Gürcistan tarafına geçip pasaportumu veriyorum. Adım soyadım merkeze söyleniyor. İlk başta normal söyleniyor bilgiler, sonra yüksek sesle adımında içinde geçtiği başka şeyler deniyor. Bu arada İngilizce sohbet ettiğim görevli de önemli biri olduğumu söylüyor ama ben bir anlam veremiyorum buna. Neyse kontrolden geçiyoruz. Sonra bagajlarımın incelenmesi için başka bir bölüme gidiyorum. Oradaki adamla da İngilizce sohbet ediyoruz, bagajları açıp bakmıyor bile. İyi yolculuklar dileyip gideceğim güzergâhı gösteriyor. Kapıdan geçip sınırı arkamda bırakıyorum. Son bir defa geriye dönüp Türk toprağına ve bayrağa bakıp yoluma koyuluyorum.
Bir süre bozuk asfaltı olmayan toprak bir yolda gidiyorum. Bu yükle silik lastikler beni yolda zor tutuyor. Tam lastikleri değiştirmeyi düşünürken asfaltı görüyorum. Çevreyi dikkatlice inceliyorum. İç Anadolu bölgesine benziyor. Tarlada çalışan halk beni görünce işi gücünü bırakıp beni seyretmeye başlıyor. Çocuklar yol kenarına koşuyor ama seslerini çıkartmadan beni seyrediyorlar. Hello hello, deyip bir taraflarını yırtmıyorlar. Arkamdaki Türk bayrağını görünce de kafaları ile selam veriyorlar. Soluklanmak için oradaki çardaklardan birinde duruyorum.
Vale köyünün tabelasını görünce mutlu oldum. Bundan tam 4 ay önce bu köy ile başlamıştım bu rotayı çizmeye ve şimdi oradayım. Tabelanın hemen önünde bisikletimin bir pozunu aldım. Keşke beni de çeken biri olsaydı fakat etrafta kimse yoktu. Köy sanki bir harpten çıkmış gibiydi yıkık dökük bir yerdi ama yaşayanlar vardı. Tam bu sırada karşıdan çok hızlı bir şekilde gelen bir polis arabası gördüm, beni görünce yavaşladı. Ben yanından geçtim gittim. Arkamdan bir U dönüşü yapıp benim önüme geçip durdu. Bir erkek ve bir bayan polis araçtan aşağıya indi. Önce Gürcüce konuştular, anlamadığımı söyledim el kol hareketleri ile bir şeyler anlattılar anlamadım. İngilizce bilip bilmediklerini sordum. İkisi de bilmiyordu. Telefonla İngilizce bilen bir memur arandı sonra telefon bana verildi. Telefonda konuştuğum memur Gürcistan boyunca polis eskortu eşliğinde bisiklete bineceğimi söyledi. Ahiska’da mola vermem gerektiğini dile getirdim. Türkiye’den bana eşlik edecek bir yol arkadaşı geliyordu. Hem onun haberini aldım hem de pekmezin etkisi geçmeye başlamıştı. Telefonu memurlara verdim gerekli konuşmalar yapıldı ve onları takip etmem söylendi.
Polis eskortu şeklinde tur yapmak hiç aklımda yoktu. Ben durduğumda onlar da duruyordu, ben hareket ettiğimde onlar da ediyordu. Yokuşlarda beni tepede bekliyorlardı. Beni Ahiska’da bir otele yerleştirdiler. Çıkış zamanımı da otel yetkilisi bu polislere haber verecekti. Sanırım onlar da beni gene yolda yakalayacaklardı. Sıkı bir pazarlıktan sonra geceliği 20 liraya anlaştık. Buradaki fiyatlar Türkiye ile aynı, gerçi odanın şıklığına bakarsak Türkiye’de 20 TL’ye bu odayı bulmak biraz zor. Bisikletin üzerindeki malzemeleri çıkartıp odaya taşıdım, sonra da bisikletle biraz turladım. İnanın Ahiska denen yerde görmeye değer tek bir yapı veya enteresan bir şey yok. Netten de baktım boş bir şehir ama insanı güzel, yardımsever. Kimse İngilizce konuşmuyor, Türkçe bilen de yok. Her şey vücut dili ile hallediliyor. Şunu anladım ki konuşmadan bir şeyleri anlatmak, izah etmek inanın çok zor.
Baş ağrısı tekrar başlamıştı odaya dönüp dinlenmeye çekildim. Sonraki 2 gün de aynı şeyi yaptım. Yola çıkmak için güç toplamak şart.
19 Nisan sabahı kalktım toparlandım. Her şey yolunda, ağrı sızı kalmadı, kendime geldim. Yola devam. Kapıda polisler bekliyor, öyle beraberce gideceğiz. İşte bu ülke bitene kadar benimle birlikteler ?
Ahiska’dan yola biraz geç çıktım. İzmir’den Serpil Hanım bu yolculukta bana eşlik etmeye karar verince apar topar hazırlanıp, otobüse atlayıp bana ulaşmaya çalıştı. Ben de otelde 2 gün fazladan konakladım. Acele işe şeytan karışır derler ya, maalesef Serpil Hanım’ın da başına gelmeyen kalmadı. Üstelik sınırı geçmesine rağmen kendisi ile karşılaşamadık. Artık Türkiye’deki bir turda beraber pedallarız.
Ahiska’da 20 Lari’ye konakladım. Türk Lirası ile aynı değerde bu Lari. Güzel bir oda; duşu, interneti, televizyonu var. Bunları yazıyorum çünkü bu ülkede kablosuz internet hatta internet bulmak çok zor. Köyde iki gün dolandım hiç güzel yapı, tarihî yer falan yoktu. Bomboş bir şehir Türkçe bilen yok, İngilizce bilen de yok . El kol hareketleri ile ve arada bir sözlerle nasıl oluyorsa birbirimizi anlıyoruz. İnsanlar çok iyi. Bir marketten su aldım para istemediler. İnternet kafede zaman geçirdim, gene para almadılar. Sohbet etmeye çalışan tipler. Gülen suratlarla dolu bir köy. Dikkatimi çeken bir başka şeyse kadınların hepsinin siyah külotlu çorap giymesi oldu. Genç yaşlı fark etmiyor. Beyaz tenlerinden mi rahatsız oluyorlar, nedir anlamadım.
Ertesi gün otel yetkilileri ile vedalaşıp yola çıktım. Biliyorum ki onlar polise haber verecekler, polis öyle söylemiş. Şimdi bu eskort işini ilk duyduğumda hoşuma gitti fakat sonradan çok fazla dikkat çektiğini ufak köylerden geçerken anladım. O yüzden eskortun uzaklaşmasını, mümkünse gideceğim şehirde Borjomi’de beklemesini söyledim. Gene nasıl oldu anlamadım ama biraz el kol hareketleri, biraz Rusça biraz İngilizce ile Borjomi’nin girişinde beni beklediler.
Ahiska Borjomi arası tamamen yeşil alan diyebiliriz. İstediğin yere kamp atabilirsin, sıkıntı çıkacak bir durum yok. Yoldan geçen araç sayısı da çok az. Sağda solda tepeler ağaçlar falan olmasına rağmen bu rüzgâr neden hâlâ karşıdan esiyor anlamış değilim.
İrili ufaklı birçok köyden geçiyorum. Kimisi boşaltılmış kimisinde de oturan birileri var gibi fakat etrafta insan yok. Ne bana “hello” diyen çocuklar ne de garip bir şekilde bakan insanlar var. Gördüğüm tek şey her yerde inek olması. Yolda, çayırda, tepelerde… Türkiye’de bu kadar büyükbaş hayvanı kırsal alanda hiç görmedim. Bu da sanırım dünyanın en pahalı etini yememizin sebebi.
Köy bölgelerinde araçlar yolda beni gördüklerinde epeyce uzaktan şerit değiştirmeye başlıyorlar. Bu gayet iyi oluyor; çünkü yollarda emniyet şeridi denen alan bu bölgede maalesef yok.
Sessiz sedasız yol alırken bayağı arkamdan biri korna ile tempo çalarak gelmeye başladı. Aha bu kesin Türk, melodiden belli! ? . Önüme geçip durdu. Araçtan iner inmez kendini tanıttı. Gürcistanlı İş Adamı Mert Bey. Muhteşem bir olay yaptığımı, özellikle de arkada Türk bayrağı asılı şekilde yol almama hayran olduğunu dile getirdi. Gürcistan halkının bir sıkıntı çıkartmayacağını, özellikle de bu bayraktan dolayı bana sempati ile bakacaklarını dile getirdi. Herhangi bir aksilik olursa da hemen kendisine ulaşmamı söyledi ve telefonunu verdi. Yolda İngilizce konuşan birilerine rastlamayı beklerken Türkçe konuşan biri ile karşılaşmak beni mutlu etti.
Bir 10 km gittim gene arkadan korna çalmaya başladı birileri ve önüme geçtiler. Bu seferki plaka farklıydı. Aboovv Araplar! 4 arkadaş araçtan indi. Selamun aleyküm dedik ve muhabbete başladık. Bu sene gördükleri ilk gezgin olduğumu söylediler. Bu sene!!! Muhabbet biraz ilerliyor, herif Arabistan’ın en meşhur gezgini çıkıyor. Araçtan bana katalog çıkartıyor. Abi herif Avrupa, Asya ve Afrika’yı araçla gezmiş! Akşam Borjomi’de konaklayacaklar, beraber yemek yemeyi teklif ettiler. Eh benim de hoşuma gidiyor, hem de anlatacak hikâye çok, belli. Borjomi’de şehir içinde görüşürüz diyoruz ve ayrılıyoruz. Konuşacak adam yok diyordum şansım açılmaya başladı.
Rüzgâr biraz hız kesince ben de daha rahat pedallamaya başladım. Yolda bazen öyle bir sessizlik oluyor ki… Sadece yanda akan nehrin, kulağa hoş gelen tınısı ve benim lastiğin sesi, bu sessizlik hoşuma gidiyor. iPod var, inanır mısınız daha hiç kullanmadım. Öyle duruyor çantada.
2 saat sonra Borjomi’ye vardığımda polis hemen tabelanın önünde beni bekliyordu. Bana şehir içinde gene eşlik ettiler. Zaten dikkat çeken ben, bu adamlarla ister istemez daha fazla dikkat çekmeye başladım. Yakındaki bir otele götürdüler beni. Bu arada Araplar da beni görmüş arkadan eşlik etmişler, otelin önünde konakladığımda fark ettim.
Otelle girilen sıkı bir pazarlık sonrası kişi başı 20 Lari’ye anlaşıyoruz. Ben bu gezgin Arapla aynı odada kalacağım. Bu arada otel parasını bana verdirmiyorlar. Sen de bizim din kardeşimizsin deyip olayı bitiriyorlar. Odalara yerleşiyoruz. Sonra da arabaya atlayıp akşam yemeği için alan arıyoruz. Alan arıyoruz diyorum; çünkü bu adamlar yemekleri kendileri yapacaklarmış. Nehrin kenarında salaş bir yer buluyoruz. Yere hemen kocaman bir kilim seriliyor, onun üstüne bir halı, yer sofrası hazır! Yiyecekler çıkıyor dışarı bana sadece geç otur diyorlar. Bu arada sohbet de ediyoruz. Türkiye’de gezmediği il kalmamış bu herifin. Dağ bayır çıkmış gezmiş. Her sene bir ayını Türkiye’de gezerek geçiriyormuş. Bu arada gözüm donmuş tavuğa ilişiyor. O tavuğu 4 kişi parçalamaya ayırmaya çalışıyorlar ama mıncıklaya mıncıklaya içine ettiler. Dur kardeşim çekilin hele, dedim. Önce ateşteki sıcak sudan biraz koydum sonra da çakının testeresi ile kestim. Lan elleri temiz miydi acaba diye düşünürken sen kalk diğeri tepsiyi git nehirde yıka. Len o nehrin bir ucu ta Türkiye’de! Sıçtığını o nehre akıtmayan vilayet yok yakınlarda. Rengi olmuş bok rengi. Pislik içinde orada yıkıyor. Eee dedim orası pis. Bir şey olmaz deyip geçiştirdi. Len size olmazsa bana hiçbir halt olmaz.
Neyse menü tavuklu pilav, düdüklüde yapılıyor. Ha düdüklü de bu arada orada yıkandı. Biraz benim turdan biraz onların hayatından konuştuk. Hepsi öğretmen, tatillerinde geziniyorlarmış. Sıkıntıları gittikleri ülkelerde kız arkadaş yapamamaları. Paraları için geliyormuş kızlar yanlarına. Bir şeyler demem lazım ya, sıkıntı sakaldan kaynaklanıyor deyip geçiştirdim. Sende de var demez mi. Len sendeki ile bendekinin şekli şemaili aynı mı? : )
Neyse bu arada yemek oldu da muhabbet yarıda kaldı. Tertemiz olmuş tepsimize düdüklüdeki tavuklu pilavımız dökülüyor, üstüne domates ve soğan doğranıyor. Ortaya konuyor. Ulan ulaaaaaaann hayıırrrrrrr! Hepsi birden ellerini daldırıyor. Sıcak pilav önce bir ele alınıp çiğ köfte ebadına sokuluyor. Hafif hafif sıkıp bırakacaksın ki havalansın, sıcaklığı gitsin ağzın yanmasın haha! Len elinizi ne zaman yıkadınız? Benim elim yüzüm zaten yağ ve kir içinde, temizleyecek bir ortam olmadı ki henüz. Benim duraksadığımı görünce özür dilediler, bana tabak kaşık verdiler. Hemen önümdeki mıncıklanmamış bölümden alacağımı aldım yemeğe başladım bu zamana kadar da o tepsideki tüm pilav mıncıklanıp havalandırıldı. ? Yemek sonrası çay faslına geçildi. Kardeşim ben bu çayı sevmiyorum ama her yerde mutlaka denk geliyoruz bu çaya. Neyse ki bu seferki çok farklıydı hoşuma da gitti, ikinciyi istedim. Hindistan çayıymış. Bitirdikten sonra fark ettim ki yandaki nehirde bunları da yıkamış. Sanırım tadının güzel olmasında hafif boklu derenin de etkisi var hahah. Yemek faslı bitti, otele geri dönüldü. Ben odada üstümü başımı değiştirdim, duş aldım. Pat kapı açıldı. “Namaza geliyorsun, değil mi? Yerin hazır” dedi. Namaz mı? O sıra adama “Müslüman’ım ama namaz kılmıyorum”dan girip kendi bakış açımı anlatmaktansa “He he geliyorum” deyip yanlarına gittim. İşte Allah’ın sevdiği kuluyum ki beni arkaya atmışlar. Akşam ve sabah namazımı kılıp ertesi gün de bu gruptan ayrılıp Gori’ye doğru yola çıktım. Araplar da Tiflis’e geçtiler.
Sabah erkenden yola çıktım. Bu arada yol üstündeki tüm marketlerde durup kahvaltılık bir şeyler arıyorum. Beyaz peynir, salatalık, domates, zeytin, reçel, bal… Girdiğim marketlerin hiçbirinde yok. Ulan bu ülkenin insanı kahvaltıda ne yiyor? Bir markette havuç, patates ve marul gördüm. İnanın bizim ülkemizde çöpe atılan kısımlar o görüntüden kat ve kat iyidir. Yanımdaki erzak da çok azaldı. Fındık ezmesi bitmek üzere, Trabzon’da aldığım beton helvadan da çok az kaldı. Bir anda aklıma Erden Erunç geliyor, kas gücü ile şu anda kendisi dünyayı turluyor. Okyanustayken ona erzak yardımı yapılıyordu. Biri de bana uçakla şu yardımı yapsa hiç fena olmazdı. : ) Domates, salatalık, beyaz peynir, zeytin, fındık ezmesi, beton helva… Neyse yeşillik bir alanda bisikleti kenara çekip erzaktan yemeye başladım. Enerjim yerine geldiğinde koyuldum yola.
15 km sonra bir minibüs önümde durdu, genç bir çocuk araçtan indi, kendini tanıttı. Adı Levan ve Türkçe konuşmayı biliyor. “Yolda görünce durdum, konuşmak istedim. Sizi takdir ediyorum. İşim gereği bu güzergâhta çok gider gelirim, Ahiska’da ve Borjomi’de de sizi gördüm, hep yanınızdan geçerken korna çalıyorum. Tek başınıza yol almaktan korkmuyor musunuz” diye sordu. Arkadaki bayrağı bir daha gösterdim. Daha önce de Giresun çıkışında tanıştığım Olivier ve Sophie gibi ‘’Siz Türkler çılgınsınız’’ dedi ve gideceğim yolda bana başarılar dileyip yanımdan ayrıldı.
Gün ilerledikçe rüzgârın şiddeti de artmaya başladı. Düz yolda hızım 10 km kadar düştü. Yol alamamak beni rahatsız etmeye başladı. Harcadığım efor karşılığında aldığım yol hayal kırıklığı. Borjomi ile Gori arasında öyle bir yol var ki. Söke Ovası’nı bilmem bilir misiniz, küçük kalır diyeyim. Esen rüzgâr artık hızımı 5 km’ye kadar düşürdü. Aklıma Murat Abi geldi. Gürkan rüzgâr Karadeniz’de hep doğudan batıya eser haberin olsun demişti. Murat Abi Gürcistan’da da o rüzgâr devam ediyor; küçük bir farkla, şiddetini biraz arttırdı. ?
Yol üstünde bir markete giriyorum. Köhne bir yer. O nee! Salatalık var, domates var. Hemen hepsinden biraz biraz alıyorum. Oleeyy muz da var! Çok iyi geldi. Öğlen yemeğinde domatesli makarna yapıyorum kendime.
Öğleden sonra ilerlemeye devam ediyorum. Yolumun üstünde bir grup köylü tezgâhlarını açmış elma satıyorlar. Geçen araçların hiçbiri durmuyor bu teyze ve amcaların önünde. Ben duruyorum ve ”Gabarcova” (merhaba demek) diyorum, çok hoşlarına gidiyor. Gülüşüyorlar falan, kendi bisikletlerini gösteriyorlar. Elime poşet veriyorlar, kırmızı ve sarı elmaların en iyilerini içine atıyorlar. Ücreti soruyorum, “Bizden” diyorlar. “Git hadi” deyip el sallıyorlar. Bisikletin yanına gidip ara gözlerin birinden Giresun’dan aldığımız Fiskobirlik fındıklarından bir poşet ben de onlara hediye ediyorum ve yanlarından ayrılıyorum. Hoşuma gidiyor bu tarz olaylar; çünkü ortada bir konuşma olmuyor her şey gözler ve kalple yapılıyor. Dünyanın neresinde olursam olayım bu olay tekrar gerçekleşse gene aynı şeyler olurdu. Hatta benzerleri olacak yol boyunca, biliyorum.
Gün boyunca yol aldım, yılmadım rüzgâra karşı çok efor harcadım. Gori’ye yaklaştıkça yol çalışmaları başladı toz toprak içinde yol almaya başladım. Yolda otobüs ve tır sayılarında artış oldu. Tüm Türk kamyonları ve otobüsleri korna çalmaya başladı.
Geç de olsa Gori’ye varmayı başardım ama hava kararmıştı. Şehrin içine girince beton binalar rüzgârı kesti. O sırada kaslarımın sızladığını fark ettim. Civarda İngilizce konuşan birilerini soruyorum arıyorum, yok çıkmıyor. Otel diyerekten beni bir yere yönlendirdiler. Otel odası için 80 Lari istediler. Hadi len oldu. Otel zaten dökülüyor, internet yok, sıcak su var mı yok mu belli değil. Çıktım oradan, ara sokaklarda gezinirken büyük bir binanın yan tarafında küçük yazı ile otel yazıyordu. Yahu bina dıştan süper de neden tabela küçük acaba dedim. Giriş için arka taraf gösterilmiş, binanın yanından bahçeye giriyorum. Bisikleti dışarıda bırakıyorum. Köhne bir arka kapısı var. Onu açıyorum bir kapı daha, içeriden sesler geliyor. Onu da açıyorum içeri giriyorum. 10 kadar güzel seksi giyimli kadın karşımda duruyor, cennet cennet haha! Geniş bir oda. Bir kaç erkek de var, muhabbet halindeler. Altımda kapri, üstümde bisiklet forması, elimde kask. Otel mi kerhane mi belli değil; fakat bu şekilde giren ilk insan ben olmuşumdur. Diyorum, yukarıdaki beni seviyor. ?
Gori’de şehir merkezinde sayılacak bir konumda Victoria Sokağı’nın paralelinde, sokağın başında olan bu yapı enlemesine 150 metrelik 3 katlı bir bina. Rus mimarisinden çok Avrupa mimarisinden etkilenmiş güzel örneklerinden biri. Binanın koridorlarında radyoaktif sinyalizasyon sistemleri gene 40’lı yıllardan kalma, lambalar eski halılar falan. Bina dışarıdan tadilat görmüş ama içi dökülüyor. Bina eskiden ne amaçla kullanılıyordu öğrenemedim ama günümüzde ne amaçla kullandığını gördüm hatta orda da kaldım 10 Lari vererek. Gece boyunca kapım 3 defa kadınlar tarafından zorlansa da içimdeki istek ve arzu artsa da kulaklarımı tulumun içine gömüp uyudum!! :)))) Banyo çamur ve pislik içinde hayvan bağlasanız durmaz. Buna da şükür dedim. En azından kilitli bir kapı ve bütün eşyalarım yanımda. Bu arada ne olur ne olmaz diye de babama GPS’den kordinatlarını yolladım hahaha. ? Arkadaşlar Gürcistan’a gidecek olan varsa yolu da Gori’den geçiyorsa koordinatı atarım kendisine. Güzel şeyler yaşarsınız garanti ?
Sabah kalktığımda çok güzel uyuduğumu fark ettim. Duvarları neden örmüş bu herifler hiç mi ses geçirmiyor anlamadım ki. Ne yaptılarsa yalıtım süper. Sabah erkenden binadan ayrıldım(!) yola koyuldum. Merkezden çıkıp Tiflis’e doğru yönelince anladım ki bugün bu yol bitmeyecek. 78 km uzağımda olan Tiflis’e bu fırtınada gitmemin imkânı yoktu. Gori’den kaçarcasına ayrıldığım için yanımda sadece bir litre su olduğunu fark ettim. 5-6 km sonra da yol bir anda otobana döndü. Üstelik asfalt değil beton oldu ve yan tarafta artık emniyet şeridim vardı bu iyi oldu. Beton asfalt sürtünmeyi azalttı azaltmasına da gidemedikten sonra neye yarar. Hızım saatlerce 5 km ile 10 km arasında gidip geldi ve geniş bir arazide soldan gelen sert bir rüzgar bisikletle beni yan tarafa devirdi. SPD’leri pedallardan çıkartmadım bile yükler düşüşü hafifletti. Hızım da olmadığından bir şey olmadı ama bu rüzgârda da gidemeyeceğimi anlamış oldum. Yakınlardaki bir yapının içine sığındım rüzgâr dinene kadar. Orada birkaç saat bekledim. Okuyacak bir şey olmadığından iPod çıkartıp müzik dinledim. Rüzgârın nedeni belli oldu. Öyle bir kara bulut var ki karşımda. İyi yağmur yağıyordu ileride. Birkaç saat daha yol alarak günü erken bitirdim. Tiflis’e varmamın imkânı yoktu ve önümde yağmur vardı. Suyum da çok azdı, civarda su alacak bir yer de bulamadım. Yanımda üç tane boş şişe vardı fakat civarda arıtacağım su bile yoktu. Bu arada düştüğümde arka aktarıcıda bir sorun oluştu. Onu da tamir etmem gerekiyordu ve daha fazla yol almamak ayrıca susamamak için ilk gördüğüm çamlık alanda durdum. Bu arada yediğim toz çamur birikimi sakallarımda saçımda artık elime gelmeye başladı. Çadırı kurdum. Ocağı çıkardım açlığımı bastırmak için biraz helva yedim. Elimdeki suyun yarısını makarnaya kullandım. Diğer yarısını içerim diye düşünürken fırtına benim tencereyi devirdi su gitti. Eh ne yapalım diğer suyu da kullandım. Yanımdaki elmalardan su ihtiyacımı gideririm diye düşündüm. Yemeği yedim, etrafı topladım, daha hava kararmamışken kendimi çadıra attım. Yaklaşık 1 saat sonra da yağmur yağmaya başladı. Rüzgâr ve yağmur birleşince açık arazide eminim ki beni bitirirdi. İyi ki erkenden bu kampı kurdum, çok sevindim bu duruma. Tam bu sırada, Gökova pedallarımın altında, Ege’de yaptığımız turda kamp çadırı içinde yakalandığımız yoğun yağmur geldi aklıma. Çam dibine çadır kurmuştuk ve çamın oluklarından akan yoğun su çadırın alt tarafını bayağı bir sulak araziye çevirmişti. Aklıma daha önce bir yerde gördüğüm şu olay geldi. Hemen botumun bağcıklarını çözdüm. Sandaletleri giyip dışarı çıktım. Çam ağacının o kabarmış kırılmak üzere olan gövdesindeki boşluklara bağcıkları yerleştirdim uçlarını da boş pet şişelerine sarkıttım. Sonrada çadıra geri döndüm. Yediğim yağmur üstümdeki tozu çamura dönüştürdü. Saatler sonra yağmur şiddetini azalttığında dışarı geri çıktım. İki pet şişesi de ağzına kadar dolmuştu. Su arıtma cihazını çıkartarak bu şişelerdeki suları boş olan diğer şişeye aktardım. Tadı mı? Hayatımda içtiğim en güzel su buydu işte. Üstüm başım çamur oldu ama değdi buna. İçim kurumuştu.
Sabah uyandığımda kuşlar böcekler hepsi çadıra toplanmıştı. Çadırın üstünden 7-8 tane uğur böceği attım :D. Sümüklü böcekler örümcekler ve bazı diğer haşereler çadırın dışında toplanmışlar bana günaydın diyorlardı.
Önce kahvaltımı yaptım. Ardından arka aktarıcı ile uğraştım biraz zaman aldı ama şu anda gayet iyi çalışıyor. Etrafı topladım çantaları taktım. Tiflis’e doğru pedalladım.
Şehir 28 km ilerideydi. Saate baktım 7.30 a.m. Süper, elçilik işlemlerini bile halledebilirdim. Şehrin içine girdikçe bunalmaya başladım. Günlerdir sessiz sakin yollarda pedal çevirmekten bu kargaşa rahatsız etti. İngilizce bilen birileri arıyorum gene veya elçiliği soruyorum ama kimse yanıt veremiyor. Öyle bilinçsizce şehir merkezine doğru iniyorum yaklaşık 1 saat kadar gidiyorum. En sonunda o kalabalık içinde bir polis görüyorum. Elçiliği soruyorum hemen ilerden sağa dön sonrada sol yap diyor. Sonunda İngilizce bilen bir memur. Zaten kimseye sormadan koca şehirde elçiliğe kadar gitmişim ben :D.
Bağdat Caddesi gibi bir caddeye çıkıyorum. Çavçavaye adı. 37 numarada elçiliğimizi buluyorum kapıdaki görevliler bana bakıyorlar ve “Hello” diyorlar. Nasıl ya kendi elçiliğimizde İngilizce mi konuşacağız, diyorum. Kapıdaki görevli hemen kapıyı açıyor. “Ya kusura bakmayın, genellikle yabancılar geliyor da böyle yabancı sandık” diyorlar. Eee üstümdeki bayrakları görmediniz mi kardeşim. Neyse elçi hariç herkesle tanışıyorum. Muhabbet ediyorum. Pasaportumun süresini uzatıyorum. Türkiye’deki fiyatla neredeyse yarı yarıya fark var. Ardından Azerbaycan Elçiliğine gidiyorum. Oradaki vizenin süresini de hemen uzatıyorum. Bankaya para çekmeye gidiyorum. Ve banka kartımı yutuyor haydaaaaaaaaaaaa. Aha şimdi anlat derdini. Eczanenin dışında olan bu ATM’nin içerden hangi bankaya ait olduğunu öğreniyorum. O bankaya gidiyorum. Görevlilere durumu izah ediyorum, akşam 5’te alabileceğimi söylüyorlar. Bu sırada bisikletim elçilikte duruyor. Ben de oraya dönerken yolda telefonla Türkçe konuşan birini duyuyorum tam dönüyorum o da benim üstümdeki Türk bayrağını görünce duruyor. Yolda karşılaştığım Mert Bey. Hemen orada ikimiz de elçiliğe gidiyoruz, o işlerini hallediyor, ben işlerimi halledip onun kaldığı otele gidiyorum 300 dolar ile 100 dolar arasında otel fiyatları değişiyor. Pansiyon da aynı fiyatlarda neredeyse. Ucuz bir konaklama şekli yok, anlaşıldı. Otel sahibi kadına ben biraz ağlıyorum. Kısıtlı param olduğunu, Japonya’ya kadar gideceğimi anlatıyorum. 75 dolara düşüyor. Ben de bu otele yerleşiyorum, her şey var. Hemen duş alıyorum ardından kartı almaya gidiyorum. Sonra da akşam yemeği için Mert ile dışarı çıkıyoruz. Kendisi çoğunlukla Gürcistan’da çalışıyormuş ve birkaç gün içinde de bir ihaleye girecekmiş. Sonrasında da Bakü’ye geçecek. Eğer istersem orada da görüşebileceğimizi söyledi. Ve tesadüf eseri Ankara’da benim dükkâna gelip birkaç defa yemek yediğini de öğreniyorum. Dünya cidden küçük bu kadar küçük mü? Fazla uzun yazdım şimdi. Tiflis’te dolanmaya çıkıyorum, akşama fotoğraflar gelir.
Türközü – Ahıska 20 km
Ahıska – Borjomi 67 km
Borjomı – Gori 82 km
Gori – Tiflis 78 km
Yarın gidilecek yol
Tiflis – Rustavi 65
Gürcistan etabı toplam 321 km
Gürcistan içinde kaybettiğim toplam kalori 12235 kcal
Pedal çevirme süresi 23 saat 34 dakika
Rakım en fazla 820 en az 620 metre