metreden 100 metreye kadar inecekti, umarım başkaları yoktur. İnsanların arkamdan bir süre bağırdığını koşturduğunu duyuyordum fakat bana yetişemeyecekleri kadar hızlandım. Hızımı yokuş aşağı 80 km’ye kadar çıkardım, yokuş bitmeden yola dağılmış taş parçaları ve tahtalar yolları kapatmış. Venezuellalıların Şili sınırına doğru yürüdüklerini haberlerde görmüştüm fakat karşılaşacağım, hatta üzerime kalabalık bir şekilde geleceklerini hiç düşünmemiştim. ‘Hey dostum, naber nasılsın’ muhabbetine peşimden koşturduklarını hiç sanmıyorum. Yokuş aşağı iniş bittikten sonra geri tırmanışa başladım ve tekrar yol kenarına park etmiş araçların ve kamyonların yanına vardım. Yağmur tekrar yağmaya başladı. Ulan arkadaş, ne oluyor? Bugün her şey üst üste gelmeye başladı. Yol kenarında park etmiş durumdaki araçlardan birinin şöförüne soruyorum. Neler oluyor? Venezüellalılar Pan Amerika yolunu Peru’da kapatmış durumdalar, yolun devamında da gelenler varmış. Peru hükümeti binlerce göçmen insana bakamayacaklarını söylüyor. Şili sınırı da gelenleri almayacaklarını dile getiriyor. Sınırda sıkışan Venezüelalıların çoğu Atakama Çölü’nün derinliklerine gidip o noktalardan Şili’ye kaçak geçiş yapmaya çalışıyor. Çaresiz kalan insanlar günlerce çölde yürüyüp Şili’ye girmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Şili hükümeti de bu konuda çok katı ve sıkı önlemler alan bir ülke. Bu geçişlerin önüne geçebilmek için sınır geçişlerini insansız hava araçları ile kontrol etmeye başladılar. Ülkeye giren Venezüellalıları engellemeye çalışıyorlar ama imkansız gibi gözüküyor. Pan Amerika yolunda Kolombiya’dan Şili’ye kadar bu insanları görmek mümkün.
Pan Amerika yolunda pedallamaya başladıktan sonra bu insanların ne halde yol aldıklarını daha iyi gördüm. Birkaç kişiye su ve yemek verdim fakat bu durum öyle benim yardım edebileceğim boyutlarda değil. Yolda gördüğüm her Venezüellalı benden yardım istiyor. Su, yemek, para hangi birine ne vereceğim? Suyumu verdim, önümde 200 km çöl var ben susuz kalacağım, yemeğimi paylaştım bu sefer ben yemeksiz kalacağım, bütçem belli, bu alanda taşıdığım erzak belli. Böyle anlarda aklıma Afrika’daki anılarım geliyor. Suyunu paylaşırsan ölürsün, yemeğini paylaşırsan ölürsün, ilacını paylaşırsan ölürsün. Hayatta kalmak istiyorsan mücadele etmek zorundasın. Bunların hepsini Afrika’da yaşadım bitti sanıyordum, meğersem bitmemiş. Bir gün yol kenarında sıcaktan bir tesisin içine oturdum gölgesinde dinleneyim diye. Venezüellalılar da geldi tesise. Su ve yemek istediler, tesistekiler vermedi. Yanlarında üç çocuk, iki tanesi 15 yaşlarında, iki aile belli uzun bir süredir yoldalar ve açlar. Tesisin sahibi ne yapsın? Öyle 3-5 kişilik bir durum değil; birine yemek verdin arkadan gelen durumu gören herkese vereceksin veya yardım edeceksin. Bu adamlar da burada iş yapmaya para kazanmaya çalışıyor, yardım kuruluşu değiller ki. Çocuklar çok bezgin gözüküyordu. GPS açtım önümdeki en büyük şehire baktım, 220 kilometre sonraydı, iyi yarına varırım. Cebimdeki tüm para ile iki aileye yemek ve çocuklara tatlılar aldım. Mekanın sahibi buna rağmen bu insanları işletmenin arkasına almak zorunda kaldı çünkü orada yemek yerken görünmeleri demek diğerlerinin de buraya gelmesi anlamına geliyordu. Her şeyin parasını ödedikten sonra hemen yoluma devam ettim. Çünkü benim cebimde tek kuruş para kalmamıştı. Rahmetli babamın bir sözüdür “Cebinde her zaman yedek akçe bulunsun, eğer onu harcarsan en kısa zamanda yerine koy.” En kısa zamanda koymak için işte yol almam lazımdı. Pan Amerika yolunun kalanında ise yüzlerce kişiyi görmezden gelmek zorunda kaldım. O yüzlerce kişinin üzerime koştuğu akşam yolun sağ tarafında bitmemiş inşaat halinde olan yapılar ve 3-4 tane de bitmiş yapı vardı. İnşaat halindeki yapıların bir tanesinin içine çadırımı kurdum. Whatsapp’daki Güney Amerika grubuna internet sayfamdan nerede uyuduğumu gösteren linki attım. Güney Amerika Lima Türk Büyükelçiliği’ne yaşadığım olayı aktardım ve bulunduğum alanın koordinatını gönderdim. Ne olur ne olmaz! Gece burada yatıp uyuyacağım. Olur da sesim soluğum çıkmaz ise, en son burada kaldığımı bilsin insanlar. Ertesi gün yola çıktığımda hem gruptaki arkadaşlar hem de elçilikteki diplomatlar yol alışımı internet sayfamdan takip etmişler. Pan Amerika yolu o gün uzun bir süre bomboştu. Sadece ben pedallıyordum, sanki uluslararası yolu kendim için kapatmıştım.
İnsan okyanus kenarına inince “Oh bundan sonra tırmanış falan yok, rahat rahat okyanusun yanında pedallarım” sanıyor. Peru sahil şeridinde böyle bir durum söz konusu değil. Çok keskin çıkışların ve inişlerin olduğu bir sahil şeridi. Yol çok güzel, emniyet şeridi çok geniş ve başkent Lima’ya kadar bu şekilde de gidiyor. Ant Dağları’ndan gelen nehirlerin okyanusla buluştuğu noktalarda çok zengin topraklar var. Bu nehir çıkışlarına yaklaştığımda, yol yaklaşık olarak 4-5 kilometre içeriye doğru giriyor. Biraz tırmandırıyor sonra tekrar okyanus yanına indiriyor.
Bu alanlarda da ufak kasabalar görmek mümkün. Fakat her bir nehrin çıkışındaki tarlalarda farklı ürünler yetiştiriliyor. Birinde zeytin ağaçları, diğerinde sebzeler, kayısı ağaçları vs.. Peru mutfağı hakikaten çok zengin bir mutfak. Güney Amerika’daki en iyi yemeklerin burada olduğu idda edilir. Tamamını gezmediğim için bir şey diyemeyeceğim fakat benim gezdiğim yerleri göz önünde bulundurarak hak veriyorum. En güzel deniz ürünleri yemekleri de burada, en güzel yöresel yemekler de Peru’da yer alıyor.
Okyanus kenarında pedallarken çok bariz bir şekilde göze çarpan bir başka konu da okyanusun kirliliği. Rengi veya üzerinde yer alan köpüklerden bahsetmiyorum. Uçsuz bucaksız sahil şeritleri çöp içinde, suyun üstündeki atıkları da görmek mümkün. Bunun dışında Palpa şehrinden İca şehrine giden yolun büyük bir kısmı dümdüz ve çöl kumları ile kaplı. Peru genel olarak çevre kirliliği konusunda duyarsız bir ülke, ülkede yaşayan halkın umurunda değil. Yeni nesli de bunun farkında değil. Farkında olmadıklarını da başkent Lima’da bir lisede verdiğim sunumda fark ettim.
Palpa – İca arasındaki yolda tanık olduklarımdan sonra, benim için gezdiğim ülkeler arasında kirlilik konusunda dünyada birinci sıraya oturmuş ülkedir Peru. Gördüğüm ve yaşadıklarım film karesinden farksızdı. İki şehir arası mesafe 100 km. Pedalladığım alan Okyanus seviyesinden 500 metre yüksekte ve bu yükseklikte çok az değişiyor. Yani bu alanda rampalar, tırmanışlar da yok . Yolun 90 kilometresi tamamen çölde geçiyor. Pedalladığım gün okyanus tarafından yani batıdan doğuya doğru saatte 35 km hızla rüzgar esiyor. Ben de rüzgarı yandan yiyerek güneyden kuzeye doğru gidiyorum. Hiç abartmıyorum 90 kilometre boyunca havada uçuşan poşetler, önümden geçen karton kutular, pet şişeler, kadın pedleri, bebek bezleri, kıyafetler yani ne kadar çöp aklınıza geliyorsa.. Ulan sanki bir portaldan, boyutlar arası bir kapıdan geçtim ve kendimi böyle bir ortamda buldum, başka açıklaması yok. Havada uçuşan kum taneciklerinden dolayı zaten ağzım, yüzüm her tarafım maske ile kapalı. Soldan karton geliyor ciddi bir hızla vursa dağıtacak beni, yavaşlıyorum önümden geçiyor. Bir başka kutu, gene çarpmasın diye hızlanıyorum arkamdan geçiyor. Poşetler üzerime yapışıyor. Aha biri tekere yapıştı ve göbekle kadro arasına sıkıştı. İndim bisikletten bisikleti yana yatırıp naylonu sökmeye çalışıyorum, derken bir karton gelip arkadan sırtıma çarpıyor, onu kenara itekleyip bir elimle de naylonu söküyorum. Bir bebek bezi sele çantasına takılmış. Kurumuş boklar gözümün önünde. Ulan nasıl bir alana geldim arkadaş bu nedir nasıl bir pisliktir? Nasıl olur da deniz tarafından bu kadar pislik gelebiliyor? Aşağıda yerleşim yeri yok, çöldeyim da! Ağzını burnunu kırdıklarım, ulan bunlar çöpleri ne yapıyorlar çöle mi boşaltıyorlar? Evet tam 90 kilometre bu macera böyle devam etti diyebilirim. Dünyada böyle bir şey görmedim, yaşamadım da, hayal de edemezdim.
Peru’da 33 milyon insan yaşıyor ve bu ülkede geri dönüşüm ile alakalı sadece başkent Lima’da bir fabrika var, o da belli başlı materyallerin geri dönüşümünü yapıyor. Bunun dışında ülkede çöplerin tamamı çöllere ve boş alanlara gömülüyor. Evet, duyduğumda ağzım açık kaldı. Sonra cidden durumu gözlerimle gördüm hatta o çöplerin boşaltıldığı alanlara gittim. Rüzgarın çöp kokularını kasaba veya şehre getirmeyeceği alanlara çöpleri gömüyorlar. Yaktıkları alanlar da var fakat çoğunlukla gömülüyor. Böyle sert rüzgarın olduğu dönemlerde çöl kumu zamanla uçup gidiyor. İşlerine gelirse açığa çıkan yeri geri gömüyorlar. Lima’da beni evlerinde misafir eden Hilal ve Felix ile tanıştım. Hilal bizim ülkemizden, O da dünyayı gezerken Felix ile tanışıyor ve evleniyorlar, Peru’da yaşamaya başlıyorlar. Anıları, hikayeleri kendi kadar güzel. Yapı işinde çalışıyor ve bu çevre kirliliği muhabbetimiz dışında ilginç bir bilgi aktarıyor: Peru’daki yapılarda geri dönüşüm ile alakalı malzeme kullanılmasını Peru halkı istemiyor. Maliyeti düşürse bile ikinci el veya çöplerden atıklardan elde edilmiş malzemeyi evlerinde kullanmak istemiyorlar. Hilal de bu durumu birkaç defa yaşamış ve geri dönüşüme pek sıcak bakılmadığını söylüyor. Her başkentte olduğu gibi Lima’da da çok güzel muhitler var. Lima’da Miraflores bölgesi de bunlardan biri; Zig Zag adlı bir hostele Lima’da tanıştığım gezgin Atilla sayesinde gidiyorum. Bölge hakikaten çok temiz düzenli tertipli, bu beni oldukça şaşırtıyor çünkü şehir merkezinin öncesini de biliyorum. Ülkenin en meşhur liselerinden birine sunuma gidiyorum. Okulda öyle bir karşılıyorlar ki sanarsın gençlerin döneminden bir pop-star çıktı okula geldi. Okulun spor salonunda tüm okula bir konuşma yapıyorum. Bir çoğu henüz kendi ülkesini bile gezememiş durumda, tabi ki ülkelerini de çok sevip bana birçok öneride de bulunuyorlar. Sohbetin bir bölümünde:
-Arkadaşlar kültürünüz, ülkeniz çok zengin, çöllerinizden, amazon ormanlarınıza, dağlarınızın güzelliğinden zengin tarihinize, yemeklerinize hayran olmamak mümkün değil. Fakat sizinle bir gerçeği paylaşmak zorundayım.
Hepsi dikkatlice dinlemeye başlıyor;
-Sizin ülkenizle birlikte şu zamana kadar 60 ülkeyi bisikletimle gezdim. 4 kıtayı gördüm, şu zamana kadar gördüğüm en pis, en kirli ülke maalesef sizinki.
Bir anda uğultular yükseliyor;
-HAYIR BU İMKANSIZ. Şehrimiz çok temizdir her yerde çöp kutusu vardır. Buralarda çöp görmeniz yollarda imkansız.
-Evet doğru diyorsunuz. Okulunuzun bulunduğu semt ve benim konakladığım alan çok temiz. Belki başka semtler de böyle temizdir çok net bilemeyeceğim. Fakat Peru sadece birkaç yerden oluşmuyor!
Ve yolda gördüğüm manzaraları kendilerine anlatmaya başlıyorum. Çöp kamyonlarının evlerindeki çöpleri sokaklardaki çöpleri alıp nereye boşalttığını söylüyorum. Şok oluyorlar. Ülkelerinde geri dönüşüm politikasının olmadığını, sadece Lima’da bir tesis olduğunu ve yetersiz olduğunu; kalan tüm şehirlerde çöplerin nerelere nasıl boşaltıldığını anlattığımda çok sessizleşiyorlar.
-Bakın, Dünya yaşayan bir canlı. Sadece Kuzey Amerika’yı, Avrupa’yı temiz tutarak Dünya’nın ve üzerinde yaşayan canlıların geleceğini kurtaramayız. Evet, biz ve diğer canlılar için dünyayı temiz tutmalıyız. Kolunuzdan ve bacağınızdan kan kaybettiğinizde sadece kolunuzu iyileştirseniz, bacağınızdan kan kaybetmeye devam etseniz hayatta kalır mısınız? Kalmazsınız! Peki şimdi bunları öğrendikten sonra ne yapacağız? Peru sizin ülkeniz. Peru’yu, dünyayı ve bizleri kurtarmak için neler yapmayı öneriyorsunuz?
Uzun bir sessizlik oldu. Öğretmenlerin yüzünde bile kederli bir hava vardı. Önden bir öğrenci elini kaldırıp fikrini söyledi. Derken bir başkası derken 3-5 kişi oldu, 30 – 40 hepsinin aklına yeni fikirler gelmeye başladı. Hepsi fikrini paylaşmak istiyordu. Sunum bittiğinde bu fikirlerini öğretmenleri ile paylaşmalarını istedim ve gelecekte bir şeyleri değiştirmek sizlerin elinde dedikten sonra ayrıldım. Ayrılmadan önce okulun müdürü yanıma gelip;
-Okulumuzun tarihinde hiç kimse öğrencilerle bu şekilde konuşmamıştı. Biz ve öğrencilerle tecrübelerinizi ve ülkemiz hakkında ki düşüncelerinizi açık sözlülükle paylaştığınız için hepimizin adına teşekkür ederim.
Peru dendiğinde akla gelen belli başlı ikonik noktalar vardır. Machu Picchu, Titicaca Gölü, Nazca Çizgileri Saklı Vadi. Bazı kasaba ve şehirlerdeki koloni evleri, müzeler, kum tepeleri vs. Bu kum tepelerinin arasında bir gölet, çevresinde bodrum evleri gibi olan bir yer vardır. Çok meşhurdur herkes gider. Bu alan İca şehrinin biraz dışındadır, ha ben buraya gitmedim. Çok daha az kişi tarafından bilinen ve gerçekten sadece çöl kumlarının arasında sadece göletin olduğu Oasis de Moron diye daha doğal bir nokta var oraya gittim.
(Bu göl ica’da yer alan gölden büyük, Çevresinde yerleşim yeri yok. Turlarla buraya araç sürmeye de geliniyor kum üstünde board yapıp kaymaya da)
Fakat açık söylemem gerekirse buraya da bu alanı görmek için gitmemiştim, yol üstündeyken hadi buraya da uğrayayım dediğim bir yerdi. Arap yarım adasında benzer görüntülere yeteri kadar doyduğumdan bu kum tepeleri hiç ilgimi çekmiyor. Tambo Colorado adında İnka döneminden günümüze kadar dayanmış, en iyi kerpiç yapılardan birini görmek istediğimden dolayı bu alandan da geçmiştim. Tambo Colorado bir nevi illeri karakol gibi ve aynı zamanda bölgede yaşayan insanların ürünlerini sattıkları pazarların kurulduğu yer. Benzeri yol üstünde gene Nazca’da bulunmakta. Zaten bu yapının burada olduğunu Nazca’da yaptığım arkeolojik alan yürüyüşünde öğrenmiştim.
Nazca dendiğinde hepimizin aklına öncelikle Nazca çizgileri gelir. Hatta rahmetli babam ile dünya turuna çıkacağım ilk günlerde rota üzerinde konuşurken Güney Amerika’da özellikle üzerinde durduğu kendisinin de çok merak ettiği iki nokta vardı. Biri Rapa Nui veya diğer adı ile Paskalya Adası ikincisi de Nazca çizgileri. Paskalya Adası anılarımı okumaya ancak ömrü yetti. Nazca çizgilerini gezerken kendisi hep aklımdaydı. Onun için uçağa binip çizgileri yukarıdan gördüm ve onun için şehri gezdim.
Hayatımda hiç tek motorlu uçağa daha önce binmemiştim. Nazca çizgilerinin sadece iki tanesine rahatçana karadan ulaşılabiliyor. Bunlardan biri şehrin kuzeyinde İca’ya doğru giderken bir diğeri de şehrin içinde doğuya doğru giderken. Pek bir şey anlaşılmasa da sonuç olarak yanlarına kadar gidip bakılabiliyor, nasıl yapmışlar incelenebiliyor. İşte bu şekilleri daha iyi görebilmek ve fotoğraflayabilmek için de uçağa bindim. Çizgilerin sayısının aslında 5.000’den fazla olduğu söylendi. Uçak teknolojisinin gelişmesi insanların gökyüzünden yer yüzüne bakması ile zaman içinde bölgede uçan pilotlar bu şekilleri keşfetmiş ve yetkililere bildirmişler.
Arkeologlar bu şekillerin tanrılara mesajlar göndermek için çizildiklerini hatta hemen hemen her çizimin de ne amaçla çizildiğini, neyi temsil ettiğini az çok açıklamış durumdalar. Benim en son okuduğum bir makaleye göre Japon arkeologlar kuş figürlerinin hangi kuşlara ait olduğunu da bulmuşlardı. Sonuç olarak yapılması yani çizilmesi bana kalırsa öyle pek de komplike bir olay değil. Yüzyıllardır simgeleri şekilleri duvarlara sütunlara yapan topluluklar, astronomi ve matematiği bilen insanlar, ip ve taşları kullanarak ölçümler yaparak bu şekilleri tabi ki de rahatçana yapabilirler. Fakat şu bir gerçek; bunları yapmak da oldukça zaman almıştır.
Tek motorlu uçaklarla 2 uçuş opsiyonu var. Çift motorlu uçaklarla da 4 uçuş opsiyonu var. Çünkü sadece Nazca çizgileri yok. Başka bölgelerin adlarının verildiği farklı çizgiler de var. Açıkçası ben iyi ki bu 45 dakikalık standart uçuşu almışım. Biraz daha uçsaydım büyük ihtimal uçağın içine kusardım. Kesinlikle bu seyahatten önce kahvaltıyı hafif yapın. Uçuş öncesi de bişey yiyip içmeyin. Çünkü uçak yerdeki şekilleri gösterebilmek için bir sağa bir sola keskin dönüşler yapıyor ve yanlamasına şekillere bakıyorsunuz. Bu durum da benim gibi bu tarz seyahatlere alışık olmayanlar için oldukça rahatsız edici oluyor.
Nazca şehrinin Ant Dağları tarafına doğru gidince de bir arkeoloji müzesi var. Müze içinde bölgedeki su kanalları ile ilgili bir fotoğraf gördüm. İnka döneminde yapılmış bu sulama kanalları hala günümüzde çalışıyor, sonra meraktan gidip bu kanalları da yerinde gördüm. Tarım alanları için sulama kanalı sistemi kurmuşlar. Üst üste konulan taşların öyle gelişi güzel bir şekilde yerleştirilmediğini öğrendim. Bu kanal nasıl olur da İnka döneminden günümüze kadar dayanabilir ki? Geziye eşlik eden arkeolog amcaya sorduğumdaysa cevap şu şekilde geldi: “Yerleştirilen her taş deprem ve sarsıntılara göre hareket etme kabiliyetine sahip. Nazca tarihinde çok deprem olmuştur fakat bu alan hiçbir şekilde etkilenmiyor ve tarım alanlarını geçmişten günümüze hala sulamaya devam ediyoruz.” Günümüzde yıkılan istinat duvarlarını bilen biri olarak bu kanal duvarlarının yıllardır depremlerde veya başka durumlarda yıkılmaması, Binlerce yıl önce yapılan su sarnıçlarının yenileme görmeden çalıştığını gören bu gözler, böyle muhteşem taş işliğine sahip bu insanların bu şekilde yapılar yapması da gayet normal dedi. Nazca’da böyle bir düzenekte var gelip görmekte fayda var.
Arequipa’dan Lima’ya gidene kadar oldukça hastaydım. Bu hastalık öyle üşütme aksırma tıksırma falan değildi. Aylardır 3.000 metrenin üzerinde pedal çeviriyordum. Çok hızlı bir şekilde deniz seviyesine inince tansiyonumda bir değişiklik oldu. Arequipa sonrasında mide bulantısı baş ağrısı falan bunların hepsi yüksek tansiyondan kaynaklı bir durummuş. Bisiklete bindiğimde tansiyonum düşüyor, durduğumda yükseliyordu böyle saçma bir durum ortaya çıktı. Takım arkadaşım Mine ve doktorum Leman ile durumumu sürekli paylaşıyorum. İkisi de bisiklete binmeyi bırakmamı ve Lima’ya otobüs ile gitmemi istese de pedallayabilecek durumda olduğumdan ben de tempomu biraz daha düşürüp şehre pedallayarak devam ettim. Her gün yolda geçtiğim köylere uğrayıp 30 dakika köy içinde dinlendikten sonra sağlık ocağında tansiyonumu ölçtürüyorum. Yüksek tansiyon hastalığı olan biri de değilim. Lima’ya vardığımda yaptığım ilk işlerden biri hastaneye gidip 80.000 kilometre bakımı yaptırmak olacak.
Yolculuğum esnasında seyyahlar, olsun yerel insanlar olsun farklı kişilerin yaşam serüvenlerini dinlemek tecrübelerinden kazanımlar sağlamak 10 yıldır hoşuma gitmiştir ve bu tecrübeleri unutmam da imkansız.
Sun Tzu – savaş sanatı kitabını yılda bir kere mutlaka okurum. Kimle, ne zaman, nerde, nasıl konuşulmalı – Larry King kafama estikçe arada bir okurum. Tecrübesi olan insanlar da aynen böyle kitap gibiler. Yolun kenarında durdum su içiyorum ve yoldan geçen araçları inceliyorum. Elimde de bir paket bisküvim var. Nazca’dan yeni çıkmışım, kendi kendime konuşuyorum.
-Baba!! Nazca çizgilerini söz verdiğim gibi gezdim gördün mü?. Bir daha tek motorlu uçağa binmeyeceğim söyleyeyim. Ah babam ya ilham verdiğin destek olduğun için tekrar sağol…
Düşünceler içindeyken ve kendi kendime konuşurken bisikletimin arka tarafına başından sonuna yüklerle dolu bir motorsiklet park etti. Motorundan iniyor, eldivenlerini çıkarıyor. Bisikletime bakıp gülüyor ve yanıma doğru yürüyor. Ayağa kalkıyorum, ben den birkaç yaş büyük gibi arkadaş. Bana doğru gelirken suratında bir gülümseme ve sarılmak için kollarını açıyor. Gülümseyip ben de sarılıyorum. Saniyeler içinde 9 sene önceye Özbekistan’a götürüyor bu sarılma. Uzun zaman dostunu arkadaşını görmezsin ya, sonra onu gördüğünde sıkıca sarılırsın, bizimki de öyle bir sarılmaydı.
-Nasıl gidiyor yolculuk?. Bu arada ben George
-Gayet iyi gidiyor, Senin ki? ben de Gürkan.
-Benim ki de iyi gidiyor. Kahven var mı?
-Yok ama sende varsa suyu hemen kaynatırım.
Pan Amerika yolunda çölün bir yerinde yol kenarındayız. Ocağı çıkarıp suyu kaynatıyorum, o da French Press bir kahve aparatı getiriyor. Bir iki atıştırmalıkla yolun kenarında oturuyoruz ve kahve içiyoruz. O da sessiz bende sessiz yola ve demirden atlarımıza bakıyoruz. Benim kafamda genel olarak bir dolu düşünce. Onun moturunu inceliyorum. Çok yükü var, ama bu yük tecrübesizlikten değil. Belli tecrübesi var, zaman sınırı yok, acelesi yok gibi, sadece sohbete hemen başlamıyor.
-Uzun zamandır yolda gibisin Gürkan
-O kadar kötü mü kokuyorum yahu hahah
-hahaha kokmadan olmaz zaten böyle yolculuklar
Aslında oldukça temiz ve iyi kokuyor olmam lazım. Yola daha yeni çıkmıştım ve Nazca’da bütün eşyalarımı da yıkamıştım.
-Türksün ve ülkenden oldukça uzaktasın, halinden belli uzun bir yolculukta olduğun.
– Sanırım benzer bir yolculuktayız. Belki başlangıç sebeplerimiz farklıdır “Meraktan” geziyorum. Zamanım var, acelem yok, kimseye bir şey kanıtlamak zorunda da değilim hem çalışıyorum, hem de kafama göre geziyorum yıllardır. Hikayem böyle
-Eskiden ben de merak ettiğim için dünyayı gezmek isterdim ama gezemezdim. Dünyayı gezmek isteğimi hep söyler ama neden gezemediğimi de dile getirir ve bitirirdim sohbeti. Ne güzel, sen ne yaşamak istediğini ve nasıl yaşamak istediğini en başından beri belirleyip çıkmışın yoluna.
George Amerika Birleşik Devletlerin’den yola çıkmış. Önce Doğu yakasından güneybatıya doğru motorunu sürmüş. Güneye vardığında Batı yakasını takip ederek Alaska’ya gitmiş.Alaska’dan Kanada’nın başkentine ve Batı yakasından tekrar Amerika birleşik devletlerinin ortasından Güneye kadar inmiş. Sonrasında Orta Amerika ve Güney Amerika ülkelerinin tamamını motoru ile gezmiş. İki kıtada da daire ve zikzaklar çizmiş. Bunların hepsini parça parça yapmamış bu adam. 2016’da başladığı turuna hala devam ediyor. Eyalet, şehirler gitmediği hiçbir nokta kalmamış gibi gözüküyor. Hep derim eğer motorsikletle dünyayı geziyor olsaydım, öyle tek bir hatta değil. Her yöne her istikamete zikzaklar çizerek giderdim aynen şu an karşımda oturan George gibi bunu yapardım, kesinlikle yapardım! Dünya turundaymış ve turunun kalan rotasını söyledi. Her yer var Afrika, Avusturalya, Avrupa, Asya her ülkeye girmeye çalışacak o ülkelerin kıtanın içinde daire atacak falan. Süper seyahat.. kahvesinden bir yudum aldı!
-Yaşam, isteğin ve arzuladığın her şeyi veya hak ettiğini sana bir şekilde veriyor. Bunu bu yolculukta daha iyi anladım Gürkan.
(NOT: çok sık sorulan sorular bölümünde 56. soru ve cevabı ve bu seyahat yazılarımı okuyanlar Geroge’un bu sözüne yıllardır tanıklık ederler.)
George dünyayı hep gezip görmek istemiş .”Evliyim ve 3 çocuğum var. Onları bırakıp, yıllarca nasıl dünyayı istediğim gibi gezerim ki? Ama bir ailem olmasaydı, kesinlikle bu hayalimi gerçekleştiririm” dermiş. Hep bu hayalini bu şekilde dile getirmiş. Ailesi ile bir gün trafik kazası geçiriyor. Karısını ve çocuklarını bu kazada kaybediyor. Kendisi de aylarca yaşam mücadelesi vermiş. Hayata tekrar tutunduğunda, bu sözlerinden dolayı çok kahrolmuş çok pişman olmuş. Keşke böyle bir şeyi hiç demeseydim keşke onları da hayalime ortak etseydim. Şimdi onlar yanımda olmadan hep onların hayali ile dünyayı geziyorum Gürkan” …..
George ile çölün ortasında yol kenarında bir saat kadar sohbet ettik. Vedalaşırken de uzun uzun sarılıp öyle ayrıldık. Sonrasında ikimizde kendi yolumuza devam ettik..